Askeri hastanelerin sağlık bakanlığına devri sonrasında, Gülhane Askeri Tıp Akademisi (GATA) Haydarpaşa Eğitim Hastanesi’nin ismi, “Haydarpaşa Sultan Abdülhamid Eğitim ve Araştırma Hastanesi” olarak değiştirildi.
Tam bu sıralar, II. Abdülhamit döneminde üst düzey görevlerde bulunmuş Ahmet Reşit Rey’in, İş Bankası Yayınlarından çıkan “İmparatorluğun Son Döneminde Gördüklerim Yaptıklarım” kitabını okudum. Hastaneye Abdülhamit adı verilince, kitaptan bir anekdot yazmak gerekli oldu.
Hastaneye neden Abdülhamit adı verildi?
Hastane II. Abdülhamit tarafından kurulduğu için diyenler olabilir.
Önce hastane adlarının karışıklığa meydan verebilecek kısmını açıklayalım.
Evet, Gülhane Askeri Tıp Akademisi, 1898 yılında II. Abdülhamit tarafından kurulmuş. İkinci Dünya Savaşı’na girme ihtimali üzerine de, hastane İstanbul’dan Ankara’ya taşınmış.
Ancak adı değiştirilen hastane ise, Haydarpaşa Askeri Hastanesi. Gülhane ile ilgisi yok. Daha sonra GATA’ya bağlanan bu hastane, 1845 yılında Sultan Abdülmecit tarafından yaptırılmış.
Öncelikle belirteyim ki, padişahların, devlet insanlarının, siyasilerin adlarının kurumlara, tesislere verilmesi pek isabetli değil. İlla kişi adları verilecekse, devlet ve siyasi merkezli şahısların adları yerine, toplumumuzdan uygarlığa katkıda bulunmuş, mesleki anlamda yenilikçi olmuş kişilerin adlarının verilmesi, en azından toplumsal genel kabul ve meşruiyet açısından isabetli olur.
Ecdadımızın/padişahlarımızın adı sizleri niye bu kadar rahatsız ediyor, diye sorulabilir. Mustafa Armağan, bu isim değişikliği üzerine, “Abdülhamit bir yerinize mi batıyor?” diyor. Bu anlayışa sahip olan insanlara hatırlatırım ki, insan vücudundan kıymık temizler gibi tarihten kıymık temizlenemez! Tarihi kendince düzeltmek adına çıkardığını sandığın bir kıymığın yerine koca bir budak girer! Bu anlamda Cumhuriyetin resmi tarihçilerinin olduğu gibi, siyasal İslamcı ve Osmanlıcı tarihçilerin görüşleri de gerçekten çok sorunludur.
Başta da dediğim gibi, siyaseten tartışmalı adların olur olmaz yerlere verilmesiyle bir meseleyi çözmüş olmuyorsunuz, tersine mesele üzerine mesele çıkarıyorsunuz demektir. Bu zaten iktidarlar tarafından bilerek yapılıyor. Çünkü toplumda bu türden meseleler çıktıkça, siyaset bundan besleniyor. İşte, hastanenin adının Abdülhamit olarak değiştirilmesi. Toplumun bir kısmı bundan memnun, bir kısmı tepkili; aynen köprü adında olduğu gibi.
15 Temmuz darbe girişimi sonrasında, başta Erdoğan olmak üzere bu hükümetten, toplumda açtıkları derin yarıkların iyileştirilmesi ve çatışmacı dilin yerine kapsayıcı ve barışçı bir dilin kullanılması beklenirdi. Bu açıdan birkaç umut verici sözler de edildi. Ancak görünen o ki, ne 15 Temmuz bir siyasi milat, ne de Yenikapı mitingi yeni bir kapı olmayacak. Erdoğan, bunun sorumlusudur.
Bir sağlık kurumuna ne diye Abdülhamit adı veriliyor?
Bu toplumda sağlık alanında değerli işler yapmış kimseler yok mu?
Ya da illa ki hastanelere bir şahıs adı mı verilmeli?
Bırakın Abdülhamit’in yakasını.
Ecdat edebiyatından şifa bulmanız mümkün değil!
O Abdülhamit ki, en az İttihatçı çeteler kadar, sizin gibi Yıldız Sarayı’nı elinde oynatanlardan, parayla paşalık satın alanlardan çekti!
II. Abdülhamit ve deprem
Hatırata gelecek olursak;
Olayın oluşu üzerinde tarafların mutabık kaldığı ama sonuçlarının farklı yorumlandığı bir olaydan söz edeceğim.
1906 yılında İstanbul’da orta ölçekli bir deprem olur. O sırada Dolmabahçe Sarayı’nda Kurban Bayram’ı töreni icra edilmektedir.
“Semih Mümtaz Bey, ‘Tarihimizde Hayal Olmuş Hakikatler’ isimli kitabında çok karlı, soğuk, rüzgârlı bir günde yaşanan depremi anlatırken, II. Abdülhamid’in hiç tanımadığımız başka yönlerini de görüyoruz, der.
“Hafif bir panik başlamak üzere idi. Hünkâr ayağa kalktı. İki adım kadar yürüdü. Fakat derhal döndü. Bu arada Şura-yı Devlet Reisi Kürt Sait Paşa, Hünkâra doğru koşmuştu. Onu derhal yerine yolladı. Ortalığa bir işarette bulundu, tahtına oturdu.
“Ortalığı korkutan zelzele devam ediyordu. Muzika durmuştu. Kalabalığı dehşet istila etmişti. Bazıları kaçmak yolunu araştırıyordu.
“ (Hünkâr) Uzaktan kaçanları görmüş, kimler olduğunu öğrenmek istemiş. Öğrenince de kızmış, ‘Allah gazabından kaçmak aptallıktır. O nerede değildir ki nereye kaçılsın. Yakışıksız bir hareket’ demiş.” (www.timeturk.com/tr/)
Bu hikâye II. Abdülhamit övgücüleri tarafından farklı zaman ve yerlerde tekrar edilir.
Olay aynı olmakla birlikte durum gerçekten de böyle midir?
Mabeyin Başkitabeti’nde 14 yıl çalışmış olan Ahmet Reşit Rey, olayın sonucunu şöyle anlatır: “… Nihayet sarsıntı geçti. Merasim tekrar başladıktan sonra hünkâr, Müşir Ethem Paşa’yı yanına çağırarak uzunca emirler verdi. Paşa derhal muayede salonundan çıkıp gitti. Merasim bittikten sonra henüz Dolmabahçe Sarayı’ndan ayrılmadan bana yazdırılan bir irade tezkeresinde, saraydaki sarsıntının Zeytinburnu’ndaki barut havanlarının infilakı sonucu olması ihtimali bulunduğu ve bu patlamanın bayramlaşma merasimi zamanına tesadüfünün dikkat çekici olması nedeniyle hızlı ve derinlemesine tahkikat yapılarak neticenin açık bir şekilde bildirilmesi emrediliyordu.
“Günlerce bu işle uğraşıldı. Anlaşılıyordu ki, depremle beraber herkes gibi padişah da korkarak yerinden fırlamıştı. Fakat vehmi derhal uyanmış ve kendisine, ‘Otur, kımıldama! Bu sarsıntıdan amaç, seni tahtından uzaklaştırıp yerine fırsat kollayan veliahdı oturtmak, hemen oracıkta halkın ona bağlılığını bildirmesini sağlayarak işi oldubittiye getirmektir!’ demiştir. Bu vehmin altında depremin yapay olduğu fikri yatıyordu.” (İmparatorluğun Son Döneminde Gördüklerim Yaptıklarım – İş Bankası Yay. Syf. 15)
Hemen belirtelim ki, Ahmet Reşit Rey, bir Abdülhamit düşmanı değil. Kitabında Abdülhamit’in vehimleri, jurnal meseleleri eleştirisinin dışında Abdülhamit’in idaresini ve denge politikasındaki zekâsını övüyor, eğitime katkılarının altını çiziyor.
İttihat Terakki karşıtı olan Rey, üstelik Hürriyet ve İtilaf Fırkasının programını da yazanlardan biri. Kısa süreli olarak yaptığı dâhiliye nazırlığı dönemi, 23 Ocak 1913 yılında İttihatçılar tarafından yapılan Bab-ı Ali hükümet darbesi dönemine denk gelir.
Bu nedenle Rey’in görüşlerinin dikkate alınması gerekir.
İşte aynı olay, iki sonuç; hangisi daha güvenilir?
Semih Mümtaz Beyin anlatısında Abdülhamit’in cesaretli ve metanetli bir lider olduğu ima edilerek özellikle de, “Allah’ın gazabından kaçmak aptallıktır” diyen Abdülhamit’in Müslümanlığına vurgu yapılıyor.
Amaç, hem cesur hem de tam Müslüman bir lider portresi çizmek. Amaç birilerinin hoşuna gidecek hikâyeler yazmak olunca, tarih, bu amacı kanıtlamanın bir aracı olarak kullanılır.
Hangi ideolojiden, siyasetten olursa olsun böylesi çalışmalara tarih değil, propaganda metinleri denilir.
Peki, II. Abdülhamit 1894 depreminde ne yapmış?
Ancak “Allah’ın gazabından kaçılmaz. O nerede değil ki, nereye kaçılsın” dediği iddia edilen II. Abdülhamit, 1894 Temmuz’unda meydana gelen büyük depremde zemin kattaki odasının penceresinden bahçeye atlayarak kaçmış! (a.g.e Syf. 14)
İyi de etmiş!
Şimdi bu hikâyelerden hangisi daha insani, hangisinin gerçekle bağı daha çok? (HŞ/HK)