Duvarın yıkılmasından ve Sovyetler Birliği'nin ortadan kalkmasından sonra, özellikle doğu Avrupa ülkeleri "liberalizm-ultraliberalizm"in ve NATO'nun cazibesine kapılmışlardı. Avrupa'nın kendine özgü değerlerinin olduğunu göremiyorlardı, görmek istemiyorlardı. Dönemin amerikan politikaları da, olabildiğince onları ultraliberal uygulamalara çekiyordu. Bu ultraliberal politikalar ekonomik krizle büyük bir darbe yedi. İkinci İrlanda referandumunun sonuçları bunun en açık bir göstergesi.
Obama'nın fize sistemi kararları
İkinci darbe ise Obama'nın füze kalkanı sisteminin Polonya ve Çek Cumhuriyeti'ne yerleştirilmesinden vazgeçildiğini açıklamasıyla geldi. Özellikle Almanya ve Fransa'nın muhalefetine karşın, Bush yönetiminin ısrarla Polonya ve Çek Cumhuriyetine yerleştirmek isteği füze kalkanı projesinden vazgeçilmesi, bu ülkelerde soğuk duş etkisi yaptı. Terkedilmişlik duygusu yarattı. Doğu Avrupa ülkeleri, bugüne kadar özellikle Fransa'nın savunduğu, kendi savunma sistemine sahip olan bir politik avrupa projesine, Rusya karşısında savunmasız kalacakları korkusuyla soğuk bakıyorlardı. Şimdi ise daha az çekimserler. Böylece Obama'nın, füze kalkanını yerleştirmeme kararı, 27'ler avrupasının birliği yolunda bir desteğe dönüştü.
Kararın Avrupa açısından ikinci önemli etkisiyse, kıtanın tümünde istikrarı sağlayacak, Avrupa ile Rusya Federasyonu arasında ekonomik ve stratejik işbirliğinin önünü açması oldu. Almanya ve Fransa, füze kalkanı projesini bu yolda önlerine çıkartılan büyük bir engel olarak görüyorlardı.
İrlanda referandumuyla bir engel daha aşıldı
İrlanda'da ekim başında yapılan referandumdan çıkan evet kararı Avrupa Birliği'ni rahatlattı. İrlandalılar, krizin ardından yapılan bu ikinci referandumda yüzde 32,87'ye karşı yüzde 67,13 oranında "evet" oyu kullanarak Lizbon anlaşmasına onay verdiler. Oy kullanma oranının yüzde 59'u bulması ise bir başka olumlu gelişmeydi. 1992 yılında yapılan Maastricht referandumundan bu yana ilk kez böylesine yoğun bir katılım gerçekleşti.
İrlanda referandumunun ardından, gözler, Lizbon anlaşmasını halen daha imzalamamış iki ülkeye yöneldi. Polonya ve Çek Cumhuriyeti. Lizbon Anlaşması, bu iki ülkenin parlamentoları tarafından onaylanmış ama cumhurbaşkanları tarafından imzalanmadığı için yürürlüğe girmemişti. İrlanda referandumunun ardından Polonya Cumhurbaşkanı anlaşma metnini imzaladı. Geriye Çekler kaldı.
Avrupa'ya kuşkuyla yaklaşmaktan öte neredeyse Avrupa Birliği karşıtı olan Çek Cumhurbaşkanı parlamentonun aldığı kararı imzalamamakta hala inad ediyor. Bu konuda iki senaryo konuşuluyor. Ya baskılara dayanamayıp imzayacak ve Lizbon anlaşması yürürlüğe girecek. Ya da imzasını İngiltere seçimlerine kadar erteleyecek. Böylece anlaşmanın yürürlüğe girmesi, gelecek seçimlerde iktidara gelmelerine kesin gözle bakılan İngiliz muhafazakarlarının eline kalacak. İngiliz hükümeti anlaşmayı imzaladı ama Muhafazakarlar Lizbon anlaşmasına karşı çıkıyorlar ve iktidara gelirlerse, o güne kadar tüm ülkeler tarafından imzalanmamış olması halinde, anlaşmayı referanduma götüreceklerini açıkladılar. Seçimden sonra bu sözlerinde dururlar mı bilinmez.
Lizbon anlaşması yürürlüğe girmesi, 1995 yılından bu yana sürdürülen kurumsal reform tartışmalarına bir son verecek. 14 yılda hazırlanan 4 metinin (Amsterdan, Nice, anayasa anlaşması ve Lizbon) ardından kimsenin yeniden kurumsal sorunları tartışacak hali kalmadı.
Lizbon anlaşması Avrupa Birliği'ne siyasi bir kimlik veriyor
23 Aralık 2007 tarihinde, Avrupa Birliği'ne üye ülkelerin yöneticileri tarafından imzalanan anlaşmanın getirdiği belli başlı yenilikler şöyle:
- Avrupa Birliği, uluslararası planda kendini temsil edecek bir başkana sahip oluyor. 2,5 yıllığına seçilecek olan Avrupa Konseyi Başkanı'nın iki kez seçilme hakkı var. Böylece, her 6 ayda bir değişen, sırayla üye ülke başkanlarının veya başbakanlarının yürüttüğü başkanlık sisteminin yarattığı devamsızlık ortadan kalkmış olacak.
Bu maddenin önemli siyasi sonuçlar doğurması bekleniliyor. Seçimle gelen başkanlık sayesinde Avrupa'nın temsili gücünün artmasının yanısıra, Başkanın Avrupa Parlamentosu'nda yer alan kişiler arasından seçilmesi zorunluluğu, gelecekte sol, sağ, yeşiller ve benzeri büyük siyasi akımların gerçek bir avrupa partisi olarak örgütlenmelerinin önünü açabilecek. Birbirine alternatif Avrupa Hükümeti programlarının oluşmasını sağlıyabilecek. Ve bu süreç federalizmi güçlendirecek.
- Avrupa Birliği içinde bir tür dışişleri bakanlığı kurumu oluşturulacak ve başına Avrupa Dışişleri bakanı getirilecek. Bu kişi başkan yardımcısı statüsüne sahip olacak.
- 2014 yılından başlayarak kararlar nitelikli çoğunluk sistemine göre alınacak. Bir ülkenin karşı çıkması karar alınmasını engelleyemiyecek. Böylece aylar, yıllar süren -bazen çok çirkin olabilen- pazarlıklar dönemi büyük ölçüde kapanacak. Karar alınabilmesi için, Avrupa Birliği nüfusunun en az yüzde 65'ini temsil eden, en az 15 ülkeden gelen üyelerin yüzde 55'inin oyu yerterli olacak.
- Avrupa milletvekilliği sayısı 736'dan 751'e yükseltiliyor. En fazla temsilci sayısı, ülkenin nüfüsu ne olursa olsun, 96 ile sınırlanırken, küçük ülkeler en az 6 temsilciye sahip olacaklar.
- Üye ülkeler dış saldırıya karşı bir dayanışma anlaşmasıyla birbirlerine bağlanıyorlar. Bu maddeyi ortak avrupa savunmasının ilk adımları olarak görebiliriz.
- Ortak enerji politikası oluşturulması. İklim değişikliğine karşı mücadele.
- Avrupa Birliği'ne üye ülkelerin vatandaşlarının, 1 milyon imza toplayarak yasa önerisinde bulunabilmeleri. (SŞ/TK)