Günümüzde daha çok rock konserleri, boks maçları veya hokey karşılaşmalarıyla anılan Madison Square Garden o gece kapılarını olağanüstü bir toplantı için açmıştı. 2. Dünya Savaşının başlamasına birkaç ay kala (20 Şubat 1939) New York'ta bulunan 22 bin ABD'li Nazilere desteklerini ifade eden coşkulu bir güruh halinde salonu doldurdu. Alman-Amerikan Federasyonu arkasına dinî değerleri sömüren antisemit rahip Charles Coughlin'in Hıristiyan Cephesini almış, Yahudileri hedef gösteriyordu. Belirli bir azınlık grubunun mahvettiği memleketi geri almanın, "gerçek" sahiplerine iade etmenin zaruretinden bahsedilecekti.
Milliyetçi vatanseverler, kafaları biraz karışık olsa da ülkenin kurucusu sayılan George Washington'ın devasa suretinin karşısında, gamalı haçlarla süslenmiş salonda Nazi selamı veriyor, ırkçılık motifleri taşıdığı çeşitli vesilelerle ifade edilmiş ABD millî marşını sesi güçlü bir sopranodan dinliyorlardı.
Salonun dışında hadiseyi protesto eden solcular sivil ve üniformalı polisler tarafından dövülecekti. Yahudiliğe daha fazla hakaret edilmesine dayanamayacak Isadore Greenbaum ise sahneye fırladığında korumaların acımasız dayağına maruz bırakılacak, güvenlik kuvvetlerinin müdahalesine rağmen adeta sahneden aşağıya atılacaktı.
Dünyanın en iddialı bağımsız film festivallerinden Sundance'te gösterilmiş olan A Night at the Garden (Garden'da Bir Gece) 7 dakika sürse de seyirciyi sarsıyor. Yönetmenliğini Marshall Curry'nin, yönetici yapımcılığını Laura Poitras ile Charlotte Cook'un üstlendiği siyah-beyaz yapım yalnız ABD'nin değil, dünyanın çeşitli devletlerinin faşizme kayışına yönelik küçük bir uyarı.
Demagoji yapmak kolay
Tecrübeli yönetmen Curry didaktik bir film çekmek istemediğini, dolayısıyla arşiv görüntülerini bir tarihçiye yorumlatmaktan vazgeçtiğini söylemiş. Perdede (veya ekranda) gördüklerimizin yeterince bariz, ortaya çıkan sonucun da yönetmenin arzuları doğrultusunda, epeyce provokatif olduğunu söyleyebiliriz. Kısacası aktörler kendi kendini rezil etmekle meşgul...
35 mm'lik filmle çekilmiş yüksek kaliteli siyah-beyaz görüntülerde gecenin baş konuşmacısı Fritz Kuhn ABD değerlerinden dem vuruyor ve ülkeyi gerçek kurucu sahiplerine iadeden bahsederken ne yazık ki İngilizcesi'ndeki Alman aksanı fazlasıyla belirginleşiyor; Hitler'i hatırlattığını söyleyenler bile var.
Salondaki düzen bir yana, koreografiyi takip eden kameramanların Nazi eğitiminden geçmiş olduğu, görüntülerin Leni Riefenstahl'ın sinemasına benzediği rahatlıkla ifade edilebilir. Kuhn'un konuşmasıyla hazır bulunanları güldürmeye pek bir hevesli olduğu da gözlemleniyor. Yönetmen Curry: "Demagoglar tarih boyunca kinayeyi, mizahı ve güruhların şiddet potansiyelini kullanarak normalde edepli insanlar olan dinleyici topluluklarını kışkırtmıştır" demiş.
Zaten sahneye fırlayıp konuşmacıya ulaşamadan üniformalı korumalar tarafından meydan dayağına tabi tutulmuş, polislerin müdahalesiyle sahneden aşağıya atıldıktan sonra tutuklanmış ve sosyal düzeni bozmaktan ceza ödemiş genç Yahudi Isadore Greenbaum, salondan uzaklaştırıldığında seyirci adeta bir futbol maçında gol atıldığındakine benzer histerik bir tezahüratla tepkisini ortaya koyuyor, seviniyor, gülüyor, hararetle alkışlıyor…
Çocuk saflığı
Yönetmen Curry iyilerle kötüleri iki ayrı cephe olarak görmek istemenin fazla konforlu bir sanrı olduğunu, normalde komşusuna iyi davranan saygıdeğer bir insanın, kısacası toplumun her ferdinin içinden karanlık bir yanın fışıkırabileceğini belirtmiş.
Filmin en çarpıcı görüntülerinden biri, linç sürerken koreografiye uygun olarak sahnenin arkasında sırada duran kalabalığın içinde, yaşça epey küçük bir çocuğun gözünün önünde cereyan eden şiddete içgüdüsel olarak verdiği nevrotik tepkiler.
Daha çok seviniyor veya güvenlik kuvvetlerini destekliyor gibi görünse de meydana gelenlerden kesinlikle rahatsız olması çocuk saflığına bağlanabilir mi acaba?
Faşizmin evrenselliği
New York Post'un Berlin temsilcisiyken Avrupa'da faşizmin yükselişini farkedip bir yazısına aktarmış ve 1934 yılında Almanya'dan kovulmuş gazeteci Dorothy Thompson tabii ki meseleye ayrıntılarıyla vakıf olduğundan vaziyeti Harper's Magazine'de layıkıyla yorumlamış.
"…Nazizm'in herhangi bir ırk veya milliyetle alakası yoktur. Belirli bir zihin durumuna seslenir. Ket vurulmuş ve aşağılanmış entelektüeller, zengin ve korkmuş spekülatörler, şımarık oğullar, emek tiranları veya başarının kokusunu alıp başarıya ulaşmış arkadaşlar… Hepsi Nazi olabilir…".
The Intercept haber portalından Jon Schwarz'ın dediğinden yola çıkarsak:
"Protoplazma halindeki uluyan güruhta eriyip bir olalım, herhangi bir şeyden sorumlu olmaktan kurtulalım!".
Kaderin garip bir cilvesi gibi bir süre sonra ABD Almanya'ya karşı savaşan cephede yerini almış ve memleketteki Nazi sempatizanları hevesleriyle kalakalmışlar.
Fakat ülkenin şu andaki başkanı Trump'ın tavrı, ırkçılık bazlı söylem ve uygulamaları herhangi bir diktatörlükten farksız noktalara ulaşacak gibi duruyor. O yüzden de Curry'nin filmi gayet manidar ve güncel, hatta acil… Yalnız ABD'de değil, tüm gezegende... (MT/HK)