Malta’nın merkezi bölgelerinden birinde, 70’lerden kalma eski bir site. Her biri en fazla 4 katlı olan binaların baktığı bol zakkum ağaçlı geniş bir ortak alan. Hemen herkesin perdesi, penceresi sonuna kadar açık. Herkes birbirinin hayatına göz ucuyla tanık ama kimsenin ahlak zabıtası olma gibi bir gayesi yok. Burada yaşayan yakın dostumu sık sık ziyarete gide gele sitede yaşayan herkesi tanır olmuşum.
Sitenin ortak alanına bakan pencerenin dibindeki masada yakın dostum ve aynı zamanda çocukluk arkadaşım olan Rüya ile rakı ve meze eşliğinde sohbet ediyoruz. Bir yandan bahçede dans provası yapan İtalyan komşular Lorena ve Katerina’ya el sallıyoruz. Her gördüğümde bana Ray Charles’ı hatırlatan Jamaika asıllı İngiliz Tommy yavaş adımlarla ortak alandan geçiyor. Gördüğü kim varsa, siyah koca gözlüklerinin ardından selam veriyor. Biraz sonra Nepalli Manu, akşam mesaisine yetişmek üzere ortak alandan geçerken, dans provası yapan İtalyanlara kocaman gülümsemesiyle selam verip, sonrasında videolarını çekmeyi de ihmal etmiyor. Site değil, adeta hareketli bir Benetton reklam panosu. Bu sitenin adı, Birleşmiş Milletler olmalı diyorum. Rakıların ilk kadehi bitmiş, mezeler yarılanmış, sohbet koyulaşmış kıvamda.
O gün Aposto'da yayınlanan “Z kuşağının öncülüğünde acı sos patlaması” başlıklı yazısını henüz okumuşum. “Ne oldu da acı tatlar bu kadar popüler hale geldi?” diye sohbete devam ediyoruz. Her bir kelimenin zihnimizde yarattığı farklı imajlar vardır ve bu kelimelerin bazıları başka kelimelerle ortaklık kurar. Acı kelimesi benim zihnimde arabeskle ortaklık kuruyor ve hemen ardından zihnime sayısız imajlar bir anda hücum ediyor; kebap, rakı, gecekondu, ciğer, parlak kırmızı biberler, pavyon, Adana, Urfa, Müslüm Gürses, İbrahim Tatlıses, dolmuş, kırmızı gül, göç, arkasına basılmış kösele ayakkabı, jilet, kamyon arkası yazılar…
Arabesk müzik denince akla ilk gelen Müslüm Gürses olsa da nedense içimden İbrahim Tatlıses geçiyor. “Hadi aç da dinleyelim” diyorum. Rüya şaşkın. “Sen mi!” diye üstüne basa basa soruyor. Ben tabii ya, “Ben insan değil miyim?”. Ülkenin görüp görebileceği en cinsiyetçi karakterlerden biri olan İbrahim Tatlıses’in tatsız duruşunu bir şarkılığına da olsa bir köşeye koyuyorum. Seçtiğim şarkı; “Yalnızım”. Şu dünyada yalnızlıktan şikâyet edebilecek en son insanım belki de ama gurbette oluşumun bana verdiği yetkiye dayanarak, “çal da dinleyelim!” diyorum.
O eski halimden eser yok şimdi
Izdırap içinde yorgunum şimdi
Tutun kollarımdan düşerim şimdi
Yalnızım dostlarım yalnızım yalnız
İkinci kadehin ortalarındayım. Son ses çalan şarkıya, hiç de uymayacak bir ses tonuyla son ses eşlik ediyorum. Rüya şaşkınlığını gizleyemiyor, bana baktıkça kahkahasının tonu artıyor. Ciddiyim halbuki. Rakının etkisi midemde ve başımda kendini yavaş yavaş gösteriyor. Acının verdiği konforu tüm hücrelerimde hissediyorum. Hele o son nakaratın tonlaması;
“Tu-tun kolla-rım-daaaan düşerim şimdi”. Tane tane, tabiri caizse Bilal’e anlatır gibi, dostlarına bir yardım çığlığı yolluyor. “Tutun Kollarımdan”! Şarkının bitmesine yakın, bir anda karşı çaprazımızdaki balkondan iki genç kızın bizi telefonla kayda aldığını fark ediyoruz. Onları fark ettiğimizi anladıkları an gülerek içeri kaçıyorlar. Son derece ritimsiz bir tonda “Tutun Kollarımdan” diye İbrahim Tatlıses şarkısı söylerken internette viral olduğumu görürsem, asıl dram budur diyorum. Yılda bir iki şarkılık arabesk mesaime o noktada son veriyorum. Yılda en fazla birkaç kez acılı yemek yediğim gibi.
İnsanlar ikiye ayrılır: Acı sevenler ve sevmeyenler
90’lara, hatta 2000’lerin başına kadar acılı yemek, arabesk ve rakı kültürü toplumun daha dış çeperine itilmiş çevrelerle tanımlanıyordu. Arabesk müzik dinleyenlerle uyuşturucu kullananların neredeyse aynı kefeye konduğu yıllar. Acı tatlar daha çok kebap kültürü ile özdeşleştiriliyor ve yine toplumun ayrıcalıklı kesimleri bu tatlara varoş bir damga yapıştırarak burun kıvırıyordu.
Yüzyıllardır süregelen meyhane-meze kültürü adabına yakından aşina olan ve daha çok büyük şehirlerdeki beyefendilerin ya da entelektüel kesimin sahiplendiği bu kültürü bir kenara koyarsak, rakı tüketimi de büyük ölçekte ülkenin varoşlarında, kırsalında karşılık buluyor, yer yer acıklı türküler yer yer arabesk müzikle kol kola yürüyordu. Yani özetle, rakının ya da o dönemki ruhuna daha yakışan ismiyle aslan sütünün, bugünkü genel teamülde olduğu gibi cool bir havası yoktu.
Ne oldu da, acı yemek – arabesk – rakı üçlüsü bu kadar popüler hale geldi?
Zehir gibi acı bir biberi kütür kütür yemek, bir cesaret ve yüreklilik göstergesi olarak sunuluyor artık. Sosyal medyada sıkça denk gelmek mümkün. Beğenilme ve kendini ispat etme arzusunun patolojik boyutlara vardığı bu dönemin içine doğan Z kuşağı, gözü karalığının altını çizmek için herhangi bir düşünsel arka plana ihtiyaç duymuyor. Dünya artık deneyimler ve aşırılıklar üzerinden okunuyor. Zehir gibi acı bir sosu yiyecek yüreğin var mı ya da 1 milyon dolar için ne kadar acı biber yiyebilirsin?
Ekşi Sözlük'te “acı yemekten zevk alan kişi” başlığı altında yorumlara göz attım. İçlerinden birini paylaşmadan duramayacağım çünkü günlük hayatta da acı tatlara düşkün kişilerin yorumları genelde benzer tonda;
“Hayatın cilvelerine, kötü yüzüne alışmış ve artık sorunlardan zevk almaya başlamış kişidir.
acı aslında psikolojik olarak problemleri temsil eder ve insan acı yedikçe kendisini daha güçlü daha yenilmez hissederek mutlu olur. acı yiyemeyen insan da hayatın kolay yönlerini seçen daha çıtkırıldım tip insanlardandır.”
(yorum yazısı orijinal haliyle, düzeltme yapılmadan aktarıldı)
Rakı içenler ve içmeyenler de benzer şekilde, ancak daha profesyonel yöntemlerle ayrıştırıldı. Artık duymaktan yıldığımız rakı içen kadın güzellemesinden tutun da başına “yeni nesil” ibaresi eklenmiş, DJ’lerin sahne aldığı facia meyhaneler, 10. Yıl marşıyla yapılan garip kapanışlar… Saymakla bitmez. Rakı içmek zaman içinde bir çeşit laiklik göstergesi ve sözünün eri - güçlü insan olmanın da dışa vurumu olarak pazarlandı. Özellikle orta sınıfın hâlâ varlığını gösterdiği pandemi öncesi dönemi hatırlıyorum da “hadi bir kahve içelim” cümlesi artık yerini “hadi bir öğlen rakısı içelim” cümlesine bırakmış vaziyetteydi. Neydi bu fazlaca anlam yüklediğimiz, bitmeyen rakı sevdası?
2004’te, Tekel’in alkollü içecekler biriminin özelleştirilmesiyle birlikte, alkol üzerindeki tekelleşmenin sona ermesini Muhsin Kızılkaya yıllar önce bir TV programında şöyle açıklıyor; “AKP iktidarında rakı tadına kavuştu. AKP geldikten sonra rakının on tane çeşidi çıktı”. Adeta rakının altın çağı!
2006’da annemle İzmir’de bir AVM’de alışveriş yaptığımız sırada gözüm bir afişe takılıyor. Yaklaştıkça işler garipleşiyor. Gözleri kapalı poz veren Müslüm Gürses’in duruşu adeta bir orkestra şefi. Önünde bir rakı kadehi, rakının logosu ve afişin üst kısmında yazan “Murathan Mungan’ın Seçtikleriyle Müslüm Gürses”* cümlesi. Sıkı bir Murathan Mungan okuru olarak, hep tepeden baktığım Müslüm Gürses’e ve arabesk müziğe karşı bir yeşil ışık yakıyorum. Sonrasında o albümden şarkıları arkadaşlarla rakı masalarında çokça kez dinlediğimi hatırlıyorum. O gün gördüğüm albüm afişindeki bu tezatlıkların son derece şık bir kompozisyonla yan yana gelişi; benim gibi şehirde yetişmiş, eğitimli birine hoş geldin derken, Müslüm Baba’nın asıl fan kitlesini yani öz evlatlarını artık ardında bıraktığının da bir sembolüydü. Artık Nişantaşı’nda yaşayan hali vakti yerinde biri de arabesk dinliyordu.
Arabesk el değiştiriyordu. Orta sınıf eğitimli kitle rakı masalarında artık utanmadan, arabesk müziğin hüzün dolu kollarında dans ediyor, acının verdiği hazzı tadıyordu. Günümüzde bilhassa hem ayrıcalıklı bir sınıfın mensubu olup hem de arabesk kültüre ilgi duymak sizi daha da muteber bir yere konumlandırabilir. Fakat gerçek şu ki; kenar mahalleler değişimi çok daha ileriden takip ediyor ve arabeske uzun süre önce rap motifleri ekleyerek formunu değiştiriyor. Bununla da kalmıyor, büyük kitleleri peşinden rüzgârının içine alarak pop müziği tahtından fırlatıp atıyor. Eskiden Kadıköy’de bir mekânda arabesk söylemek Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya benziyordu. Bugün ülkenin en çok dinlenen yeni nesil pop şarkıcılarının müzikleri arabesk, fantezi kıvamında.
Alkol reklamlarının yasaklanmasıyla markaların örtük bir şekilde uyguladığı reklam kampanyaları, influencer iş birlikleri, ünlü isimlerin hazırlanan özel davetlere iştiraki ve rakının artık daha bütçeli masalarda baş köşeye oturması da bu dönemin sonrasında şahlanıyor. Muhsin Kızılkaya bir bakıma haklı. Evet, AKP iktidarında rakı tadına kavuştu ama masa değiştirerek. Akıl sınırlarını zorlayan özel tüketim vergisi ve enflasyonla beraber neredeyse viski fiyatıyla eşitlenen rakı, artık tabiri caizse kalantor bir cüzdana sahip olmayı gerektiriyor. Eskiden haftada bir iki tek atmak bir emekli ya da işçi için olağan bir durumken, şimdi olsa olsa anca yılda bir, yılbaşı sofrasında tadılabilecek nadirlikte.
Müslüm Gürses’e döneyim; önyargılarımı yıkan Murathan Mungan dokunuşlu “Aşk Tesadüfleri Sever” albümünün müzik tarihindeki yeri hep farklı olacak. Bu albüm aynı zamanda bir sanatçının kendi yolundaki dönüşümü açısından da muhteşem bir örnekti. Ama gelgelim bugün var olan gerçek çok daha başka ve fazlasıyla ironik. Pop kültür hepten yok olmamak için bir zamanlar tepeden baktığı arabesk müziğin paçasına yapışmış treni yakalamaya çalışıyor. O tren çoktan Arabesk Rap istikametine girmiş yol almakta.
Kültür emperyalizmi öylesine menem bir şey ki, üretecek yeni bir şey bulamayınca, bir zamanlar tepeden baktığı her şeyi alım gücü daha yüksek damak zevklerine göre uyarlayıp, bunu da gümüş kaşıkla alıcısına yedirebiliyor. Ve artık arabesk hiç olmadığı kadar yükselişte. Yiğidin muhtaç olduğu kuru soğanı artık karamelize edip avokado dilimleri ile servis ediyorlar. Seveni bol. Afiyet olsun.
*Murathan Mungan’ın Seçtikleriyle Müslüm Gürses / Müslüm Gürses / 2006 / Pasaj Müzik
(KA/HA)