Rebecca Solnit, yol ve yolculuk sever bir yazar. Onun seyahatlerini belirleyen şey ise yaşamdan çekip çıkardığı ve yine yaşamla bütünlediği; anlatılanla birlikte, anlatma biçimine önem verdiği, hatırlamanın ve tanıklığın her şeyden evvel geldiği hikâyeler.
Solnit, zamanın ruhu kadar ruhun zamanına; insanın yaptıklarına ve yapamadıklarına yoğunlaşırken çıktığı uzun yürüyüşte yalnızlığa, sessizliğe, atıllaştırılan insana, hepimizi kuşatan gürültüye, doğayla bozulan ilişkimize, dünyanın dört bir yanında işgallere girişenlere karşı harekete geçme gerekliliğine ve kararlılığına dair hikâyeler anlatıyor. Bunların bir tarafında erkeklerin silikleştirmeye çalıştığı kadınlar, geleceği çalınmak istenen işçiler, şiddetten ve nefret söyleminden mustarip olanlar yani mağdurlar bulunurken diğer tarafında ise mağrurlar yani sesini yükselttiğinde haklı çıkacağını düşünenler yer alıyor. Bir yanda umut diğer yanda karanlık, bir tarafta kadın ve erkek dışında herhangi bir cinsel kimliği ya da yönelimi kabullenmek istemeyenler öbür tarafta ise LGBTİ+’ların, siyahların ve ayrımcılığa maruz kalanların direnişi ve yaşama uğraşı var. Kısacası bir yanda kesin bir sükûnet ve itaat arzulayanlar diğer yanda isyan edenler bulunuyor.
“Hikâyenizi anlatamamak, yaşarken ölmek gibidir” diyen Solnit, herkesin hikâyesini kendisinin seçtiğini ve anlatma biçimini de belirlediğini söylüyor. Yakındaki Uzak da bu minvalde bir kitap: Solnit, Alzheimer hastası annesinin bahçesinden toplanan kayısılardan hareketle hatırladıklarını kâğıda dökerken farklı zamanlara ve başka pek çok kişinin hikâyesine doğru bir yolculuğa çıkıyor. Diğer bir deyişle hatıralarında ve dünyada önce kayboluyor, ardından yolunu bulup yürümeyi sürdürüyor.
‘Hepimizin asıl trajedisi zaman’
Olayları, onlara hayat verenleri ve olup bitenin anlatımıyla meydana gelen hikâyeyi bir coğrafyaya benzeten Solnit, mekânları, meseleleri ve özellikle kendimizi yerine koyduğumuz kişileri anlatmanın zihni meşgul ettiğini söylüyor. Bazen küçük bir ayrıntı ve haklı çıkma beklentisi bazen de birkaç kasa kayısı hikâyeleri tetikleyebiliyor. O kayısılar, yazarın hatırlamasını sağlıyor, biriktirdiği anıların ve geçip gittiğini düşündüğü olayların üstündeki örtüyü kaldırıyor. Annesi, geri dönülemez biçimde unuturken Solnit hatırlıyor; annesi artık hiçbir şeyi elinde tutamazken o, kurtarmanın yolunu hasat edilen kayısılar misali olgun hikâyelerde buluyor.
Yakındaki Uzak’ta yer alan hikâyelerin özü, bazen yazarın annesinin dünü ve bugünü arasındaki fark veya anlattıklarına inanarak savruluşu bazen de onunla ilişkisinin çağrıştırdığı yan yollar. Beraber baktıkları aynada annesi başka, Solnit başka şeyler görüyor.
Solnit, o aynada kaçışlarıyla, arayışlarıyla, anlama isteğiyle, geri döndüğünde geçen zamanın kendisine verdikleriyle ve elinden aldıklarıyla yüzleşiyor. Ardından, ebeveynlerinin geçmişini görüyor: “Annem ve babam derin bir yoksulluk duygusu içinde büyümüştü. Asıl yoksunlukları duygusal dünyalarının çoraklığıydı çünkü gün gelip orta sınıfa mensup olduklarında bile hâlâ maddiyat açısından bir eksiklik duygusuyla yaşamışlardı. Dolayısıyla çocuklarını kendilerinin ve umutlarının geleceğe uzantısı gibi gören ebeveynler olmak yerine onları rakip gibi gören bir abla ya da abi gibiydiler. Söküp atamadıkları bir duyguyla aile içinde bile her zaman yalnızdılar.”
Hatırladığı bu durum, Solnit’i sıcak ve soğuk, donuk ve hareketli yan hikâyelere götürüyor; bazen bir kitap, başka bir yazar ve ülke bazen de şiirler ve anekdotlar giriyor işin içine.
Kendini bilenlerin benlik kazılarıyla ve kendini bilmezlerin yarattığı yıkımla, hakikatlerle ve hayallerle, büyülü ve büyüsünü yitirmiş dünyalarla karşılaşıyor yazar. Kimi zaman sessizliğin ve dinginliğin kimi zaman da gürültünün ortasına düşüyor: Unutmanın kuşatıcılığına karşı hatırlamanın zorlu yolunda yürüyor. Yaşam ve ölüm arasındaki ince çizgi, insan ve tabiat arasındaki görünmez duvarlar veya istendiğinde kolayca kurulan ilişki de cabası. Bir de zaman meselesi var elbette: “Makineler sayesinde her şeyi hızlandırmaya çalışıyoruz. Kendi
bedenlerimizin çöküşünü, eşyalarımızın eskimesini, binalarımızın yıkılmasını ise çeşitli teknolojilerden faydalanarak yavaşlatma derdindeyiz. Oysa zaman bunların hepsini yutup mideye indirecek. Zamanın iştahlı ağzını bunca çabayla kendimizden uzakta tutma gayretimiz, zaman denen o acımasız gerçek karşısında ne işe yarar ki? Hepimizin asıl trajedisi zaman, her birimiz onunla şöyle ya da böyle bir savaşa girmişiz.”
Labirent benzeri hayatlar
Solnit’in hikâyelerinde zaman, unutturduğu kadarını hatırlatan bir kahraman olarak çıkıyor karşımıza. Annesi bildiklerini unuturken yazar hayatları hatırlıyor; Che’nin yolculuğunu, Marquis de Sade’ın gelgitlerini, Mary Shelley’i, İzlanda’nın buz gibi havasında yaşayanları, cüzama neden olan bakteriyi bulan Norveçli hekim Hansen’i…
Solnit, unutmanın insanı kayıtsız kılışı ile hatırlamanın yarattığı coşku ve acı arasında salınıyor bir bakıma. Başka bir salınım daha var ona göre: “Hissizlik, insanın sınırlarını daraltırken empati, bu sınırları adım adım genişletir.”
Solnit’in anlattığı bir başka şey, yaralar ve örselenmişlikler. Çocukluğundan, ebeveynleriyle kurduğu ve kuramadığı ilişkiden, yaşamı algılama biçimlerimizden ve onu hikâyeleştirme tercihlerimizden hareketle benlikteki izlere yoğunlaşırken sözü yine hikâye anlatmaya getiriyor: “Acıdan kaçmanın bir yoludur insanın kendi hikâyesini anlatması ya da bize böyle öğretmişler. Oysa insanın aradığı şey acıdan kaçmak değil de anlam, haysiyet ve deneyimse, anlattığı hikâyedeki bir olayı şahsi bir zafer olarak da anlatabilir, atmak zorunda kaldığı bir adım olarak da. İnsanın kişisel olarak gördüğü her şey önemlidir hikâyesinde, içinde yaşadığı evden farksızdır anlattığı hikâye.”
Bir labirenti ve labirent benzeri hayatları anlatıyor Solnit; kayboluşlar, ters yöne gidişler, telaşlar, umutsuzluğa kapıldığı anda çıkışı bulmalar hep bu yaşamlara dâhil. Kaçışlar, nefessiz kalış ve sonra suyun yüzüne çıkış da insanların birbirini ve etrafındaki pek çok şeyi tüketmesi de…
Annesinin hikâyelerini yitirmeye başladığı ve öfkesini köpürten her şeyi unuttuğu dönemde Solnit hikâyeler yazmaya, başkalarını ve değişimleri anlamaya hız veriyor. Böylece annesiyle arasındaki farkları ve birbirine benzedikleri noktaları keşfediyor.
Solnit, Yakındaki Uzak’ta acil bir durumdan yola çıkarak kaleme aldığı metinlerde, geçmişinden önemli aşamaları başka hayat hikâyeleriyle paralel biçimde anlatıyor. İyi bildiğini düşündüğü yaşama yabancılaşma ve emin olduklarının birer birer soru işaretine dönüşme sürecine odaklandıktan sonra bunlarla hesaplaşıyor, düğümleri çözüyor ve yolculuğuna devam ediyor.
Yakındaki Uzak, Rebecca Solnit, Çeviren: Asude Küçük, Minotor Kitap, 296 s. (AB/TY)