Yine de bu kavramın bir zamanlar pek moda olan "yeni dünya düzeni" gibi son derece ideolojik bir kullanıma sahip olduğunu unutmamak gerekir. Öyle ki, daha şimdiden bazı yazarlar, bu projenin bölgenin demokratikleştirilmesi, bölgedeki otarşik diktatörlüklerden demokratik rejimlere geçilmesi amacına hizmet edeceğini yazmaya başladılar.
Yeni muhafazakarların projeyi sunumu
ABDde Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitzin başını çektiği, Irak'a müdahaleyi bin bir yalanla meşrulaştırmaya çalışan yeni-muhafazakâr kanada göre Ortadoğu sorununun çözümü için bölge rejimleri değişmek zorunda.
Zbigniew Brzezinski, bu stratejiyi "anında demokrasi" olarak adlandırılıyor ve bazı gerekçelerle eleştiriyor. Stratejiye "anında demokrasi" diyor Brzezinski, çünkü, Irak işgalinde görüldüğü üzere, ABD sopası (işgal kuvvetleri) anti-demokratik rejimin olduğu ülkeyi işgal ediyor ve "demokrasi getiriyor". Yeni-muhafazakarlara göre, bu "demokratikleştirme" (aslında "işgal" denmeli) süreci, sadece Suriye, Suudi Arabistan, Mısır, İran ve Yemenle sınırlı kalmamalı; Libya, Fas, Sudan ve Pakistana kadar yayılmalı. Bildik Ortadoğu coğrafyasını aşan demokratikleştirme inisiyatifine Amerikan yönetimi The Greater Middle East Project (Büyük Ortadoğu Projesi) adını veriyor.
Konu ile ilgili olarak 2003 Sonbaharında bir konferans toplandı. AA haberlerine göre, 29 Şubat-5 Mart 2004 arasında "ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Marc Grossman, Amerikan yönetiminin başlattığı ve Ortadoğu ülkelerinde demokratik reformların desteklenmesi olarak tanımlanan "Büyük Ortadoğu" projesi kapsamında, Ürdün, Mısır, Fas, Bahreyn ve Avrupa'da da Türkiye ile Brüksel'i ziyaret etti."
Yine ajans haberlerine göre; projenin iki kaynağı var:
* İlki , bir grup Arap entelektüelin 2002 ve 2003te Birleşmiş Milletler için hazırladığı Arap İnsani Kalkınma Raporu.
* İkincisi de, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkeleri hedef alınarak hazırlanan ve 1975ten sonra hayata geçirilen Helsinki süreci. Zeynep Taha'nın yazdığına bakılırsa ; "Sovyet Blokunda insan hakları ve demokrasiye destek veren Helsinki süreci, komünizmin yıkılmasında ve Doğu Avrupada demokrasinin kurulmasında önemli rol oynadı. Amerikan yönetimi, Büyük Ortadoğu Girişimi ile Sovyetler Birliğinin çöküşünde etken olan sürecin bir benzerini bu kez Arap dünyası için planlıyor."
Brzezinski'nin eleştirilerinin odağında ise, ABD'nin projesi karşında Fransa-Almanya ekseninin en yetkili ağızlardan ifade ettiği, "bölgenin demokrasiye hazır olmaması" analizi var. Buna göre, serbest seçimler Ortadoğu'da "gericiliği iktidara taşır" ve bu, şimdiki rejimlerden de daha tehlikeli sonuçlar doğurabilir.
ABD komplosu mu, sermaye stratejisi mi?
Proje bu haliyle, ABD'nin uluslararası terörizmle savaş stratejisine uyumlu. Dolayısıyla, hiç duraksamadan, bütün bölgenin Amerikanlaştırılması operasyonu olduğu ileri sürülebilir. Bu haliyle de, üzerindeki demokrasi yaldızı kazındığında görülecek olan şey, emperyalist işgal ve savaştır. Afganistan ve Irak örneğinde görüldüğü gibi.
Yine de, ABD komplosu ile sermaye stratejisi arasında ne gibi bir fark var da, bu soruyu sorma ihtiyacı duyuyoruz? Oldukça büyük bir fark var: Ellen Meiksins Wood, gerek son kitabı Sermaye İmparatorluğunda, gerekse son dönem yazılarında şu soruyu soruyor: Sermayenin iktidarı nerededir?
Çok kabaca özetlersek, cevabı şu: Sermayenin dünyaya yayılma eğilimi ile, iktidarını ulus-devletler biçiminde sürdürme eğilimi, bir çatışkıdan çok, sermaye iktidarının ve kapitalizmin varolma biçimi. Dolayısıyla ulus-devletler biçiminde örgütlenmiş bir küresel sistem -sistem kavramı burada kapitalist toplumsal ilişkilerin bütününü ifade ediyor- içinde birikme ve yayılma tarihsel hareketine başladığından beri gözlenen sermayenin bir genel eğilimi.
Sorunu bu şekilde kavradığımızda, ABD komplosundan söz ettiğiniz her an, sermayenin küresel iktidarının ulusal sınırlar içinde uygulayıcıları olan ulus-devletler lehine bir politik pozisyona sürükleniyorsunuz demektir. Sorunu Wood dolayımı ile tartışmamızın nedeni ise basit. Wood, ulusal ölçeğin sınıf mücadelesi için önemine de işaret etmiş oluyor böylece, ancak, bazı yorumcular, bu yorumu ulus-devletin savunulması için bir delil kabul etme eğilimine giriyor. Türkiye'de, isim vermemize gerek yok, solun önemli bir kesiminde -ordunun arkasına dizilme aşırılığına kaçmayan kimileri yurtseverlikten dem vursa da- bu eğilim açıkça gözlenebilir.
Dolayısıyla, maddeci analiz, sermayenin tarihsel hareketi karşısında, artık kendisi de büyük oranda belirlenen -buna ABD ulus-devleti de dahildir- ulus-devletlerin "kendilerine has tarihsel bir akılla" hareket ettiğini, bu akla uygun plan-proje-strateji geliştirdiğini söylemekten genel olarak imtina etmelidir.
Zira, ABD ulus-devletinin tarihsel aklı varsa eğer, hiç şüphesiz, bütün bağımlılık ilişkilerine rağmen, Türkiye ulus-devletinin de -vd.vd. ulus-devletlerin de- bir tarihsel aklı olacaktır. Bu varsayım, tam da sermaye stratejisinin, sermayenin tarihsel eğiliminin yaratmaya çalıştığı bir görünüştür.
Sermaye ve hükümet
Ampirik olgular, çoğu kez, eksikli kanıtlardır. Ancak, Recep Tayyip Erdoğan'ın ulus-ötesi sermaye gruplarının baş yöneticileriyle yaptığı toplantıya bakınız. Söylemek istediğimiz şeyin karşılığı oradadır. Geçenlerde aramızdan ayrılan, Marksist iktisatçıPaul Sweezy, 1994'te Türkiye'ye Konferans'a geldiğinde kürselleşme sürecinin bir dizi belirsizlik içerdiğini ama bu belirsizlik içinde dahi, çok-uluslu şirket yöneticileri de dahil sermayenin kısmi gruplarının -ne kadar büyük olsalar da- ve ulus-devletlerin, maddi temelinden kopan sermayenin hareketi ve onu temsil eden görünen kurumlar (büyük borsalar, IMF, WTO, Dünya Bankası) karşısında, verilen emirleri uygulamaktan başka çaresi olmayan piyonlara döndüğünün gözlenebileceğini yazıyordu.
Aralarında elbette bir hiyerarşi var. Hem ulus-ötesi şirketlerle ulus-devletler arasında, hem de ulus-devletlerin ve sermayenin kendi arasında. Dolayısıyla sıralarsanız, belki de, evet, hiyerarşinin başına ABD'yi koymanız gerekir. Ama bu gerçeği değiştirmez. Sermaye, sadece kendisine tabi yöneticileri değil, kendi iktidarını kullanan hükümetleri de çoktan birer "özerk" kukla haline dönüştürmüştür.
Yeni bir görünmez el mi?
Sözünü ettiğimiz yeni bir görünmez el değildir elbette. Bu, maddeci analizden çok, safsata olurdu. Sözünü ettiğimiz, sermayenin tarihsel hareketinin kurduğu ilişki ağının, kendi mantığını ancak küresel bir dolayımda ve bir bütünlük olarak kurabilecek dinamikleri yarattığı, bu ağın içindeki her oluşumun (ulus-devletler, ulus-ötesi şirketler, ulusal şirketler, bölgesel siyasi ve ticari birlikler vd.) ise ancak ağa dahil olmakla varlığını sürdürebilecek, birbirini yeniden üreten diyalektik bir ilişki ve kısmilikle karakterize olduğudur. Hemen hatırlatalım, kısmilikler olmadan, bütünlük kurulamaz.
O yüzden komplo teorileri, hangi düzeyde yapılırsa yapılsın, bize heyula olarak görünen ama gerçekte analiz edilebilir olan sermaye iktidarını kısmileştirmek, hatta ve hatta kısmiliği içinde görünmez kılarak "görünmez el"e yeniden hayat vermekle maluldürler.
Bu komplo teorilerine, memleketimizi Sabetayistlerin idare ettiğini ileri sürmek de dahildir; şeytan Amerika'nın şeytani planları olmasa aslında karşı karşıya kaldığımız emperyalist savaş ve işgallerin olmayabileceği hayalini yaymak da. Her ikisi de basitçe, sermayenin iktidarını görünmez kılar. Emekçilerin ihtiyacı, elbette ABD'ye karşı olmayı da içerecek şekilde, ama öncelikle sermayeye karşı olmalarını her seferinde yeniden ve yeniden anlatan somut siyasal analizlerdir. Safsatalar değil.
Büyük Ortadoğu
Somut bir analize tabi tutulduğunda, gerçeği anlamaya yönelik ipuçları sunulabilecek esas adıyla "Genişletilmiş Ortadoğu Projesi", gerek İslamcı basının karşı çıkış gerekçelerinde gerekse de liberallerin bölgenin demokratikleştirileceği beklentisiyle olumlamalarında, bir ABD komplosu derekesine düşürülmüş durumdadır. Bu komplo analizi gerçeği ele vermez. Çünkü, ABD Dış Politikası, düz bir hatta ilerlemez, bazı çelişkiler içerir. Bu da sermayenin gereksinimleri ile uyumludur. Dolayısıyla, Bin Ladin aklına teslim olmayacaksak, esas işimiz Türkiye'yi de yöneten sermayenin eğilimlerini açığa çıkarmak, somut durumun siyasal ve toplumsal analizini yapmak olmalıdır. Recep Tayyip de, Bush kadar sermayenin tarihsel hareketinin piyonu ve bu hareket, Ortadoğu'nun işgalini gereksiniyorsa, onun ortağıdır.
Proje için yeni denmektedir ama ortada yeni bir şey yoktur;ABD müdahaleciliğinin saplandığı bataktan çıkmak için, sermayenin iç çelişkileri de olan bütün güçlerini yanına dizme gayretini saymazsak, yeni değildir, medeniyetler çatışması tezinin güncelleştirilmesine dayanır. Yeni değildir, Soğuk Savaş pratiğinden esinlenir. Liberallerin aşılamaya çalıştığı umut ise tamamen yalandır, çünkü ne bu proje ne de başka herhangi bir ABD ya da sermaye projesi dünyaya demokrasi, eğer onu toplumun eşitlik ve özgürlük temelinde kuruluşu olarak anlıyorsak, getirmemiştir.
Liberallerin, ABD'nin kendi içinde bile, "güvenlik devleti" sınırları içine çekilmesini görememesi ayrıca ilginçtir. Doğrusu, ilginç de değil, ideolojiktir. Demokratlar bile veryansın etmektedirler buna. Ama, Irak'tan en kısa zamanda çekileceğiz diyen başkan adaylarının kuyusunun kazıldığını da görerek söylüyoruz bunu: Demokrat aday da kazansa, ABD, bazı revizyonlarla girdiği yola devam edecektir. Sermayenin tarihsel hareketinin sonucudur çünkü bu yol.
Temsilin adı: Emperyalist trajedi
Bugün için, ABD müdahaleciliği, ABD içinde de tartışılan bir sorundur. Büyük Ortadoğu Projesi denen şey, batağa saplanan Bush yönetiminin bataktan çıkış için ortaya attığı ve ortaya atıldığında bile, gerçekleşme şansı pek az olan demagojiden ibaret görünüyor.
Gerçek olan ise, sermayenin, dolaysız bir şekilde, Ortadoğu'nun doğal ve toplumsal zenginliklerini kendi sömürü ağının içine alma arzusudur. Bu, dün Yeni Dünya Düzeni diye karşılık buluyordu, bugün, bu düzenin, düzensizlik, emperyalist müdahaleler, savaş ve kör terörden başka bir şey olmadığı iyice ortaya çıkınca, sözde yeni stratejiler biçimini alıyor. Ortadoğunun gerici hükümetlerinin, buna tepki gösterme biçimleri bile, karşı karşıya kaldığımız şeyin kötü bir oyun, savaş tehdidi ile bütün sermaye güçlerini aynı safa dizme gayretinden başka bir şey olmadığını gösteriyor.
Brzezinski ile Almanya ve Fransa ekseninin, Ortadoğu'ya demokrasinin bol geleceğini söyleyerek projeyi eleştirmeleri ise temsile ayrı bir "tat" katıyor: Araplar, Afganlar, Pakistanlılar, genetik değilse bile kültürel olarak demokrasiye hazır değiller! Avrupa Kalesi, emperyalist ve ırkçı yüzünü, kültürel zenginliği içinde -kültürel ırkçılık olarak- kusuyor. Temsilin adı belli: emperyalist trajedi.
Nihayet, sonuca gelebiliriz. Suriye Kürtlerinin isyanını, ABD komplosu olarak görmek, açık ki, eksikli bir bakış olacaktır. Emperyalist müdahaleciliğin, Kürtler arasında, emperyalist müdahalecilikle işbirliği içinde bağımsızlık kazanma stratejisini körüklediği ve Kuzey Kürtlerinin tamamen bu stratejiye tutunduğu apaçık olmakla birlikte, sorun, bu kadar siyah beyaz değil.
Yıllardır ezilen bir halkı, emperyalistlere yem oldular diye kolayca eleştirmekten çok, yapılması gereken şey, emperyalist trajediyi görünür kılmak. Ona karşı çıkmak ve mümkünse -ki hiç mümkün görünmüyor- Kürt dinamiğini de bu trajedinin ikinci sınıf oyuncusu olmaktan kurtarmak.
Ötesi, mesela, "Kürt Yahudi devleti Kuruluyor" çığlıkları atmak ve sermayeye değil de sanki ondan bağımsız bir varlığı olan ABD'ye, Türkiye'deki sermaye iktidarının bir eğilimine yaslanarak karşı çıkar gibi yapmak; işte bu, emekçi halkı, sermaye iktidarına, onun ideolojisine teslim etmenin sinsi bir yolundan başka bir şey değil... (MBM/EK)