1980’lerin başında fikir ayrılıklarının baş gösterdiği Yugoslavya’da insanlar çok geçmeden politik ve etnik kavgalara tutuşmuştu. 1990’ların başında ise ülkede çıkan iç savaşın etkisi bugünlere dek sürmekle kalmadı, hâlâ çatışma ihtimalini diri tutmuştu. Dubravka Ugrešić, bu gelişmeleri önce ABD’den, sonra Hollanda’dan izleyerek kaleme almış bir yazardı.
İç savaştan kısa süre öncesine kadar birbiriyle komşu olanların düşman hâline gelmesinin yarattığı travmaları, kayıpları ve amneziyi romanlarında, denemelerinde ve makalelerinde anlatan Ugrešić; hem Yugonostaljiyi hem de 1990’lardan itibaren yaşanan gelişmeleri ve insanların ruh hâlini tanıklığından hareketle aktarmıştı okura.
Zagreb Üniversitesi’nde Karşılaştırmalı Edebiyat ile Rus Dili ve Edebiyatı bölümlerinde okuyan Ugrešić, bu uzmanlıklarına dair kalem oynatırken gitmenin mi, yoksa kalmanın mı zor olduğunu tartıştığı metinleriyle çıkmıştı karşımıza. Bu tartışmanın özünü ise belirsizlik oluşturuyordu; parçalanma arifesindeki Yugoslavya’yı terk edenlerin ve savaşın ortasında kalanların kim olduğunu, nerede bulunduğunu, nereye gidebileceğini, kimin arkadaşı ve yoldaşı olduğunu bilememesi Ugrešić için hem vicdani hem de psikolojik ve politik bir meseleydi.
Yugoslavya parçalanırken ABD’ye giden Ugrešić, bu vicdani, psikolojik ve politik tartışmaları yanında götürüp konuk öğretim görevlisi olduğu üniversitede ders verirken ülke kültürü üzerine aldığı notları kitaplaştırmıştı. Amerikan Kurguluğu başlığıyla yayımlanan ve bir anlamda sözlük gibi okunabilecek bu notlarında yazar, ABD’deki günlük hayatın ayrıntılarına yoğunlaşırken hareketli akışın ardındaki tedirginliği ve tekinsizliği, politik ve edebî manada tartışma kapıları açıp buradan Balkanlara, Balkanlardan da ABD’ye bakıyor.
‘Başka bir gezegen kadar uzak’ ülke
Ugrešić, Amerikan Kurguluğu’na sözlük demesinin nedenini etrafa saçılmış sözcüklerini ve dünyalarını hâl yoluna koymak diye açıklıyor. Bu da kitabının ortaya çıkış hikâyesinin özü zaten. 1991-1992 arası kaleme aldığı metinlerin (ya da maddelerin) toplamı olan bu “sözlük”, Ugrešić’in “başka bir gezegen kadar uzaktı” dediği ABD’ye gelişiyle birlikte oluşmaya başlıyor. Yazar, o tarihlerde “dehşetin mesafeyle silinemeyeceğini bilmeden” bir maceraya atılırken hayatî bir şey öğreniyor: “Mesafenin bedeli, günlük iki kat korkuydu: Ailen, arkadaşların, şehrin, ‘duygusal mülklerin’ için korku. Görünüşe göre işler böyle yürüyordu. Herkes bir bedel ödüyor, kimse yırtamıyordu.”
ABD’de Rus edebiyatı üzerine İngilizce ve Rusça dersler verirken ülkedeki günlük yaşama bazen dâhil olan bazen onunla arkadaşlık kuran Ugrešić, farklı dünyalar içindeki bir yabancı gibi hissediyor kendisini. Yugoslavya’daki son günlerini sığınakta geçirirken ABD’de ise bir iç sığınağa girdiğini düşünüyor: “ABD yavaş yavaş içime işliyor, zaman zaman ev sahipliğini hürmetle karşılarken zaman zaman başımdan savıyordum. Henüz ABD’de bir iç sığınakta yaşadığımı bilmiyordum. Sığınaktaki insanlar hızla bir normallik algısı oluşturur ve bir an gelir farklı olan hiçbir şey yokmuş gibi görünür. Bu çarpık algıyı düzelten sadece belli belirsiz detaylardır. O ‘temel ihtiyaç çantası’ hâlen ABD’deki dairemin kapısında duruyordu.”
Metinleri okuduğumuzda, Ugrešić’in bazen açıktan bazen satır aralarında kim olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini ve ileride ne olacağını düşünerek kaleme kâğıda sarıldığını fark ediyoruz. 1990’ların başında “henüz var olmayan” (Hırvatistan) ve “artık var olmayan” (Yugoslavya) bir ülkeden çıkıp önce Hollanda’ya, oradan da ABD’ye giden yazar, hem yakın geçmişi hem de yeniyi anlamak ve anlatmak için sözcüklerin gücüne sığınıyor.
Hollanda’dan ve ABD’den baktığında “Doğu Avrupa” diye nitelenen Balkanların durumunu yüzü ıslanan, gürültülü konuşan, gözlerinde çaresizlik bulunan ve ikinci sınıf insan olmaya itilen bir kız kardeş olarak tarif eden Ugrešić, dağılmaya yüz tutan Yugoslavya’daki savaşın daha Batı’da “pazarlama bakımından, ahlaki ve duygusal açıdan tatsızlığını” düşünenlerle karşılaşıyor. Yüzleştiği bir başka şey, Yugoslavya’ya ve Demir Perde ülkelerine dair son derece kısıtlı bilgilerin ve sığ fikirlerin varlığı. Savaşı bir oyun gibi görenler, pek çok hakikati anlatmayı imkânsızlaştırıyor yazara göre.
Ülkelerini dünyanın merkezi gibi gören ABD’lilerle karşılaşmak Ugrešić’i şaşırtıyor ilk anda. Sonra “düzenleme”nin ve “düzenleyici”nin orada hayli önemli iki kelime olduğunu anlıyor yazar: Sayılara indirgenen günlük yaşamı, kaosun paranteze alınışını, uzak tutulan ve uzak görülen çatışmaları, eşyaların ve hizmetlerin büyük bir tertiple sunuluşunu gözlemliyor. Savaşla altüst edilen bir memleketten gelen kişi için hemen alışmanın zor olduğu durumlar bunlar. Ülkesindeki kayıplara dair bir makale okurken hem ruh hâlini hem de ABD’deki vaziyeti özetliyor: “Burada, güvenli bu yerde olmam iyi. Burada bir yabancıyım, onların hepsi evlerinde, her şey olması gerektiği gibi. Peter adında biri yakınımda yaşıyor, Gloria adında biri, Karen adında biri. Korunuyorum, bana hiçbir şey olamaz.”

‘Benimkisi bölünmüş bir kişilik…’
Dev bir süpermarkete benzettiği ABD’de dolaşırken yönergelere, kılavuzlara, iyi birer tüketici olan vatandaşlara ve uzman satış görevlilerine denk gelen Ugrešić, hemen değişmeye teşne duyguların talimatlarla nasıl baskılandığını fark ediyor. Kılavuzların kolay, acısız ve güvenli dünyasının aksine, öngörülemezliğin ve hesaplanamazlığın tarafında durmaktan vazgeçiyor. Yirminci yüzyılın sonuna doğru Avrupa’nın orta yerinde tanık olduklarını anlattığı insanların, yaşananları tam manasıyla kavrayamaması da bu öngörülemezliğe ve hesaplanamazlığa dâhil. ABD’de bulunmak bu durumu değiştirmediği gibi daha da derinleştiriyor: “Benimkisi bölünmüş bir kişilik, çift görüyorum, paralel dünyalar barındırıyorum, kafamda her şey aynı anda olup bitiyor. Amerikan bayrağına bakıyorum ve aniden beyaz yıldızlar yerine kırmızı oraklar ve çekiçler görüyorum. Bir kolye reklamı seyrediyorum, hani o en rahatlatıcı gelenlerden, ama sadece 65 dolarlık inci bir kolye yerine kesilmiş bir boğaz görüyorum. Beşinci Cadde’de yürüyorum ve birden binalar kâğıttan kuleler gibi çöküyor. Her şey zihnimde bulanıklaşıyor, hiçbir şey tek başına olmuyor, artık hiçbir şeyin tek bir anlamı yok, hiçbir şey sabit değil: Ne ayağımın altındaki yer ne ulusal sınırlar, ne insanlar, ne evler… Her şey o kadar kırılgan ki sanki her an parçalanabilirmiş gibi geliyor.”
Sağdan soldan bıçakların savrulduğu, kimsenin kolay kolay gülmediği ve kazaların kol gezdiği “Balkan tımarhanesi”nden ABD’ye gelen Ugrešić; koşturmacanın hâkim olduğu ve hayatın bir video oyununa benzediği postmodern bir karmaşanın içinde buluyor kendini. Bu karmaşa, birkaç noktada kesintiye uğrayan ve geride bıraktığı memleketindeki yaşamından farklı.
Balkan mitiden ABD kültür mitine
Yugoslavya’dayken çizgi romanlar, müzik albümleri, kitaplar ve filmler şeklinde yaşamına giren ABD kültürünü yerinde görme fırsatı elde eden Ugrešić, 1990’larda dünyanın küreselleşmesini, daha doğrusu bir Amerikan köyü hâline getirilişini yerinde izliyor. Böylece ABD kültür miti ile Balkan mitini karşılaştırma imkânı buluyor: “Balkan gerçekliği Balkan miti ile değil bir kez daha ABD miti ile özdeşleşiyor. Aradaki fark sadece ölümlerde, gerçek, yerli, Balkan çeşitliliğinde. Aynı zamanda birçok ABD’li hâlâ Balkanlardaki ‘oradaki’ ölümlerin yapay olduğuna inanıyor.”
Tüketimle, bedeni şekillendirmeyle, gösteriyle, verimlilikle ve günlük akışın hiçbir koşulda kesintiye uğramayışıyla biçimlenen ABD kültüründe insanların, ülke dışında yaşanan gelişmelerin bu bütünlüğü bozup bozmayacağıyla ilgilendiğini gözlemliyor Ugrešić. Bu kültürün bir ideolojiye dönüştürülerek belirsizliği ortadan kaldırdığını, genellemelerle yol aldığını, modalar yarattığını, görünüşü önemsediğini ve verimliliği sekteye uğratacak her şeyi denetlemeye yeltendiğini yaşayarak öğreniyor. Dolayısıyla bunun imajın, görüntünün ve izlenimin her şeyin önüne konduğu bir kültür ve ideoloji olduğunu kavrıyor yazar: “Büyük imaj fikri konusunda temel olgu, medya dünyasında görüntünün her şey olduğu, görüntüler dünyasında her şeyin bir izlenim olduğu yönündedir. Amerikan sosyalleşme ideolojisi kendi imajınızı nasıl tasarlayabileceğiniz ve yeniden tasarlayabileceğiniz, nasıl olumlu bir izlenim yaratabileceğiniz, nasıl kişisel sosyal puanınızı artırabileceğiniz konusunda sayısız öneride bulunuyor. İmaj, sonsuzluğa, mite giden yolda ufak bir adımdır.”
Balkan kültürü ile ABD kültürü arasındaki ayrışma, Ugrešić’in kaleme aldığı her maddede kendini gösteriyor. Günlük yaşamdan edebiyata ve sanata bakışa, alışveriş alışkanlıklarından politik değerlendirmelere ve hayal kurma biçimlerine dek pek çok noktadaki farklılıklar bunlar. Derinlik ve sığlık, görüntü ve gerçek, imaj ve hakikat arasındaki ayrışmadan doğan gerilim ise bahsi geçen farklılıkları keskinleştiriyor.
Ugrešić, doğup büyüdüğü ve savaş yüzünden ayrılmak zorunda kaldığı memleketini de sonrasında adım attığı ve anlamaya çalıştığı dünyayı da tanıklıklarından hareketle anlatıyor. Dağılan hakikatin varlığını kurgulanmış gerçekleri hatırlatarak anlatma çabası demek de mümkün buna. Hakikatin anlamını yitirmesine karşı bir direnç geliştirme arzusu Ugrešić’in yaptığı şey. Bunun özünü ise Yugoslavya’dan ABD’ye taşıdığı ve orada biriktirdiği hikâyeler oluşturuyor. Amerikan Kurguluğu’na hayat veren de bunların tamamındaki sözün ve sözcüklerin gücü işte.
Amerikan Kurguluğu, Dubravka Ugrešić, Çeviren: Burcu Oğuz, Everest Yayınları, 2025, 240 s.
(AB/VC)







