Bu dev ekonomide tarım yüzde 2, sanayi yüzde 18'lik bir yer kaplarken, ekonominin yüzde 80'i hizmetler sektöründen oluşmaktadır. Bu muhteşem ekonomik tabloda, yüzde 4-5 aralığında seyreden işsizlik, yüzde 0,7 dolayındaki bebek ölümleri yanında, gelir dağılımındaki adaletsizlikler de ciddi sorun ve çelişki olarak ortaya çıkmaktadır.
En düşük gelir grubunu oluşturan nüfusun yüzde 10'u milli gelirin ancak yüzde 1.8'ini kullanırken, en yüksek gelir grubunu oluşturan nüfusun yüzde 10'u ise, milli gelirin yüzde 30,5'ini kullanmaktadır. Dünyaya hükmeden dev ekonomi, aynı zamanda kendi içinde adaletsiz gelir dağılımı, bütçe açıkları, dış borç ve bunların neden olduğu çeşitli sosyal sorunlarla da boğuşmaktadır.
ABD büyümeyi sürdürebilecek mi?
Kapitalizmin kronik krizini yaşadığı son yıllarda, ABD ekonomisini, hem bu krizin tetikleyicisi hem de krizden etkilenen olarak görmekteyiz. 2000 yılı sonu itibariyle ABD ekonomisini değerlendiren ünlü iktisatçılar Martin ve Kathieen Feldstein'in yorumları, ekonomide izlenen hızlı verim artışı ile birlikte yükselen istihdam olanakları gibi olumlu noktalar yanında, dış ödemeler bilançosundaki büyük açık gibi olumsuz faktörlere dayandırılmakta ve ekonomide genelde iyi gidişin ağır bastığı görüşü ile sonuçlandırılmaktadır. Gerçekten, ABD ekonomisi ikinci Dünya Savaşı'nı izleyen dönemde hemen daima yükseliş trendinde seyretmiş, ancak özellikle i96o'ların, 1970'lerin ve, belki de rastlantısal olarak, 1980'lerin ilkyillarında kısa süreli gerileme göstermiştir.
Tüm dönem boyunca bakıldığında yıllık ortalama yüzde 4 oranında bir büyüme haddini tutturan ABD ekonomisi, son yıllarda büyüme hızında şiddetli dalgalanmalara sürüklenmiş bulunmaktadır, örneğin 2000 yılı içinde, yılın birinci çeyreğinde yüzde 2,5, ikinci çeyreğinde yüzde 5,5, üçüncü çeyreğinde ancak yüzde 1,5 ve son çeyreğinde ise yüzde 2'lik büyüme oranım gerçekleştirmiştir. 2001 yılında daha fazla yalpa yapan ABD milli gelir sensinde, yılın ilk çeyreğinde yüzde 1,5'lik, ikinci çeyreğinde ise yüzde 0,5'lik büyüme oranlarına karşın, üçüncü çeyreğinde yüzde 1,5 oranında küçülme yaşanmış, yılın son çeyrek döneminde ise yüzde 1,5 dolayında büyüme gerçekleştirilmiştir. 2002 yılma Gayri Safi Milli Hasıla'da (GSMH) yüzde 6,0'lık oldukça büyük büyüme ile girilmiştir. Ancak bu büyüme oranı yılın ikinci çeyreğinde sürdürülememiş ve büyüme oranı yüzde 2 oranına gerilemiştir.
GSMH'nın oluşumunun yaklaşık yüzde 60'ı tüketim harcamalarından gelmekte olduğundan, yıllık gelir dalgalanmalarını FED (ABD Merkez Bankası) yakından izlemekte ve gerekli koşullarda faiz hadlerinde ince ayarlama yaparak ekonomiyi ayakta tutmaya çalışmaktadır.
Milli gelir artışının sürdürülmesi istihdam açısından da önemlidir. Nitekim, milli gelir dalgalanmalarının şiddetlendiği ve eksi büyüme oranlarının yaşandığı son yıllarda işsizlik oranı da yükselme eğilimine girmiştir. 2001 yılı başlarına yüzde 4 oranında işsizlikle girilen ABD ekonomisinde, yıl sonuna doğru işsizlik oranı yüzde 4,5 oranına kadar yükselmiştir. İşsizliğin yükselmesi sonucunda işsizlik sigortası ödemeleri de yükselerek, kamu harcamaları üzerine yük bindirmiştir.
ABD ekonomisi iktisat yazımı alanındaki kavramların şekillenmesinde de etkili olmuştur, örneğin, dış şoklara karşı çok açık olduğu iddia edilen ABD ekonomisi, 1990'ların başında yaşamış olduğu ciddi bir şok ve çöküşten sonra, ikinci kez de, hafifçe yükselen enflasyon karşısında ekonomiyi fazla ısıtmamak için alınan önlemlerle 2001'de de çöküş yaşamıştır. İktisat yazımında bu şoklar ve dibe vurmalar "ikiz çöküş" olarak anılmaktadır. Benzer şekilde, kamu kesimi borçlanma gereksiniminin ve dış açıkların bir arada yükselmesi de "ikiz açık" olarak nitelendirilmektedir. Benzer şekilde, kapitalizmin doğal sonucu olan işsizlik de, yine ekonomi yazımında, belirli hesaplamalar sonucunda "doğal işsizlik" olarak anılarak normalleştirilmektedir.
Dünya ekonomisi ve ABD
ABD, ekonomik ve askerî gücü yanında, IMF (International Monetary Fund; Uluslar arası Para Fonu), WB (World Bank; Dünya Bankası), Birleşmiş Milletler, Dünya Ticaret örgütü gibi uluslararası kuruluşlarda da etkili olarak ve ulusal parasını uluslararası ödeme aracı konumuna getirerek tüm dünya üzerinde ekonomik ve siyasal bir hakimiyet kurmaya yönelik politikalar geliştirmektedir.
ABD ekonomisinin güçlendirilmesi ve dünya ekonomileri üzerinde hakim kılınmasının temel politikaları dış ticaret alanındaki uygulamalarda açıkça yansımaktadır. Bu konudaki ilk etki, ABD'nin i930'da hayata geçirmiş olduğu Smooth-Hawley Yasası ile görülmüştür. Bu yasa ile, ABD koyu bir korumacılık politikası izlemiş ve böylece 1929 Krizi'nin derinleşmesine neden olmuştur. 1929 Krizi'nin ilk etkileri atlatıldıktan sonra, 1934 yılında uygulamaya koyulmuş olan Karşılıklı Ticaret Anlaşması uygulaması da ABD başkanına çeşitli ülkelerle ikili ticarî anlaşmaları yapma yetkisi vermekte idi. Bu dönemlerde dış yardımlara da ağırlık veren ABD, sosyalist sistemle aradaki tampon ekonomilere ticarî olanaklar sağlamayı da amaçlıyordu.
Ticarî ilişkilerin artması üzerine, bu kez de ABD uluslararası ticaretin serbestleştirilmesi ve kurallarının oluşturulması çabalarına girişti ve böylece 1947'de 23 devlet tarafından kurulan GATT (General Agreement on Tariffs and Trade; Ticaret ve Gümrük Tarifeleri Genel Anlaşması) oluşturuldu. GATT'ın oluşumu ile çok yanlı ticarî ilişkiler hayata geçirildi ve önce "Kennedy Round"u, onu izleyen süreçte de i986'da başlatılan ve sekiz yıla yakın bir sürede tartışılan "Uruguay Round"u devreye sokuldu. Bu süreçlerde ABD daima dünya ticaretini kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirirken, aynı zamanda komünizmle mücadele amacını da ihmal etmedi.
Dünya ticareti gelişirken, ulusal paraların dış ticaretteki rolünü denetleyebilmek için, 1944 yılında toplanan Bretton-Woods Konferansı sonunda IMF ve WB oluşturuldu. Dünya ticaretinin aksamadan sürdürülebilmesi için dış ödeme güçlüklerini çözmeye yönelik olarak kurulan IMF, yüzde 25'i ABD tarafından sağlanan, 8,8 milyar dolar başlangıç sermayesi ile çalışmaya başladı. Bu oluşumla dolar ve diğer paralar arasındaki parite sabitlendi.
Ancak, ABD'nin dış ödeme açığının büyümesi karşısında, 1971 yılında dolar devalüe edildi ve ABD'de fiyatlar ve ücretler bir süre için donduruldu ve ithalat üzerine yüzde 10 dolayında ek vergi salındı. Ancak, bunlardan da net bir sonuç alınamayınca i972'de toplanan Smithsonian Konferansı sonucunda diğer paralar ve altın karşısında dolar dalgalanmaya bırakıldı. ABD dolarının dalgalanmaya bırakılması ABD dış ticaretini canlandırmış olmakla beraber, ödemeler bilançosunun dengeye gelmesinde fazla yararlı olamadı. Zira, ABD ödemeler bilançosunda yoğun askerî ve sivil dış harcamalar ödemeler bilançosunu daima negatifte tutmuştur.
Bugün elektronik, sağlık, bilgisayar, savaş sanayi gibi hemen tüm alanlarda ileri teknoloji kullanan ve dünya lideri durumunda olan ABD, daha İkinci Dünya Savaşı esnasında, sosyalist sisteme karşı dünya kapitalizminin savunulmasının ve bu stratejide ABD'nin hakim rolünün belirlenmesinin planlarım yaptı. 1941 yılında ABD'de Dış İlişkiler Komisyonu (The Council of Foreign Relations) adıyla, ülke sanayiinin ihtiyacı olan girdileri sağlamanın yollarını araştırmakla görevli bir komisyon kuruldu. Bu komisyonun asıl görevi, ABD ekonomisinin temel gereksinimlerini sağlamanın yanında, liberal politikaları yaygınlaştırarak dünya ticareti üzerinde mutlak hakimiyet kurmaktı.
İkinci Dünya Savaşı'nın sonuna doğru 1944 yılında oluşturulan IMF ve Dünya Bankası, ABD'nin geliştirdiği bu politikaları bağımsız uluslararası kuruluşlar görüntüsü altında tüm kapitalist dünyaya yaymakla görevli kurumlardır. Aynı şekilde, GATT, Dünya Ticaret örgütü (WTO) vb gibi kuruluşlar yanında, Kennedy Round'u ya da Uruguay Round'u gibi konferanslar da güçlü ABD ekonomisinin çıkarları doğrultusunda oluşturulan kurumlardır.
Artık "yükselen piyasalar" var
Özellikle İkinci Dünya Savaşı'nı izleyen dönemde kapitalizmin ana bekçisi ve kollayıcısı konumundaki ABD, savaş sonrasında Marshall Planı ile Avrupa'yı ayağa kaldırdıktan sonra, kapitalizmin ikinci kalesi konumundaki Avrupa ile birlikte bu kez de ikinci konferansı toplamıştır. 1954 yılında toplanan Bilderberg Komisyonu, ABD-Avrupa işbirliğinin simgesi olarak ortaya çıkmıştır. Kapitalist dünyanın ileri gelen siyaset ve iş çevrelerinin liderlerinin katılımı ile belirli aralıklarla yapılan Bilderberg toplantıları, kapitalizmin sürdürülmesi ve gereği durumda bazı alanlara müdahale edilmesi konularında ciddi kararlar alan çok etkili bir komisyondur.
Kapitalizmin korunması ve devam ettirilmesi için üçüncü bölge olan Japonya île de işbirliğine girilmiş ve bu kez de 1973 yılında, ABD, Kanada, Avrupa ülkeleri ve Japonya'nın birlikteliği ile Üçlü Komisyon (Trilateral Commission) kurulmuştur.
Sovyetler Birliği'nin ve Çin Halk Cumhuriyeti'nin dünya güçlerini dengeleyici hakimiyetlerinin geçerli olduğu soğuk savaş dönemi, aynı zamanda kapitalizmin ileri sanayi aşamasında henüz tam olarak olgunlaşmadığı bir döneme denk düşer. Sanayi ötesi, ileri teknolojinin henüz tam olarak hayata geçirilmediği, bilgisayar ve haberleşme alanlarında ileri aşamalara ulaşılamadığı dönemlerde, bir yandan komünizmle mücadele kaygısı, diğer yandan da sermayeler arasındaki mücadelenin henüz yoğunlaşmamış olması, ekonomiler arasında işbirliğine elverişli bir ortam oluşturuyordu.
1948 yılında akdedilen Westfalya Anlaşması gereğince ulus-devletlerîn sınırlarının korunuyor olması, aynı anda ekonomik sınırların korunmasını da gündemde tutuyordu. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde geliştirilen ve Uruguay Round'u ile netleştirilmeye çalışılan serbest ticaret uygulamaları, zaman içinde yaygınlaştırılmaya çalışılıyor olmakla beraber, devam ediyor olan soğuk savaş, ulus-devletlerin korunmasında ve kapitalist merkezlerdeki sermaye kesimlerinin birbirlerine karşı sükunetlerini korumada etkili oluyordu. Ancak, i96o'ların ortalarında derinden başlayan, i970'lerde ise belirginleşerek su yüzüne çıkan kapitalizmin bunalımı, 1979 Tokyo Round'unun ertesinde kapitalist dünyayı Reagan-Thatcher politikalarına sürükledi.
Finans piyasalarında aşırı birikim bilgisayar ve haberleşme teknolojilerindeki hızlı gelişme ile birleşince finansal fonlar elektronik hızla yeryüzünde dolaşmaya başladı. Finansal piyasaların bu denli şişmeleri, kapitalist dünyadaki reel sektörün önünün tıkanmasının en büyük habercisi idi. Reel mal piyasaları daralmış ve sermaye getiri oranları gerilemiş bulunuyordu. Bu durum karşısında kapitalist merkezler bir yandan finansal kaynaklarını yükselen piyasalarda (emerging markets) değerlendirmeye, diğer yandan da reel yatırımların daralan getirişini yükseltmeye yöneldiler.
Bu senaryo sahnelenirken. İkinci Dünya Savaşı'nı izleyen yıllarda bizzat Dünya Bankası öncülüğünde geliştirilen "gelişmekte olan ekonomiler" doktrini terk edildi ve onun yerine yükselen piyasalar kavramı devreye sokuldu. Böylece, gelişmekte olan ekonomi doktrini bağlamında geri ülkelerce izlenen korumacı ve yerli sanayii kalkındırıcı politikaların terk edilerek, ekonomilerin tümü ile uluslararası piyasalara açılmaları amaçlandı. Kalkınmakta olan ekonomilerin dış dünyaya açılmasının teorik temelleri ise, "piyasaların serbestleştirilmesi" ve "yapısal reform" görüşlerinin yaygınlaştırılması ile atıldı. Böylece, geri ve kalkınmakta olan ekonomiler tüm koruma önlemlerini kaldıracak ve ekonomilerini uluslararası ekonomik faaliyetlere açacaklardı. Yapısal reform söylemleri ile gerçekleştirilecek özelleştirmeler sonucunda da kamu mülkiyetindeki kuruluşların serbest piyasada mülkiyet değiştirmesi söz konusu olacak idi.
Olgunlaşmış sermaye "küreselleşirken"
1990'ların basında reel sosyalizmin çözülmesi ile, dünya tek sistemli fakat üç merkezli bir kapitalist düzen içine girmiş oldu. Tek sistemin hakim olduğu bu dünyada sermayenin birikim gereksinimi artarken, istihdam alanları daralmış olduğundan, sömürü havzaları zayıflamış oldu. Sonuçta getiri oranı gerileyen olgunlaşmış sermaye, ürünlerinin pazarlanması ve üretim girdilerinde maliyet tasarrufu sağlanması amacıyla piyasaları genişletme yoluna gitti. Böylece, ürün piyasalarında talebin, girdi piyasalarında ise arzın yükseltilmesi "küreselleşme" olarak ortaya çıktı. Neticede, olgunlaşmış ve getiri oranı daralmış olan sermaye, tüm yerküreyi tüketim ve üretim faktörleri piyasa alanı olarak kullanmaya yöneldi.
Küreselleşme akımının da ABD liderliğinde belirli kurallara oturtulması çabalarında da geç kalınmadı. Sermayenin kurallarım tüm yerküreye yaymaya yönelik olarak geliştirilen Çok Uluslu Yatırım Anlaşmaları (MAI; MuitilateralAgreement on Investments) tasarısı, önceleri Dünya Ticaret Örgütü içinde tartışmaya açıldı. Ancak, çatışan çıkarlar ortamında ABD'nin ve gelişmiş sermayenin çıkarlarının korunamayacağı anlaşıldığından, bu kez tasarının müzakeresi, daha dar ve homojen ülkeler topluluğu olan OECD grubuna çekildi. MAI ve onunla bağlantılı olarak geliştirilen GATS ( General Agreement on Trade and Services; Ticaret ve Hizmetler Genel Anlaşması) tüm ekonomilerin, hiçbir sınır tanımadan uluslararası ekonomik ilişkilere açılmasını öngörmektedir.
Küreselleşme, merkez sermayenin, kendisine yeni ürün ve üretim faktörü piyasaları araması çabalarının ekonomik ve siyasal örgütlenme biçimi olarak görüldüğünde, bu politikaların yayılma alanındaki tüm engellerin kaldırılması kaçınılmaz olmaktadır. Dış ticareti ve sermaye hareketlerini engelleyen fiziksel, parasal ve malî engellerin kaldırılması politikaları, ilke olarak tüm ekonomilere yayılmaktadır.
Bunun yanında, sıkışan sermaye kendisine yeni faaliyet ve kar alanları ararken, özelleştirmeyi ve kamusal faaliyetlerin de ihale usulü ile yürütülmesini dayatmaktadır. Böylece, kamunun işgal etmiş olduğu alanların da özel sermayeye açılması ve bazı kamu hizmetlerinin de, finansmanı kamu bütçesinden görülüyor olmakla beraber, hizmet üretiminin özel girişimciler tarafından yapılması yoluna girilmiş oldu. Kamu hizmetlerinin özel kuruluşlarca yapılması halinde, kamu kesiminde olmayan, özel kesimde faktör getirişi olarak karşımıza çıkan "kar" payı maliyetleri arttıracağından, ideolojik olarak bu maliyet yükseltici unsurun meşrulaştırılması amacıyla, kamu kesiminin verimsiz, özel kesimin ise daha verimli çalıştığı iddiaları ortaya atıldı. Oysa, bu iddianın hiçbir teorik temeli olmadığı gibi, pratikte de böyle bir durum söz konuşu değildir. Ancak, verimsiz olduğu halde karlı olabilen bazı özel işletmeler yanında, verimli olduğu halde sosyal amaçla ya da sair kamusal amaçlarla kar sağlamayan bazı kamu işletmelerinin bulunması kamuoyunu yanıltmaktadır.
Sıkışan merkez sermaye tüm çevreyi üretim merkezi ve ürün piyasası olarak kullanırken ve bu amaçla özelleştirmeyi ve kamu hizmetlerinin ihale usulü ile yürütülmesini dayatırken, aynı anda uluslararası piyasalarda karşıt sermaye île de çatışmaya girmektedir. Küreselleşme ortamında ürün ve faktör piyasalarında sermayeler arasında yaşanan ve giderek yükselen rekabet, güçlü sermayenin başlangıçtaki amacına ket vurmaktadır. Başka bir ifade ile, küreselleşme ortamında sermayeler arasında yaşanan rekabet sermaye getirisinin yükseltilmesi önünde ciddi bir engel oluşturmaktadır. Bu nedenle, güçlü sermaye tarafından işgal edilen uluslararası piyasalardan rakip sermayelerin kovulması nihaî amaç olarak benimsenmektedir. Sermaye getirilerinin yükseltilmesi amacıyla girişilen bu mücadelede, ürün piyasalarında monopolist, üretim faktörü piyasasında ise monopsonist yapılanmalara doğru gidilmesi kaçınılmaz olmaktadır. Böylece, reel sosyalizmin krizinin de sağladığı rahatlıkla. Batı dünyası güçlü sermayeleri arasında ciddi bir mücadele yaşanmaktadır.
11 Eylül ve ABD ekonomisi
Sermayeler arasındaki mücadelede iki önemli belirleyici faktör, enerji kaynakları üzerinde ve teknoloji alanında kurulan hakimiyettir. Zira enerji, ekonominin işleyişinin temelini oluşturma, teknoloji ise, verimlilik artışı sağlama ve değişik ürünlere sıçrama olanağı yaratma nitelikleri açılarından çok önemlidir.
Her iki araç da, küreselleşme kavramı bağlamında iddia edildiğinin aksine, devlet ve devlet politikaları olgu ve kavramlarını yeniden gündeme getirmektedir. Dünya enerji alanları üzerinde sağlanacak ve sürdürülebilecek hakimiyet silah gücünü, yoğun teknoloji yatırımı ise, sermayeye yönelik ekonomik ve malî desteği gerektirmektedir.
ABD'nin, en gelişmiş kapitalist ekonomi olarak, bu mücadelede ön safta olması ise, dünya kapitalist sürecinin doğal bir sonucudur. Üçüncü Paylaşım Savaşı olarak adlandırabileceğimiz ve büyük sermaye merkezleri arasında cereyan eden bu mücadele, temelde enerji ve teknoloji alanlarında yoğunlaşmış olmakla beraber, bunların yanında, şirket birleşmeleri ya da evlilikleri, şirket satın almaları, borsada hisse senetlerinin toplanması vb gibi çok çeşitli mücadele biçimleri de görülmektedir.
Açıktır ki, 11 Eylül terör olayını gerekçe göstererek Afganistan'a saldıran ABD'nin hedefi, doğalgaz ve sair enerji kaynaklarının bulunduğu Orta Asya ve oradan da Ortadoğu ve Arap Yarımadası'dır. Savaş ya da savunma harcamalarını yükselten ABD, Birleşmiş Milletler ve sair uluslararası örgüt ve teamülleri de dışlayarak, dünya hakimiyetini pekiştirirken fizik gücünü de kullanmaktan geri durmamaktadır. Savaş sanayiine yapılan yatırımların ve böylece gerçekleştirilen harcama artışlarının kronik kriz yaşayan ekonomiyi canlandırması yanında, aynı zamanda yeni ve ileri teknolojilerin geliştirilmesine de katkı yapacağı düşünülmektedir.
Sanayi ötesi ileri teknoloji döneminde kapitalist dünya, üretim teknik ve aşamaları itibariyle ekonomilerin belirli bir işbölümüne sokulması ve bu işbölümünde katma değeri yüksek, çevreyi kirletmeyen, ileri ve teknoloji-yoğun üretim faaliyetlerinin ya da faaliyet bölümlerinin merkezde, diğerlerinin ise çevrede konuşlandığı biçimde şekillenmektedir. Açıktır ki, bu şekillenmede merkez ile çevre arasındaki gelir farkı giderek açılmaktadır. Bu durum karşısında merkez sermaye ülkelerinin çevreden olabilecek akımlara karşı kendilerini korumaya almaları doğal bir sonuçtur. Nitekim, bugün başta ABD olmak üzere, ileri kapitalist ülkelerin göç kabul prosedürleri bir yana, kısa süreli vize işlemlerinde de gösterdikleri aşırı duyarlılık ortadadır.
Bugün ABD ekonomisi finansal piyasaları fevkalade şişkin, kredili ve e-ticareti aşırı gelişmiş, bu yönü ile sanal boyutu yüksek bir görüntü sergilemektedir. Kredili işlemlerin hacminin yükselmesi ekonomiyi şoklara açık hale getirmektedir. Borsa hareketlerini ve kredili işlemleri sıkı denetim altında tutan ABD Merkez Bankası FED, faiz oranlarında gerekli ayarlamalarla ekonomiyi dengede tutmaya çalışmaktadır.
ABD ekonomisinin boyutları ve dış ödemeler bilançosunun açık vermesi ABD dolarını dünya parası haline getirmiş bulunmaktadır. Türkiye de dahil olarak, çoğu ülkelerde yaşanan dolarizasyon (para ikamesi) ABD'nin karşılıksız yoğun dış kredi kullanması anlamına geldiğinden, ekonomi üzerinde rahatlatıcı etki oluşturmaktadır.
Dünya hakimiyetini pekiştiren ABD'ye karşı Avrupa Birliği, tek merkez bankası ve tek para birimine geçerek, Japonya ise kendi çevresinde ve Güney Amerika'da yatırımlarını genişleterek dengeleyici olmaya çalışmaktalar. Buna karşın ABD de önce Kanada ve Meksika ile birleşerek Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi'ni (NAFTA), son yıllarda da Latin Amerika devletleri ile birlikte tüm Amerika topluluğunu oluşturdu.
11 Eylül olayını bahane eden ABD, tüm uluslararası anlaşmaları hiçe sayarak, tamamıyla kendi çıkarma uygun bir anti-terör uygulamasını uygulamaya koymuş bulunmaktadır. Bu uygulama ile ABD hemen her yere girebilir, müdahale edebilir konuma gelmektedir.
Görülüyor ki, dünya kapitalizminin lideri konumundaki ABD, karşıtları olan AB ve Japonya ile teknoloji ve enerji kaynakları alanlarında ciddi bir mücadele sürdürmekte, kalkınmakta olan çevresel konumlu ekonomilere ise kendi ekonomik ve siyasal çıkarları doğrultusunda yaklaşım yapmaktadır. Ekonomik zenginliklerin ve siyasal otoritenin merkezde toplandığı böyle bir yapılanmanın anti-tezini oluşturması ise kaçınılmazdır. ABD karşıt sermaye ile teknoloji ve enerji kaynakları alanında mücadele ederken, siyasal karşıtları ile de terör imajı yaratarak ve bizzat kendi halkına korku salarak mücadele etmeye yeltenmektedir. Kapitalizmin sivrilip, keskinleştiği ve dıştakileri yoksullaştırıp, içtekileri şiddet ve korkuya saldığı an, tüm insanlık için gecenin en karanlık olduğu andır! (NH/BB)