Kara sevda uzun sevda
Mark dediğin yalan sevda
Köşeyi döndüm tam
Ölüm çıktı karşıma
Aras Ören’in manidar mısralarıyla başlayan filmde, virtüöz İsmet Topçu’nun elektro bağlamasından fışkıran zımba gibi performansla seyirci adeta uzaya fırlatılıyor. Boşuna değil: Topçu’nun hayallerinden biri kendisine NASA tarafından ayda bağlama çalma talebinin gelmesi. Oradan dünyaya bakarken gelecek ilhamla yaratıcılığının sınırlarını iyice genişletmesi mümkün olur mu diye merak içinde olduğumuz kesin…
Cem Kaya’nın geçen Şubat’taki Berlin Film Festivalinde prömiyerini gerçekleştirmiş olan Aşk, Mark ve Ölüm, 2022, Almanya yapımı, 96 dakikalık, seyrine doyum olmaz bir belgesel. Yeşilçam sinemasının gurbetçiler için manasını layıkıyla yansıttığı Remake, Remix, Rip-Off’tan sonra, zıpır olduğu kadar çalışkan sinemacı Almanya’ya bir şekilde savrulmuş insanların müzikte nasıl teselli bulduklarını, hatta çok daha fazlasını, arada adeta yumruk atarcasına aktarıyor.
Birbirinden renkli, binbir türlü arşiv malzemesi, gurbet ellerde ağır hayat mücadelesi verilen dönemlerin siyah beyaz görüntüleriyle harmanlanıyor, ustalıkla yoğrulmuş montaj bazen bir koreografiyle karşı karşıya olduğumuz hissini uyandırıyor.
60 senelik bir dönemin acı/tatlı anıları bilhassa günümüzde yapılmış röportajlarla masaya yatırılıyor; kültür şoku ve kimlik bunalımındaki gurbetçiler için sünnet düğünlerinin, nikâhların ve gazino eğlencelerinin müziğin itici gücünde birer vahaya dönüşmesini heyecanla izliyoruz.
Kadın işçilerle erkek işçilerin eşit ücret mücadelesinden ağır çalışma şartlarına karşı direnişlere, bilhassa Berlin duvarının yıkılmasından sonra iyice artan ırkçılıktan Neo-Naziler’in güdümündeki cinayetlere kadar gayet geniş bir spektrumla karşı karşıyayız.
Şahsi tecrübelerden yola çıkmanın avantajlarını layıkıyla kullanan Cem Kaya ayrıntılı bir hafıza çalışması gerçekleştiriyor; günümüzde belki de başka kaynaklardan medet umanlara nazire yaparcasına, o zamanlar mücadele cevherini içlerinde bulup kendilerine göre ortaya çıkaranlara saygı duruşunda bulunuyor.
Birleştiren coğrafya
Yunanistan, İtalya, İspanya, Portekiz, Yugoslavya ve Türkiye’den insanların Almanya’ya çalışmak için gitmeleriyle Avrupa’nın ortasında bir Akdeniz sıcaklığının esmeye başlaması gecikmedi. Göç ettikleri coğrafyayla alakasız olan kimliklerini, kültürlerini, müziklerini ve eğlencelerini de yanlarında götürmüş oldular ve ev sahibinden çok birbirleriyle kaynaştılar.
Çalışma şartları, bilhassa yabancı işçilere uygulananlar, fazlasıyla ağırdı; dil bilmemenin dezavantajı en başta olmak üzere, haksızlık, ayrımcılık, katı disiplin gurbetçileri bezdiriyor, sıla özlemi katlanılmaz seviyelere geliyordu. İşte o zaman imdatlarına kasetler, plaklar, ufak ufak, emprovize biçimde organize edilmeye başlanan konserler yetişti.
Yerel olarak keşfedilen cevherler gitgide parlıyor, bu arada Türkiye’deki meşhur sanatçıların yeni çalışmaları özlemle bekleniyordu.
Akabinde ev sahibi ülkenin ana akım müzik sektöründen tamamıyla bağımsız gurbetçi piyasası aldı yürüdü; kasetler ve plaklar peş peşe basılıyordu. Bu furya sırasında iyice moda olan pikaplar yaz tatillerinde Anadolu’nun en ücra köylerine kadar ulaşıyordu.
Berlin’in ikiye bölünmesiyle atıl kalmış bir tren istasyonu Türkischer Basar’a (Türk Pazarı) dönüştürülüyor, içindeki gazino Türkiye’den gelen gurbetçiler için adeta bir mabede dönüşüyordu.
Almanya’nın işçi politikasına isyan da bu arada alevlenmişti; bu hisler sadece fabrikalarda değil, protest müzikte de tesirli oldu, ev sahibi ülkenin misafirlere yeterince saygılı ve minnettar olmadığı muhtelif şekillerde ifade edildi.
Mevzubahis işçilerin artık istenmediği ve memleketlerine palas pandıras geri yollanmak istediği zamanlar da gecikmeyecekti zaten!
Irkçılığa HAYIR!
Büyük bedellerin ödenmiş olduğu, acılı bir süreç olarak da algılanabilecek gurbet macerası günümüzde yepyeni şekillere bürünmüş vaziyette. Muhtelif sektörlerde muvaffak olmuş gurbetçiler artık Almanya’nın ayrılmaz bir parçası haline gelmiş. Hem ana vatanları Türkiye’ye, hem de ikinci vatanları Almanya’ya belirli bir mesafeden bakabilme lüksüne sahip gurbetçiler, çoğu azınlıklar gibi oluşturdukları sentezle direndiler, güçlendiler, ilerlediler ve parladılar.
Tıpkı o zamanlar hem Türkçe, hem Kürtçe, hem de Arapça şarkıları repertuvarlarında kıvrakça harmanlayan ve her düğüne ısrarla çağrılan usta müzisyenler gibi!
Tıpkı geleneksel Anadolu tınılarını psychedelic rock’la birleştirip yepyeni tarzlarıyla insanları zıvanadan çıkarmayı bilmiş Derdiyoklar gibi!
Sürgündeki Cem Karaca misali, sistemin ve toplumun riyakârlığını ev sahiplerinin yüzüne vurmuş birçok muhalif müzisyen gibi!
Ne de olsa onlar hem Almanya’da, hem Türkiye’de yabancı muamelesi görür olmuşlar, kendilerine has kimliklerini müşkül şartlarda da olsa geliştirmek zorunda bırakılmışlardı. Onlar iki coğrafya arasında köprü vazifesi görürken bir sentez oluşturmuşlar ve bunu müziklerine de yansıtmayı bilmişlerdi.
İki Almanya’nın birleşmesiyle çetelerin güdümünde katliamlara dönüşen yabancı düşmanlığına karşı Karakan veya Cartel gibi Hip hop gruplarının ortaya çıkıp dertlerini yeni bir jargonla dile getirmeleri de bundandı.
Müzik bilhassa yeni nesillere motivasyon sağladı, kendilerini ifade etme imkânı verdi, özgüvenlerini artırarak bir yerlere gelmelerini sağladı.
Bu belgesel kaçmaz!
Gurbetçilerin nostaljiyle andığı Avrupa Birliği öncesindeki Almanya’nın para birimi marklı günleri özlememek bazıları için ne mümkün! Performans sergileyen sanatçıya iliştirilmiş ve sahneye fırlatılmış markların süpürge ve faraşla toplandığı dönemler çoktan geçti ne de olsa.
Yoksa bu bolluk kara paradan mı kaynaklanıyordu?
Düğünlerdeki zenneler bir yana, Berlin’in Sanat Güneşi Hatay Engin esprili yapısından dolayı mı yadırganmıyordu; yoksa memleketten uzak olunca ahlakçılık prim yapmaz mı oluyordu?
Hürriyet aslında fena bir şey değildi! Hedonizmin sınırları sanki zorlanmak için vardı…
Filmdeki muhtelif arşiv görüntülerinden birinde Baha Targün’ü görür gibi olduğum işçi mücadelesinin tam da o zamanlar başarıya ulaşmış olması da tesadüf değildi. Teferruatlı malumat için burayı ve şurayı okuyabilirsiniz.
Yönetmen Cem Kaya’nın özgür ruhu filmin her karesinde layıkıyla hissedilirke, kıvrak senaryo ve montaj sayesinde belgesel şurup gibi akıp gidiyor.
Arada Derya Yıldırım’ın bağlaması ve yumuşacık sesiyle duygulanıyor, ebeveynlere empoze edilmiş, insanlıktan uzak çalışma düzeni yüzünden tek başına büyümek zorunda kalmış çocuklarla elimizden geldiğince empati kuruyoruz.
Neşet Ertaş’ı Türkischer Basar’daki saz dükkânında ziyaret ediyor, gurbetçilerle özdeşleşen müzik piyasasının potansiyelini fark edip Türkçe söylemeye başlayan Alman Emine’yi takdir ediyoruz…
Zaten Cem Kaya’nın yönetmen olarak yarattığı atmosfer sayesinde filmde röportaj verenlerin samimiyeti perdeden taşıyor (Bazıları kamerayla mı flört ediyor?)
Mütevazı, kendini bilen, kâh hüzünlü, kâh ciddi olduğu kadar sevimli olan filmin kahramanlarının kendilerine has kimliklerini gururla taşımalarına kesinlikle şaşırmıyor, hayran oluyoruz.
Unutmadan…siz siz olun, filmin sonundaki muhteşem sürprizi kaçırmamak için koltuklarınızdan sakın kalkmayın!
(RL/EMK)