Elimde okul yıllığı var, ilk sayfada Müdürün yazısı “Bütün neşe tesellimizi kendilerinde bulduğumuz sevgili öğrencilerimiz” diye başlıyor. 80’lerde yatılı okumak üzerine düşünüyorum. O zamanlar Anadolu Liseleri 7 yıl; ilk sınıf hazırlık, sonrası ortaokul ve lise; her şehirde de yok henüz.
Bizim dönemin yıllığı “Öğretmenlerimiz” sayfaları ile başlıyor. Yüzlerini dikkatlice inceliyorum. Hepsi bir şekilde bir iz bırakmış, kimini minnetle kimini lanetle hatırlıyorum. Ardından “Hizmetliler” bölümündeki fotoğraflara bakıyorum. Hepsinin sureti gözümün önüne geliyor. “Mutfak Görevlileri” yazan toplu fotoğraftakilere teker teker bakıyorum. Şu adam karavanadan yemek dağıtırken kepçeyi o kadar yukardan dökerdi ki her seferinde yemek üstüme sıçrardı. Şu adamın suratı hep asıktı, hiç gülmezdi.
Sadece birinin kafasında hijyenik bone var, belli ki fotoğraf çekilecek diye takmış. Kaç yıllık yatılılık hayatımda kimsede öyle bir bone hatırlamıyorum. Altında “Santral Memuru” yazan fotoğrafa gelince uzun uzun bakıyorum. Anısı o kadar taze ki, sanki birden yan odadan çıkıp “Ay-gün A-til-la, Ay-gün A-til-la, telefona bekleniyorsunuz!” diye bağırsa şaşırmayacağım.
Fotoğrafta önündeki telefon konsoluna dikkatle bakan bu adam Konyalı Mehmet abi; Mehmet Kuru. Ailesiyle birlikte G Blok yakınındaki lojmanda kalırdı. Biri bizimle akran 2 oğlu vardı galiba. Oğlanlarıyla birlikte gezerdi, hepsi kendine benzerdi.
Ona dair bir sürü detay beynime kazınmış. Kumral kıvırcık saçları, bal rengi ile koyu yeşil karışımı gözleri vardı. Dişlerinden biri veya birkaçı eksikti diye hatırlıyorum. Yaz kış elde örme süveter giydiğini, okulun ana kapısına yakın derme çatma bir kulübede, önünde koca bir telefon santrali konsolu, telefon fiş uçlarını birinden çıkarıp diğerine yerleştirirken yüzündeki ifadeyi hatırlıyorum. Bir çay bardağı olurdu hep masanın üzerinde, bir pilli radyo, kaynamaktan ağarmış bir de çaydanlık kenarda. Gündüzlüler (ders çıkışı evine gidebilenler) pek tanımaz onu, yatılıların Mehmet abisiydi o.
Cep telefonlarının esamesi okunmuyor o zamanlar. O koca telefon santralinin bir gün cebimize sığacağı henüz aklımızın ucundan geçmiyor. Mehmet abi demek “Evden haber var” demek. Önünde alıcısı duran, en davudi sesini takınıp anons yaptığı bir de hoparlör var.
Etüt zamanı değilse yatılılar ya voleybol, basketbol sahalarında oynuyor ya da bahçede geziniyor, bir kulakları hoparlörde elbet! Önce cızır cızır bir ses, sonra kulakları tırmalayan bir çınlama, en son da Mehmet abinin sesi; “Aygün Atilla…Aygün Atilla…Telefonunuz var… Telefonunuz var… Telefona Bekleniyorsunuz!!!” (Hangi şanslıya telefon gelmişse artık). Sonrası, dalağın ciğerini sıkıştırıncaya, ciğerin ağzından çıkıncaya kadar telefon kulübesine topuklamaca. Allah’ım nasıl da uzak bir köşede o kulübe, ulaşıncaya kadar kan ter içinde kalırdık. İstisnasız tüm yatılıların o kulübenin merdivenlerinde ağlamışlığı vardır. Arka arkaya telefon geldiyse, merdivenlere oturup toplu ağlamışlığımız bile vardır. Dedem aradığında çok ağlardım ben. Mehmet abi utanmayayım diye kapıya çıkıp hava alıyormuş gibi yapardı, hatırlıyorum.
Gündüzlü arkadaşların yardımıyla arada sırada Mehmet abiyi kandırırdık. Abuk sabuk isimler anons ettirirdik ona. Sipariş ettiğimiz isimleri duyunca yarım saat debelene debelene gülerdik. “Nadia Komanaçi…Nadia Komanaçiiii” ya da “Müjde Arrr… Müjde Arr… Telefonunuz var… Telefona bekleniyorsunuz” diye kandırıldığını bilmeden anonslar geçerdi. İyi adamdı; kulübenin merdivenlerinde oturup ağlayanları “Üzülme bir daha ararlar” diye teselli ederdi. Nasıl da özenmiş fotoğrafı çekilirken.
İlkokuldan sonra başka şehre, yatılı okula gitmek neye benzer uzun uzun anlatasım var ama dikkatli olmam lazım anlatırken, soğuk suyla bile olsa yıkanmak için nasıl büyük bir mücadele verdiğimizi anlatsam, yatakhanedeki farelerden, karnımızın gurultusundan uyuyamadığımız gecelerden, yemekhaneden çıkarken gömleğimizin altına sakladığımız ekmek dilimlerinden bahsetsem yanlış anlarsınız diye çekiniyorum.
Şimdi görsem, bazı hocalarımıza “Ah hocam, ne fena davrandınız bize, değer miydi” diyesim var. Bazen dayak yerdik mesela. Hiyerarşi çetindi; arada büyük sınıflardan da dayak yerdik. Flaubert, “Yatılı okulu tanıyan, 12 yaşında yaşama dair hemen her şeyi tanır” der, galiba yatılı okuldaki 7 yılın en doğru özeti bu.
Benim okuduğum Anadolu lisesi o zamanlar merkezden uzaktı. Okulun çevresinde bir tur atıp hangi yöne bakarsanız bakın bir bina göremezdiniz. Bir tek ağaçlıklı yol üzerinde NATO görevlilerinin gittiği bir tesis vardı ama etrafı kalın demir çitlerle çevrilmiş bu tesiste genelde kimse olmazdı. Bu tesis dışında en yakın bina 1-2 km sonunda ulaşabildiğimiz küçük bir tren istasyonu idi. Korku filmi platosundan hallice, iki tarafı ağaçlıklı uzun yolun sonunda ulaşılırdı oraya.
Ben haftalık yatılı idim, Aydın-Nazilli-Denizli hattında 40-45 yatılı çocuk her hafta cuma akşamı şehirlerarası bir otobüsle eve gider pazar akşamı okula dönerdik. Bazen hava çok kötü olduğunda otobüsümüz bizi tren istasyonunda bırakırdı. Orada inip koca valizlerimizi çeke çeke okula yürürdük. Sırılsıklam olurduk yatakhaneye ulaşıncaya kadar.
Yatılılık denilince aklıma hâlâ ilk sırada “açlık” geliyor. Yemek yerken gözümün doymaması, yemesem bile her şeyin sofrada olmasındaki inadım hep bu yüzden. Kahvaltılarda oğlum Genco’ya, “Fakat ne aç kalırdık yahu” diye başlayıp o gözlerini devirinceye kadar anlattığım onlarca, yüzlerce hikayem var. Bazen o yıllara dair anılarımı anlatırken oğlum “Karlı Rus steplerinde haftalarca, aylarca yol alan, soğuğa ve açlığa rağmen hayatta kalmayı başaran Rus edebiyatı kahramanları gibiymişsiniz” diye sataşır.
Sabah kahvaltısında tabldot tepsiler içinde sararmış margarin, kahverengi gül reçeli, kireçten hallice bir beyaz peynir, içi yeşil bir yumurta, birkaç siyah kurumuş zeytin ve sarı çay olurdu. En iyi yemekler cuma öğlen, en kötü yemekler pazar akşamı çıkardı. Akşam yemeği saati 6 idi, sonrasında kesin acıkacağımızı bildiğimizden gömleğimizin, kazağımızın içine kuru ekmek saklardık.
Şimdi okuduğunuz an yüzünüzü buruşturacaksınız ama bazen kimin pilavından daha çok böcek çıkacak diye iddiaya girerdik. Kazanana okul kantininden kola ısmarlardık. Akşam yemeğinden sonra etüt başlardı. Gündüz ders dinlediğimiz binada geceleri aynı sıralarda bu kez etüt için otururduk.
Okul revirinde çalışan “Baytar” lakaplı bir görevli ayak burkulmasından baş dönmesine kadar her şikâyete bir aspirin verir, bizi okul formalarımızla revirdeki ranzada birkaç saat yatırırsa hiçbir şikâyetimizin kalmayacağına inanırdı. İlginçtir, genellikle birkaç saate hakikaten bir şeyimiz kalmazdı.
Parasız kalınca birbirimizden borç alırdık, birbirimizin kazağı ile çarşı iznine çıkardık. Kardeşi odasına izinsiz girdi diye bas bas bağıran akranlarımızın aksine 20 kız çocuğu aynı soğuk, taş zeminli odada uyur, 120 kız çocuğu aynı uzun koridorda giyinirdik. Tüm eşyamızı yarım metre eninde ve ondan da az derinlikte bir çelik dolaba sığdırır, yine de şikâyet etmezdik.
Yatılı erkek çocuğu sayısı 400 civarında idi. Son sınıfta erkekler yatakhane binası tadilata girince onlarca, yüzlerce erkek çocuğu aylarca geçici olarak konferans salonunda ve müzik dersliklerinde sıkış tepiş, koyun koyuna yatmıştı. Kısacası, gözün alabildiğine ıssız bu yerleşkede yüzlerce yatılı çocuk sadece birbirimize tutunarak yaşardık.
Seçimleri ile büyür çocuklar, yıllar ile değil. Bizler, yani kendi seçimlerini yapmayı ve bunun sonuçlarına katlanmayı on bir, on iki yaşlarında öğrenmeye başlayan çocuklar için dünya ne karabasan ne de cennet sıfatlarıyla tanımlanabilir. Ne demiş Jorge Amado; “İnsanın memleketi çocukluğudur”.
Diyorum ya hep; "dünya iyi ya da kötü değil; kayıtsız sadece" diye. İşte tam da bu yüzden, her yatılı çocuk kadar yatılı okul hikayesi vardır. Kimi hikâyede yersizlik yurtsuzluk hissi, ince bir araf sızısı; kimi hikâyede Münir Özkul’lu, Adile Naşit’li “Neşeli Günler” melodileri.
Buraya kadar anlattıklarım yüzünden enseyi karartmayın hemen! Hepimize şahane katkıları oldu yatılı okulun. İleride nasıl bir insan olacağımız o yıllarda ilmek ilmek örüldü. Hayatımda ilk tiyatro gösterisini bizi bir otobüse toplayıp İzmir Devlet Tiyatrosu’nun bir oyununa götürdüklerinde izledim mesela. İlk defa bale izlemeye götürdüklerinde sahneden gözlerimi ayıramamıştım. “Edebiyat kurtarır” sözünü şiar edinmeme okul sebep olmuştur. Dünyanın en iyi yazarlarıyla okul tanıştırmıştır beni.
80’lerde yatılı okurken baş etmeyi, mücadele etmeyi, direnmeyi, dayanışmayı, atlatmayı, unutmayı, sabretmeyi, dert etmemeyi öğrenmişiz. Dövüşmeyi öğrenemeyenlerimiz bile en azından dövüşten kaçmamayı, yılmamayı öğrenmiş.
Üstelik, travmatik görünen durumlar insanı güçlendirici deneyimlere dönüşebilir. Yaralı zihin zorbalaşabilir ama her zaman bunun tersi de mümkün. Aynı travmadan diktatör olarak da çıkabilirsiniz, adalet savaşçısı da. Sokaklarda son bulan hazin bir hayat hikayesinin öznesi de olabilirsiniz, ışıltılı bir kariyerin sahibi de.
Tam burada ufak bir uyarı yapayım. Aman diyeyim ebeveynleri suçlama kolaycılığına sapmayalım. Hem yersiz hem de saçma çünkü. Ebeveynlik toplumsal bağlam tarafından belirlenen bir pratik; annelik de babalık da ezeli ve ebedi değil, sadece tarihsel aslında. Her devrin, her kuşağın büyüme ve büyütme pratikleri kendine özgü. O zamanlar ebeveynlik şimdiki gibi uzmanlıklarla desteklenen tam zamanlı bir meslek değildi inanın.
Haydi artık baklayı ağzımdan çıkarayım; şimdiki nesil ile kıyaslanınca çok daha şanslı bir gençlik yaşadığımızı düşünüyorum. Bizim neslin hayatının daha zor olduğu fikrine hiç katılmıyorum. O zamanlar gelecek bizimdi, kötü olan, yanlış olan her şeyi değiştirebileceğimize samimiyetle inanıyorduk. Şimdiki gençlerin aksine hep umudumuz vardı. Geleceğe ve hayata güveniyorduk.
Kendi gelecek kurgumuzda başarılı olduğumuzu elbette düşünmüyorum. Ama bu türden bir umut hepimizde vardı diyorum. O zamanlar kendimizle ve başkalarıyla bir anlam veya amaç duygusuyla bağlanmak bugünkü kadar zor değildi. Yeni neslin yaşadığı, adeta yerinden oynamış çıkık bir omuz gibi sürekli sancıyan bir yalnızlık ve yabancılaşma krizi içinde değildik.
Farklı sosyal arka planlara sahip olsak da zamanın toplumsal normları ve diğerkâmlık ethosu bizde hayatımızın sonraki bölümlerinde “her şeyin yolunda gideceği” düşüncesi uyandırıyordu. Geleceğe duyduğumuz güven şimdiki zamanın sıkıntılarını bir parça da olsa bertaraf ediyordu. Umutluyduk.
Diploma skandalı patlak verdiğinden bu yana, girdiği hâkim-savcılık sınavında çok yüksek puan almasına rağmen mülakatta elenme haksızlığını sindiremeyip intihar eden Avukat Mert Akdoğan çıkmıyor aklımdan.
İTÜ Uzay Mühendisliği mezunu olan Okan Bayram’ın işsiz olduğu için kampüsteki bir inşaattan atlayarak intihar etmesi çıkmıyor. Son 10 yıldır atanamadığı için 300 öğretmenin intihar ettiğini söylüyor gazeteciler.
Depremde bebeği kucağında cesedine ulaşılan genç avukatın diplomasının başka bir insan adına yeniden oluşturulduğunu dinliyoruz ekranlardan.
Adaletsizlik ve eşitsizliğin kol gezdiği bir zamanda “anlamın” kaybı kaçınılmaz. Daha önce görülmemiş şiddette bir kriz yaşanıyor gözlerimizin önünde. Anlamın ve güvenin kaybı hepimizin hayatında korkunç bir boşluk, dayanılmaz bir acı yaratıyor.
Galtung, insanın zihinsel ve bedensel olarak mevcut potansiyelinin altında olduğu her durumda şiddetten söz edilebileceğini söyler. Ona göre şiddet, insanın “aktüel/mevcut” ve “potansiyel” durumu arasındaki farktır.
Yalan bir şiddettir. Sosyal eşitsizlik bir şiddettir. Liyakatsızlık bir şiddettir. Adaletsizlik bir şiddettir. Çalınan şey sadece diploma değil, gelecektir, adil ve eşit bir dünyaya olan inançtır. Dibe vurduğumuzu gösteren bu son skandal yüzünden yolda belde gördüğüm her gençten özür dileyesim var. Öyle bir mahcubiyet içindeyim kaç zamandır.
Benim için 80’lerde yatılı okul en çok “üzülme emi, hallederiz” idi; “unut gitsin, geride kaldı” idi; “korkma, ben varım” idi. En çelimsiz, en zayıfın bile bir kahramana dönüşebileceğini o okulda öğrendim ben.
Bunca yıl sonra durup dururken yatılı okulu anlatmaktan muradım, elimi gençlerin omzuna atıp hepimizin kaderinin geri alınamaz bir şekilde birbirine bağlı olduğunu, yanlarında olduğumuzu söyleme ihtiyacı sadece.
“Birbirimize sahip çıktığımız sürece bize bir şey olmaz” derdik yatılı okuldayken. Sokakta gördüğüm her gence, istisnasız hepsine birden “Haydi annem, bir kere daha hep beraber deneyeceğiz! Yalnız değilsin!” diyesim var.
(AA/EMK)







