bianet'te ilk yazım ekim ayında yayımlanmıştı ve Amerika hakkındaydı.
O günlerde Occupy Walll Street hareketi filizlenmekteydi daha. Gariptir, şimdi bir sonraki Ekimde, ben Amerika'dan yazıyorum. Cüneyt Özdemir Londra'dan bildiriyor diye kıskandım, atladım uçağa işte buradayım.
Rüzgarlı Şehir;Chicago. Burada ilk tanıştığım kişi rüzgarlı şehir olarak anılmasının sebebinin gerçek rüzgar olmadığını, asıl politika rüzgarları sert estiği için bu isimle anıldığını söyledi. Doğru mudur bilemem ancak geldiğim günden beri rüzgar hiç dinmedi. Hoş politika rüzgarları da sert estiğine göre, haklı olabilir John.
Bir arkadaşım Amerika'ya geldiğinde hiç şaşırmadığını çünkü Türkiye'nin "küçük Amerika" olduğunu söylemişti. Gerçekten de hiç yabancılık çekmiyorsunuz, mağazalar restoranlar size gayet tanıdık geliyor.
Chicago'nun gökdelenleri bizimkilerden daha yüksek kabul, ama bizim Zeytinburnu sahile dikilen ve İstanbul'un siluetini bozduğu nasılsa inşaat bitince anlaşılan rezidanslar da yeterince yüksek zaten.
Amerikan filmlerinden hepimizin ezbere bildiği çeşitli sahneler vardır. Bunlardan benim için en klişe olanı bir barbekü partisinde insanların kadeh kaldırıp konuşma yapmasıdır. Tam bir Amerikan rüyası yaşar sahnedekiler. Herkesin yüzünde bir mutluluk ve tatmin ifadesi, vücutlar konuşmayı yapan kişiye dönük, ellerde kadehler kalkmaya hazır halde bekliyor. Konuşmacı herkese ayrı ayrı teşekkür edip, ne kadar onurlu olduğunu anlatıyor ve son olarak kadehler kaldırılıyor.
Yaşasın Amerika. Yaşasın Dostluk.
İyi ki varız hepimiz!
Dün tam anlattığım bu sahnenin içindeydim. Önce bizim kuzu çevirme geleneğinin domuz çevirme versiyonuyla başladı parti. Benim orada bulunduğum 10 saatin sekiz saati boyunca domuz döndü durdu. Ben partiye gelmeden ne kadar önce pişmeye başlamıştı bilemiyorum.
Gün boyu, bir yandan domuzcuk pişerken bir yandan aslen Porto Rico'lu olan Amerikalı dostlarımız yine filmlerden aşina olduğunuz burgerlarını pişirip birer ikişer götürüyorlardı. Bir yandan biralar, şaraplar ve sıcak cider'lar tüketiliyor, diğer yandan da insanlar kaynaşıyordu. Çünkü yine Amerikan filmlerinden hatırlayacağınız üzere insanlar o partiye biri tarafından bir zaman davet edilmişti, belki ev sahibi bile gelen kişilerin hepsini tanımıyordu.
Ben de sosyalleştim biraz. Türkiye'den geldiğimi söylediğimde çoğunun ilk söylediği şey "ohh İstanbul" oluyordu.
Fenerbahçe ya da Galatasaray yerine - Avrupalıların aksine- İstanbul'u anmaları güzel bir duygu tabi.
Türkiye denilince herkesin kafasında oluşan Müslüman kadın tanımlamasına çok uyduğum söylenemeyeceği için- ki aynen böyle söylediler, iltifat mı hakaret mi karar veremezsiniz ya öyleydi- çeşitli sorulara maruz kaldım.
Müslüman olup olmadığımla başlayarak, Türklerin Amerikalılar hakkında ne düşündüklerine kadar. Adını hatırlayamadığım bir Amerikan erkek, kadınların çarşaf giymelerinden nerdeyse bir tiksintiyle bahsedince dayanamadım ve söylediklerinin hep bahsettikleri "özgürlük" kavramıyla çeliştiğini söyledim.
"Herkes kadın ya da erkek nasıl istiyorlarsa öyle davranabilmeli, açık mı olmak istiyor, açılsın. Kapanmak mı istiyor, kapansın. Buna kimse karışmamalı eğer siz ondan tiksinerek bahsederseniz bu bir "nefret söylemi" olur bile dedim.
Elbette konuşma dönüp dolanıp kadınların bunu erkek zoruyla yaptığına geldi. Ben de en başta söylediğimi tekrar ederek özgür iradeden bahsettim ve bunun dışında olanları zaten benim de tasvip etmediğimi ifade ettim.
Daha sonra öğrendim ki Afganistan ve Pakistan'a gitmiş bu arkadaşımız ve değerlendirmelerini bizi de aynı yere koyarak yapıyormuş. Neyse sonunda anladı beni diye umuyorum.
Bence ilginç olan başka bir konu ise seçimlere sayılı gün kala insanların siyasetin tamamen dışında olmasıydı. Hatta konuşmaktan oldukça keyif aldığım orta yaşlı bir Amerikalı şöyle bir yorum yaptı: "Sizin yaşınızdaki gençlerin siyasetle ilgilenmesi oldukça şaşırtıcı. Bizde gençler televizyon seyredip müzik dinliyorlar sadece. Hatta aslında siz bu partide olmasaydınız ben belki de hiç kimse ile siyaset konuşmazdım. Buradaki hiç kimse siyaset konuşmazdı."
Bu sözlerden sonra da ne hissedeceğimi bilemedim. Sen gel Amerikan Kültürünün tam içine dalıver bir de kültürü zedeleyici tavırlar sergile. Olacak iş değildi. Ama yaptım. Hiç de pişman değilim vesselam. (Bu kültür olayını bir kenara bırakıp biraz da ciddileşmem gerekir diye aşağıdaki metni de yazdım. Evet ben yazdım.Sıkılanlar burada bırakabilir. Çay kahve molası bile verebilirsiniz.)
Sadede gelelim;
American Councils tarafından finanse edilen bir projeyle "geleceğin siyasi liderleri" olarak Amerika'ya gelmiş bulunmaktayım ve bugün is yerinde ilk günümü geçirdim.
Bir kadın organizasyonu olarak nitelendirebileceğim Chicago Personal PAC'in amacı secim yanlısı adayların siyasi arenaya girmesini sağlamak.
Bu konuda bi-partizan bir politika izliyorlar çünkü amaçları herhangi bir partinin diğerinden üstün olması değil, parlamentoya giren liderlerin -demokrat ya da cumhuriyetçi- kadınların kendi bedenleri hakkında karar verebilmelerini sağlayacak adaylar olması. Bu nedenle destekledikleri adayların hangi partiye dahil olduklarıyla değil kürtaj ve doğum kontrolü gibi kadın bedenini ilgilendiren alanlarda hangi tarafta olduklarıyla ilgileniyorlar. Yine de destekledikleri adaylara şöyle bir göz attığımda görüyorum ki ezici bir çoğunlukla demokratlar, ki bu da çok şaşırtıcı değil.
Genel olarak halkı bilgilendirmek ve Pro-choice (seçim yanlısı) adaylara destek vermek amaçlı çalışmalar yapan Personal PAC ayrıca Amerikan politikasında ve seçimlerinde çok önemli bir yer tutan 'funding' eylemi de gerçekleştiriyor.
Pro-choice hareketi destekleyen kişi ve kurumlar bağışlarını direkt olarak Personal PAC'a yapıyor ve bu yardımlar adaylara iletiliyor. Elbette bu bağışlar kişi ve kuruluşlar tarafından direkt olarak adaylara da yapılabilir ancak fon Personal Pac'tan gittiğinde adaylar bu paranın ne için sağlandığının farkında olarak parlamentoda bulundukları sure içinde kadınların secim hakkini koruyup desteklemeye eğilimli, hatta bir nebze de zorunlu oluyorlar.
Simdi bir düşünelim. Çok değil daha birkaç ay önce başbakan "her kürtaj bir uluderedir" diyerek kürtajı Türkiye'de tartışmaya açtığında biz kadınların yanında hangi örgüt vardı. Hiç kimse!
Evet bizim kadın örgütlerimiz, organizasyonlarımız var ve her biri kendi alanında çeşitli çalışmalar yapıyorlar ancak bu kadar detaylı ve sınırları kesin bir şekilde çizili çalışma yapan herhangi bir kuruluş var mi? Hayır.
Bunun sebeplerini düşünürsek çok da zorlanmayız aslında. Türkiye'nin öncelikli ihtiyacı olan şey kadınların erkek zulmüne uğramadan yasamalarını sağlamak. O kadar da değil demeyin. Açın bianet'in aylık raporlarına bakın. Her ay kaç kadının erkek şiddetine maruz kaldığını öğrenebilirsiniz. O nedenle su anda içinde bulunduğum ofisin Türkiye şubesi bir hayalden başka bir şey değil. Yapılabilir mi "elbette"/ Yapılır mı "sanmıyorum".
Burada geçirdiğim ve geçireceğim zamanın gerçekte ne kadar verimli olacağını görmek zaman alacak, biliyorum. Benim asıl amacım geleceğin siyasi lideri olmak değil, bunu da biliyorum. Ama burada geçireceğim süre içerisinde kadınların kendi bedenleri hakkında söz sahibi olmak adına neler yapabileceklerini ve de yaptıklarını inceleme fırsatı bulmuş olacağım. Ve sanıyorum bu kendime ve diğerlerine biraz daha eleştirel bakabilme imkanı sağlayacak. Hem kadın kuruluşlarına, hem de biz kadınlara. İstenilirse neler yapılabileceğini görmek adına güzel bir deneyim beni bekliyor. Amerika deneyimlerimi mümkün olduğunca sizlerle de paylaşmayı umuyor ve İstanbul'u bir süreliğine sizlere emanet ediyorum.
Sultan Komut Chicago'dan bildirdi efendim.
Arz ederim. (SK/HK)