Abdi İpekçi’nin ölüm yıldönümü bugün. 1 Şubat 1979’da evinin yakınlarındaki arabasında tetikçi Mehmet Ali Ağca tarafından öldürülen İpekçi, bu suikasta uğradığı sırada Milliyet gazetesinin genel yayın yönetmeni ve başyazarıydı.
İpekçi, düşünce özgürlüğü ve demokrasi alanındaki ilerici tavrı ve hümanist kişiliğiyle bilinen bir gazeteci/yazardı. Yaşamı boyunca şiddete karşı çıkmış, barışı savunmuştu. O dönemde şiddet olaylarının ayyuka çıkmasına koşut, bir çözüm bulunabilmesi için yazılarında parlamentoya çağrı yapmış, siyasetin kutuplaşmadan çok demokratik bir uzlaşı ortamına çekilmesini dillendirmiş, partizanlığın yerine kamu çıkarını gündeme getirmişti. Nitekim barışçı ve demokratik tavrının “bedelini” bir gün canıyla ödeyecekti.
1993’te öldürülmeden önce araştırmacı gazeteci Uğur Mumcu, İpekçi cinayetini aydınlatacak verilere ulaşmış, “kanlı çete işi” cinayetin MİT ayağına dikkat çekerek “Cinayet sırasında MİT görevlisi Şahin Tolunoğlu’nun da olay yerinde bir başka araçta beklediği”ni yazmıştı.
Devlet-polis-mafya ilişkilerini ifşa eden Susurluk kazasında ölen “ülkücü ve uyuşturucu kaçakçısı derin devlet ajanı” Abdullah Çatlı, cinayetin kilit ismiydi ve onunla birlikte Bedrettin Cömert cinayetinden sahte pasaportla yurt dışında yakalanan Mehmet Şener adlı ülkücü iade edilirse, İpekçi cinayeti de aydınlatılmış olacaktı.
Ancak böyle bir şey olmadığı gibi deliller karartılacak, cinayet dosyası da tozlu raflarda kaybolacaktı. Papa II. Jean Paul’e suikast düzenlenmesi gibi pek çok olaya karışmış olan Ağca’ya ise devlet nezdinde “iade-i itibar” yapılacaktı bir gün.
İpekçi’den geriye onun, kısırdöngü hâline gelmiş sorunların düşünceyi ifade hakkının tam olarak kullanılabilmesiyle, demokrasinin çağdaş bir uygarlık düzeyine varmasıyla, barışın sağlanmasıyla çözüleceğini öngören aydın tutumu kalmıştı. Bir de kalemine bir gün olsun ihanet etmeden, yüreklice inandığı değerleri savunabilmesi, eğilip bükülmeden.
Abdi İpekçi, Ali Naci Karacan tarafından 1950’de kurulan Milliyet gazetesinin genel yayın yönetmeni idi. Yazının başında belirtmeme rağmen bunu yineleme gereğini, bugün Milliyet ve onun gibi büyük ideallerle kurulmuş (Kurucusu Sedat Simavi ile “en büyük hayâlim” dediği Hürriyet’ten bahsediyorum) gazetelerin içinde bulunduğu durum dolayısıyla duydum. Çünkü gazete yalnızca sahibinin malı değil, kamuya mâl olan, toplumsal yaşamda ve insanların fikrî dünyalarında yer eden bir kurumdur. Hele ki tek ve en önemli işi ve hedefi gazetecilik, “iyi gazetecilik” olan bir isimle veya isimlerle o gazete bir dönem özdeş hâle gelmişse. Gazetecilik değerlerini bir ilke olarak benimsemiş, Milliyet’i Milliyet yapan bir gazeteciydi Abdi İpekçi. Bundandır bugün adı yarım asırdan fazla bir süre geriye giden, gerçekten gazetecilik yapmak için yola çıkmış insanların kurduğu gazeteler için hayıflanmamız.
İpekçi’den bu yana her şey o kadar değişmişti ki; basına sermayenin girmesiyle, başka deyişle holdingleşmeyle kişisel ve siyasî çıkarlara alet edilen gazeteler, gazetecilikten uzaklaşacak, kitleselleşmeyle birlikte o gazeteler fikrî yönden zayıflayacaklardı.
Ezcümle Milliyet’i de önce Doğan Grubu sonra da 17 Aralık yolsuzluk olaylarıyla ilgili ortaya çıkan ses kayıtlarında, “İmralı Zabıtları”nı yayınlandığı için eski Başbakan Erdoğan tarafından azarlanan, “ağlatılan” iş adamlarından biri (Erdoğan Demirören) satın almıştı da sonra neler olmamıştı ki?
O başbakan tarafından “Batsın senin gazeteciliğin” denilen Hasan Cemal, Can Dündar gibi yazarlarla, genel yayın yönetmeni Derya Sazak gazeteden kovulmuştu. Bir süre sonra da toplu kıyımlarla Kadri Gürsel, Aslı Aydıntaşbaş, Meral Tamer, Kemal Göktaş, Sertaç Koç gibi deneyimli gazeteci/yazarlar işten çıkarılmıştı.
Milliyet ile ilgili son olarak öğrendiğimiz ise patron Erdoğan Demirören’in gazetelerde çalışanlarını toplayarak gazetenin kâr etmediği gerekçesiyle çalışanlarına zam yapmayacağını söylemesi oldu. Bunun üzerine “her hafta gazeteye manşetlik haber yaptığını söyleyen bir gazeteci geçinemediğini ve kredi kartlarıyla yaşadıklarını” ifade edecek, patrondan “Sen de git” yanıtını alacaktı.
Gazetecilik “para etmiyordu” ne de olsa bu devirde. Siyasî iktidar medyaya sopa göstermekten geri durmuyor, gazetecilik yapanlar ise ya işten çıkarılıyor ya da istifaya zorlanıyordu.
En uzun çağ bu, en koyu karanlıkları yaşadığımız
Şu son günlerde medyada olup bitenlere baktığımız vakit yine pek tekin olaylar yaşanmadığını görüyoruz.
Doğan Holding’in patronu Aydın Doğan’ın, “Bu suça ortak olmayacağız” mottolu bildiriye imza atmış olan ve aynı zamanda Doğan Medya Yayın İlkeleri Kurulu üyelerinden Prof. Dr. Yasemin İnceoğlu’nun istifa ettiğini bildiren bir mektup yazdığını duyurdu. İnceoğlu’nu hedef gösteren hükümetin medyadaki bir numarası Star yazarı Cem Küçük.
Habertürk gazetesi, medyascope.tv’de söyleşiler de yapan gazeteci Ruşen Çakır’ın işine son verdi.
Cizre’de yaralanan İMC TV’nin kameramanı Refik Tekin hastanede yatarken hakkında gözaltı kararı çıktı; Tekin, savcılık, valilik ve Anadolu Ajansı tarafından “terörist” ilan edildi.
Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), “çocuklar ölmesin” lafını “terör örgütü propagandası” saydı ve Kanal D’ye 900 bin lira ceza kesti. “Program sunucusu hiç müdahalede bulunmadığı gibi, programa telefonla bağlanan Ayşe Çelik isimli şahsı alkışlattırarak kişinin yaptığı açıklamaları desteklemiş.” Yandaş medya tarafından hedef gösterilen program için, Grup bünyesindeki Hürriyet’e de bir dönem açıldığı gibi, “terör soruşturması” açılmıştı ama daha sonra ne olduğunu pek de anlamadığını söyleyen program sunucusu haber bültenlerine çıkıp bin defa özür dilemişti de niçin özür dilediğini anlayamamıştık.
Yalnız bunlar değildi ki olanlar… Yine Kanal D’nin sabah haberlerinde “Katil Erdoğan” yazan pankart birkaç defa ekranda göründüğü için programın yöneticileri hakkında 5 yıl 4 ay hapis istemiyle dava açılmıştı.
Demokrat Haber, Yüksekova Haber, Sendika.org siteleri Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı (TİB) tarafından erişime engellenmişti.
Ama herhâlde en vahimiydi, 25 Kasım 2015’ten beri Silivri zindanlarında tutuklu bulunan Can Dündar ve Erdem Gül’ün birer ağırlaştırılmış müebbet ve birer müebbet hapis cezasının istendiği Başsavcı vekili İrfan Fidan tarafından hazırlanan iddianamede; her iki gazetecinin de haber, yazı dizisi, röportaj ve köşe yazılarının tek tek kopyala-yapıştır yöntemiyle alınarak tek delil olarak gösterilmesi. Bir akıl tutulması!
Eğer gazetecilerin haberlerinden, röportajlarından, köşe yazılarından suç üretilecekse, ifade ve basın özgürlüğünün ihlâl edildiğinden, halkın haber alma hakkının yok sayıldığından bahsetmeye ne hacet. Bu durum, tam da Aldous Huxley, Ray Bradbury, George Orwell gibi yazarların distopyalarında tanımını buluyor. En uzun çağ bu ne de olsa, en koyu karanlıkları yaşadığımız.
Evet, Abdi İpekçi’nin ölümünden bu yana tam 37 yıl geçti. Devlet elbette aydınlatmamıştı cinayeti. İpekçi ve diğer gazeteci/yazar cinayetleri de çoğunlukla karanlıkta kalmıştı! Şimdi değişen ne?
Yine şiddetin tırmanmasından, ölümlerin artmasından bahsetmiyor muyuz içimiz yanarak?
Yine çözüm isteyenler, silahlar sussun diye çağrı yapanlar, diyalog ve barış diyenler hedef tahtasına konulmuyor mu her gün?
Devletin TIR’larla silah gönderdiğini belgeleyen gazeteciler “Öyle bırakmam onu” tehditleriyle tutuklanarak gazetecilikten suç üretilmeye çalışılmıyor mu? (SE/HK)