Brexit sonrası Avrupa Birliği (AB) hâlâ toparlanabilmiş değil ve iç çekişmeler giderek tırmanıyor. Benzer bir sorunun İngiltere için de sürdüğünü, hatta yeniden AB’de kalıp kalmama referandumunu yapılmasının gündemde olduğunu hatırlatıp asıl konu başlığımız olan ana karaya geçelim.
Geçen yıl yine bu sayfalarda yayımlanan “25 Mart: Avrupa Birliği İçin Ya Tamam Ya Devam” başlıklı yazıda AB’nin bazı ciddi kararların eşiğinde olduğu bunun için bir takım önerilerin sıralandığına değinmiştim. Bunlardan biri “AB’nin birlikte davranması, yetkilerinin artırılması, küresel role ve ortak kimliğe sahip, etkin bir AB tasarlanıyor[du]. ” Bugün gelinen durumda, Almanya-Merkel yönetiminin (ataları Otto Von Bismark’a adeta nazire yapar bir tarzda) “böyle” bir yönelimde olduğundan ve Fransa’nın da onu desteklediğinden söz etmek mümkün. AB ordusu oluşturma girişimi (PESCO), AB sınır koruma gücü olarak ifade edilen Frontex’in yetkilerinin ve personel sayısının artırılması tartışmaları bu yönde atılmış adımlar olarak görülebilir.
Nitekim bu hafta başı AB'nin dönem başkanlığını yapan Avusturya'nın Başbakanı Sebastian Kurz Berlin’de Merkel'le bir araya geldi. Görüşme öncesinde Merkel ve Kurz AB Komisyonu Başkanı Juncker'in Frontex'in 2020 yılında hem personel sayısının, hem de yetkilerinin artırılması önerisini desteklediklerini(1) ve Frontex'in yetkilerinin genişletilmesini istediklerini söylediler. Merkel ayrıca bunun olabilmesi için AB ülkelerinin Schengen sınırında ulusal yetkilerden vazgeçmesi gerektiğini de ifade etti.
Frontex’’in büyütülmesi meselesinde gelecek olası göçmen akınları tartışma konusu yapılıyor daha doğrusu bahane olarak kullanılıyor. Burada önerinin arkasında yatan şey gerçekte Almanya, AB’yi yukarıdan aşağıya Alman kapitalizminin çıkarları temelinde yeniden organize etmeyi hedeflerken daha fazla entegrasyon ve merkezileştirmeyi önüne koyuyor. Ayrıca Merkel yönetimine dönük sık sık suçlama konusu olan “göçmenler”i bu kez kendi silahına dönüştürüyor. Nitekim milliyetçi Avusturya Başbakanı Kurz “göçmenler gelmeden bir an önce Frontex daha etkin olsun” derken komşusu Macaristan’daki bir başka milliyetçi yönetim “Frontex murontex istemem bunlar hep Soros’un oyunu” tekerlemelerine sığınabiliyor. Tabii ki asıl dert Orbanland’de sonsuza kadar hüküm sürmek ve ulusal yetkilerin devredilmemesi.
Almanya’nın reorganizasyon politikalarının sorunsuz ilerlemeyeceği aşikâr. Hem ülke düzeyinde hem de Almanya dahil ırkçı-milliyetçi akımlar AB çerçevesinde dahi kozmopolitizme karşı direnç gösteriyor, bunu temel politikası haline getiriyor. Macaristan’daki Orban yönetimi bunlardan biri. Geçen hafta AB değerlerini ihlal etmekle suçlandı. Avrupa Parlamento’su (AP) Macaristan’ın AB kurumlarındaki söz hakkının kaldırılması ve AB’deki oy hakkının askıya alınmasına kadar bir dizi yaptırımı kabul etti. Fakat Macaristan’a yaptırım uygulanması için AP’nin kabul ettiği tasarının 28 AB üyesi ülke tarafından onaylanması gerekiyor. Burada Polonya tasarıya destek vermeyerek bu cezalandırmayı engelleyebilir. AB değerlerini ihlal nedeniyle aynı kapsamda Polonya’ya dönük yaptırımlar Aralık 2017’de yürürlüğe girmişti.
Merkel’in turnusolu
Almanya’nın AB’yi küresel etkili bir aktöre dönüştürme politikaları sadece bunlardan ibaret değil. Rusya ve Çin’le kurulan önemli siyasal-ekonomik yakınlaşmaları İran’la da ABD yaptırımlarına rağmen koruma niyetinde. Son Kafkasya(Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan) ve Cezayir ziyareti de bu çabalarını bütünleyen hamleler olarak görülmeli.
Bir diğer boyutsa biraz ABD’nin zorlamaları sonucu gibi gözükse de İdlib meselesi üzerinden Ortadoğu’ya askeri olarak da daha fazla müdahil olma tartışmaları Almanya’nın gündeminde. Burada Türkiye’yi yönetenlerin de böylesi yakınlaşmaya fazlasıyla meyil verdiğinin altını çizelim. Alman basınında yazılıp çizilen “Türkiye zor durumda, yardım etmeliyiz” nidalarının malum sarayda kahve höpürtüleri eşliğinde okunduğu kesin. Yaşanılan ekonomik yıkım karşısında ülkenin anahtarını adeta teslim edecek merci arayışında olan diktanın başının canına minnet. Nitekim ayın sonunda Almanya ziyareti sırasında yapılacak protestoları da yasaklayan Merkel yönetimi “yeni Enver Paşa” ile yüz yıl önce bir kan çukurunda sonuçlanmış olan dansı bir kere daha yapmaya niyetli görünüyor. Almanya’nın “Erdoğan’la konuşacağımız çok şey var” imalı açıklamasını, kendi ülkesinde protesto hakkına dahi saygı duymayan tutumuyla birlikte düşünmek, Merkel yönetiminin kimin hakkını hukukunu savunacağı ve malum şahısla neler konuşacaklarını yeterince bize gösteriyor. Tabii tabii… Yeter ki "stratejik çıkarlar"a halel gelmesin…
Kuzey Makedonya Cumhuriyeti Referandumu
30 Eylül’de Makedonya’da ülkenin adını değiştirmek için referandum yapılacak.(2) Yunanistan’la yaşanan “siyasal” çekişmeler sonucu bu kez ülkenin adının “Kuzey Makedonya Cumhuriyeti” olması gündemde. Şu an günümüzde birçok şey gibi Makedonya’nın isim sorunu postmodern karakterli 3. Paylaşım Savaşı’nın gölgesi altında tartışılmaktan kurtulamıyor.
Elbette AB şemsiyesini “iyi” kullanan Merkel bu meseleye bigane kalmazdı. 8 Eylül tarihinde Makedonya'yı ziyaret etmiş, referandumu "tarihi fırsat", AB ve NATO üyeliği için isim değişikliği şahane olur demişti. Çünkü Yunanistan isim sorunu sürdüğü sürece her iki kurumda da veto ediyordu.
Buna karşın Rusya Makedonya’nın NATO üyeliğine karşı çıkıyor. Haziran ayında Rusya'nın AB Daimi Temsilcisi Büyükelçi V. Çizov, Yunan basınına yaptığı açıklamada Makedonya'nın NATO üyesi olma tercihinin "bir hata" olduğunu söylemişti. Ağustos ayında da Nova Makedonya haber portalına konuşan Üsküp'teki Rusya Büyükelçisi Oleg Şçerbak, Batı'yı Makedon seçmenler üzerinde "güçlü bir medya baskısı ve psikolojik baskı" oluşturmakla suçlaması basına yansımıştı.
Burada “imdad”a Trump’ın AB ve NATO’ya dönük dağıtıcı söyleminden farklı politikaları temsil eden ABD Savunma Bakanı Mattis yetişiyor. Bu hafta Üsküp'te Makedonya Başbakanı Zoran Zaev ile görüşen Mattis Moskova’nın referandumda Rusya yanlısı gruplara fon sağladığı konusunda "şüphe olmadığını" söylerken "Para transferi yaptılar ve daha geniş nüfuz kampanyaları da yapıyorlar" demiş.
Geçen yıl Karadağ’ın NATO’ya üye olmasından sonra eğer Makedonya’nın üyeliği de sağlanırsa NATO önemli ölçüde hegemonik pozisyonunu Balkanlar’da pekiştirmiş olacak. Burada tabii ne kadar NATO ve AB aynı hatlardan büyüyecek, genişleyecek ayrı bir soru. Hele hele ABD yönetiminde Trump’ın varlığının sürdüğü, Türkiye’nin NATO içindeki durumunun tartışma konusu olduğu ve ABD’nin Yunanistan’la özel bazı askeri ilişkileri zorladığı günümüzde.
Irkçılar da boş durmuyor
Almanya’nın Chemnitz kentindeki ırkçı gösteriler bir yana AB bu reorganize olma sürecinde daha örgütlü ırkçı faaliyetlerin hedefinde. Trump'ın eski baş stratejisti Steve Bannon, gelecek ilkbaharda yapılacak Avrupa Parlamentosu (AP)seçimleri öncesinde Avrupa'daki sağ-popülist diye adlandırılan ama gerçekte ırkçı olan grupları bir araya getirmek için bir organizasyon kurdu.
İtalya'nın ırkçı, Başbakan Yardımcısı ve İçişleri Bakanı Matteo Salvini de bu "Hareket" (The Movement)’in ilk üyelerinden oldu. İtalya'da yayımlanan Corriere della Sera gazetesi, bu durumla ilgili "Salvini, ABD Başkanı'nın eski danışmanı ve AB'nin yok edilmesinin teorisyeni Steve Bannon'ın hareketine katıldı" diye yazdı. Macaristan Başbakanı Orban ve Fransa'daki ırkçı Marine Le Pen gibi politikacıların bu harekete katılımı bekleniyor.
Sol nerede?
AB’nin geleceği ile ilgili soru çok. Elbette Türkiye’de birçok insan “Bize ne AB’nin geleceğinden” de diyebilir. Fakat AB birçok açıdan Türkiye’ye bizim düşündüğümüzden de yakın. Merkel’in politikaları sayesinde giderek daha da sağcılaşan AB bir yana, ırkçı göçmen karşıtı hareketlerin egemen olduğu AB kesinlikle çok daha “başka” olacaktır. Bundan emin olabilirsiniz. Avrupa’da geniş kitleler kısa bir süre önce kendi elleriyle yarattıkları, 2. Dünya Savaşı’nın Yugoslavya İç Savaşı’nın yıkımlarını unutmuşa benziyorlar. Bu işin tek panzehri var, o da sol ve devrimci hareketlerin gelişmesi.
AB konformizmiyle devrimci düşüncelerin iyice törpülendiği, durumu idare eden ve maalesef zaman zaman saman alevine dönüşen çıkışların ötesinde bu tür yönelimler yok. Anarşist hareket türünden çabalarsa sosyo-kültürel bir akım olmanın ötesine geçmiyor. Kapitalizm-neoliberalizmle “Sosyal Avrupa” fikri ne kadar uzlaşır uzlaşmaz bu ayrı mesele asıl sorun varolanın ötesinde bir ütopya yaratılamamasında.
1- AB Komisyonu Başkanı Juncker geçen hafta Avrupa Parlamentosu'nda yaptığı konuşmada, Frontex'in hem personel sayısı hem de yetkilerinin artırılmasını, geçiş ülkeleriyle yapılacak koordinasyon sayesinde sığınmacıların teknelerle gelmesi öncesinde tedbir alınabileceğini, böylece insanların hayatının da tehlikeye atılmamış olacağını iddia etmişti. Juncker'in planlarına göre Frontex'in personel sayısı 2020 yılına dek 10 bine çıkarılacak. Bunun yanı sıra Frontex AB üyesi ülkeleri sınır dışı işlemlerini hızlı biçimde yapabilmeleri konusunda da destekleyecek.
2- Yunanistan’ın Makedonya’yı isim değiştirmeye zorlamasının görünürdeki sebebi olarak Yunanistan’ın kuzeyinde bir bölgenin de aynı ismi kullanması ve bunun zamanla toprak talebine dönüşebileceği, bunun bertaraf edilmesi için bir gereksinim olduğu ifade ediliyor.