Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığının Sultan Abdülmecit için ölüm yıldönümü vesileyle bir anma düzenlemesi şüphesiz bugüne kadarki Cumhuriyet rejimi tarihi göz önüne alındığında bir çeşit anomali, atipik bir durum gibi gözüküyor.
Zira Cumhuriyet rejimi her ne kadar kurumsal ve kültürel olarak Osmanlı Devleti ile bir devamlılık arz etse de, bir ulus devlet ideali çerçevesinde kendine has meşruiyetini tesis etmek için yeni bir tarih yazımına girişmiştir.
Bu tarih yazımında Osmanlı sultanları doğal olarak öncelik sırasında yeni rejimin kurucusu karizmatik liderin gerisinde arkaik figürler olarak gölgede kalmışlardır.
Bu anma vesilesiyle, kurucu ideolojinin kadim kalesi olan parti ve çevresi tarafından itirazların yükselmesi ve kopan gürültüler, bu öncelik sırasının bozulmaya cüret edildiği endişesinden ileri geliyor olsa gerek.
Rejimin iyi ya da kötü yönde olduğu konumuz dışında olan bir değişim sürecinin içinde olduğunun aşikar olduğu, anayasa yapımının arefesinde olduğumuz şu günlerde, Sultan Abdülmecit'in yine bir değişim süreci figürü olarak anılıyor olması aslında bir açıdan manidar.
Bu vesileyle Abdülmecit'e ve dönemine kısa bir bakış atıyoruz.
16 yaşında tahtta
1823'te, Sultan II. Mahmud'un Gürcü ya da Çerkes asıllı cariye Bezmialem Kadınefendi'den doğma oğlu Sultan Abdülmecit birçok açıdan kendinden önceki ve sonraki Osmanlı Padişahları arasında bir eşiği sembolize eder. Çocukluğunda, babası Sultan II. Mahmud'un öngördüğü "modernleştirme" ve batılılaşma çabaları ortamında geleneksel eğitimin yanında Batı eğitimi de verilen ilk padişahtır.
Birçok açıdan bakıldığında Avrupa prensleri gibi yetiştirildiğini söyleyebileceğimiz Sultan Abdülmecit, özel hocalardan Fransızca ve Batı müziği dersleri almış, Batı basınını birebir takip eden bir şehzade olarak yetişmiştir.
Babası Sultan II. Mahmud öldüğü gün, henüz 16 yaşında tahta çıkan genç padişahın yüzü babasına kıyasla Batı'ya daha dönüktü.
Çağdaş düşüncelere açık, kadınların kamusal alanda görünürlüğünden yana, alicenap, hassas ve nazik genç Sultan tahta çıkar çıkmaz kendisini ciddi sorunlarla yüz yüze buldu: Yükselen milliyetçilik imparatorluğun Balkanlardaki temellerini sarsarken, Mısır'da Kavalalı Mehmed Ali Paşa büyüyen bir sorun olmaya devam ediyordu.
Üstüne üstlük genç padişahın muktedirliğine galebe çalan kuvvetli bir bürokrasi de söz konusuydu.
Gülhane Kasrı'ndan Tanzimat Fermanını izliyor
Devletin 19. yüzyılın gereklerine uygun şekilde yeniden konsolidasyonu etrafında gelişen bekâ kaygıları karşımıza, Tanzimat Fermanı olarak bilinen Gülhane Hatt-ı Hümayünü olarak çıkar.
3 Kasım 1839'da Topkapı Sarayı'nın Gülhane Meydanı'nda Mustafa Reşid Paşa tarafından okunan ferman padişahlar eliyle başlayan modernizasyon çabalarında yeni bir aşamadır.
Fermanda, devlet kurumlarında ve düzeninde yaygın bir ifsadın söz konusu olduğundan, yeni kurumsallaşmalara gidilip yeni yasalar hazırlanacağından, Osmanlı uyruğu olan herkesin can, mal ve ırz güvenliğinin sağlanacağından, vergi adaletinin tesis edilip mülkiyet hakkının korunacağından, askerliğin kamusal bir yükümlülük olarak süreye bağlanacağından bahsedilir.
Fermanın ilanını Gülhane Kasrı'ndan izleyen Abdülmecit, törenden sonra Hırka-ı Saadet dairesinde Fermana uyacağına ilişkin Kur'ana el basarak yemin eder.
Bürokrasi içindeki çekişmelerden, ayak oyunlarından ve siyasi etrikalardan rahatsız olan, yaşı ve yumuşak huylu tabiatı dolayısıyla fazla da müdahil olamayan genç padişah çareyi bu atmosferden olabildiğince uzak durmakta, hareme kapanıp cariyelerle, ikballeriyle ilgilenmekte ve sefahat alemine dalmakta bulur.
Bir şölenden diğerine, bir gezintiden öbürüne mali açıdan da oldukça savurgan olan genç padişahı dönemin Birleşik Krallık İstanbul Büyükelçisi Lord Startford Canning şöyle tanımlar:
"İnce, anlayışlı, görevine bağlı, alçakgönüllü, insan canlısıydı ama bu erdemlerini tam geliştiremeden padişah olmuş, iradesi zayıf bir insandı. Bu yüzden de tahta geçer geçmez kendisini eğlenceye kaptırdı. Yumuşak ve liberal yoldan gerçekleştirilebilecek devrimlerden yana, açık düşünceliydi ama bu yönde çaba gösterecek güçten yoksundu."
''İlk''ler dönemi
1840'da Kaime-i Mutebere denilen ilk kağıt para basılır ve 160 bin Osmanlı altını karşılığında ilk iç borçlanmaya gidilir. 1841'de "Mısır Fermanı"nı yayınlar, Londra Antlaşmasında Kavalalı ailesinin de facto saltanatına dair kararı onaylar.
1844'de Eser-i Cedid vapuruyla yurt gezisine çıkar; İzmit-Mudanya-Bursa-Çanakkale-Midilli hattında halk ile temaslarda bulunur, ıslahatların ve yeni düzenlemelerin nasıl gittiğini gözlemler.
Bu da bir başka milattır. Zira bu artık padişah'ın "görünmez otorite" oluşunun sonudur. Değişimin şahsında vücut bulduğu padişah bunlarla da yetinmez. 1847'de esir ticaretini yasaklayan fermanını yayınlar.
Kapalıçarşı'nın yanı başındaki esir pazarı yıktırılır. Gelgelelim, fermanın yayınlanması fiili durumu anında değiştirmemiş, esir ticareti bir dönem daha gizliden gizliye sürmüştür.
Mayıs 1853'te Kırım harbi başlar. Sultan bu savaştan Fransa ve İngiltere'nin de desteğini alarak muzaffer bir şekilde çıkar. 1856 Şubatında ilan edilen Islahat Fermanı ise Tanzimat reformlarının daha ileri bir aşamasıdır.
Öte yandan, o yıllarda Kırım harbinin getirdiği mali yük, lükse ve Batı mimarisine düşkün seçkin zevkleri olan müsrif padişahın yeni saraylar ve köşkler yaptırmasına engel olmaz.
Bu yaşam tarzı sadece kendisiyle sınırlı değildir. Abdülmecit'in kadınefendileri, kızları ve ikballeri Beyoğlu kuyumcularının en seçkin müdavimleridir.
Suikastçılarının idamını onaylamıyor
Saray ahalisinin bu savurgan ve şatafatlı yaşantısı halk arasında içten içe bir antipati oluşmasına neden olur. Bunun menfi neticelerinden biri de, Sultan Abdülmecit'e yönelik plan aşamasında ortaya çıkarılan bir suikast girişimidir.
Kılıç Ali Paşa Camii'nde toplantı halindeki suikastçiler 4 Eylül 1859'da yakalanır ve yargılanırlar.
Sultan "Ortada katil fiili yok, tasavvurda kalmış. Ben adam öldürtmek istemem, cezaları kalebendliğe çevrilsin" diyerek mahkemenin verdiği idam hükmünü onaylamaz.
1857'de, yaşadığı ''hovarda hayatın bir getirisi'' kabilinden vereme yakalanan padişah, son dört yılını saray hekimlerinin iyileştirme çabalarıyla geçirir.
1861 Haziranında Ihlamur Kasrı'nda öldüğünde yanında hekimleri, Sadrazam Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa, Serasker Rıza Paşa ve Kaptan-ı Derya Mehmed Ali Paşa bulunuyordu. 38 yaşındaydı, 22 yıldır tahttaydı.
Abdülmecit dönemi kültürel ve siyasi açıdan derin bir değişim dönemiydi. Batı'dan ithal alışkanlıkların ve zevklerin Payitahtta kendini sarsıcı bir şekilde hissettirdiği yıllardı.
Yeni mekanlar, yeni semtler
Bu dönemde, Payitahtın yüzlerce yıllık yönetsel merkezi olan Suriçi İstanbul ve Topkapı Sarayı yerini Dolmabahçe Sarayına bırakmış, Eyüp, Galata, Üsküdar gibi şehrin yaşam pratiğinin en yoğun olduğu yerlerin yanısıra, Bakırköy, Teşvikiye, Beşiktaş, Kadiköy, Bostancı gibi yeni mekanlar ve semtler ön plana çıkmış ve gelişmiştir.
Sultan Abdülmecit bu değişimi şahsında sembolize eden öncelikli figür olarak toplumu yeniliklere özendirmek için, kurum açılışlarına, okul sınavlarına ve derslerine katılıyor, gündelik yaşantısında Batı'yı yaşıyordu.
Dolmabahçe Sarayı, Barok, Rokoko, Ampir gibi mimari üslupların terkibini yansıtan yapısıyla Sultan Abdülmecit'in Batılı sanat zevkinin sembol eseri olarak günümüzde de gözlerimizin önündedir.
Ortaköy Camii olarak bilinen Mecidiye Camii de, varoluş amacı itibariyle Batılı olmayan bir mimari yapı olmasına rağmen, aynı Batılı üslubun (bilhassa Barok tarzın) izlerini bünyesinde taşır.
Hasılı, Sultan Abdülmecit, yaşam tarzı ve yarattığı değişimin kültürel kodları itibariyle önceki Osmanlı padişahlarına ve bir İslam halifesine kıyasla biraz fazla Batılıdır. Bu açıdan bakıldığında, aslında Cumhuriyetin kurucu kadrolarıyla arasında bir perspektif farkından ziyade, sadece zaman ve konum farkı vardır, fazlası değil. (BU/BA)
* Kaynakça: Sakaoğlu, Necdet. 1999. Bu Mülkün Sultanları. Oğlak Yayınları