"Her insan, diğer bütün insanların günahını omzunda taşır." Antoine de Saint Exupery'nin II. Dünya Savaşı Fransa'sının en çok basılan eseri olan "Savaş Pilotu"nda geçen bu cümle; yazarın savaşa kazanan değil kaybeden açısından bakan dünya görüşünü yansıttığı kadar, bir savaşın yol açtığı felaketlerin sonraki kuşakları ve tüm insan uygarlığını tahrip ettiğini özellikle vurgulaması açısından da anlamlıdır.
I. Dünya Savaşı'ndan yenik ayrılan Osmanlı bürokratlarının, Osmanlı son döneminden başlamak üzere, her toprak kaybını bir itibar kaybı, her zaferi ise şanlı geçmişin geri döneceği bir kayıp duygusuyla algılayan ve sindirilmemiş zaferler üzerinden oluşturduğu zihniyetle inşa ettiği Türk ulusal kimliğinin kılavuzluğunda pek çok meseleye yaklaşımı, dönemin edebiyatını da tek bir kaybeden olduğu varsayımı üzerine odaklar.
Dönemin bürokrat-aydın ve gerektiğinde öğretmen-yazar rolüne bürünen yönetici seçkinleri tarafından yönlendirilen Türk halkı için, çok uluslu bir imparatorluğun içinde o güne kadar birlik duygusu içinde, düşman olarak algılanmayan Hıristiyan azınlıklar; belli bir süreç zarfında yok edilmesi gereken "tekinsiz öteki" olarak sınıflandırılırlar.
Bu bağlamda, imparatorluk bünyesinde yaşayan her etnik azınlık, o dönemde hızla yeşermekte olan ve I. Dünya Savaşı yorgunu perişan Anadolu insanına belletilen ve ırkçı eğilimler barındıran Türk ulusal kimliğinin gölgesinde, "her etnik azınlık, nihayet fırsatını yakalayan İttihatçı yöneticilerin sonsuz iktidar hırsının yarattığı günahları, bir ömür boyu omuzlarında taşıyacaktır" cümlesine maruz kalırlar.
Hafızaların hayalet süvarileri büyükannelerin gizli tarihi
Bu dönemde, azınlıkların bu toprakların gizli hafızasında kayıtlı kalan acılarısa, her defasında genç kızların çeyiz sandıklarına, teyzelerin dantellerine ve kocalarını, erkek kardeşlerini kaybeden kadınların göz yaşlarının ardına saklanmak zorunda kalır. Toplumsal hafızasını, Cumhuriyet Türkiye'siyle sınırlandıran bir zihniyetin yok sayılan travmalarının yükünü yaşamlarıyla ödeyen Ermeni aydınlarının ardından sorulması gereken ilk soru, bu insanların yaşanmamış bir olgu/vaka için neden yaşamlarını ortaya koydukları sorusudur.
Düşünce ve ifade özgürlüğü açısından tartışmasız ele alınması gereken, gecikmiş/geciktirilmiş bir konu olarak Ermeni meselesini ele alan Elif Şafak'ın "Baba ve Piç"inde, ulusal kimliğini milliyetçi bir söylemle kadın hafızaları yoluyla ileten ve o toplumu "kolektif amneziye" maruz bırakarak, toplumsal cinsiyetle sınıflandırılan bir zihniyetin, ırkçılığın belirlediği tarihçesini çıkarmak ve işe Ermeni meselesinin Türk romanında bu güne kadar neden yer almadığı sorusuna cevap aramakla başlamak, bir doğu-batı sorunsalı neticesinde doğan Türk romanının içinde yer aldığı düşünce dünyasının tarihçesini anlamak açısından elzem.
Bu noktada, temel hareket noktasını unutma olarak belirlemiş bir toplumun ulusal kimliğinin taşıyıcısı olarak belirlenen kadınların hafızlarını nasıl olumlu yönde yönlendirmeleri konusunda "Baba ve Piç"in bir hatırlatma ve hatırlama olarak ele aldığı Ermeni meselesinin neden günümüzün postmodern dünyasının yarattığı şizofrenik algılar silsilesinde tutunamadığını, modern ulus-devletin milliyetçiliğe meyil veren ideolojisinin sakatlığı üzerinden düşünmekte fayda var.
Bu bağlamda, "Baba ve Piç" romanının da milliyetçi ideolojinin yarattığı sayısız sorundan biri olarak ele alınan, ancak kendi başına bir roman konusu olabilecek kadar vahim ve derin bir içeriğe sahip bu konunun, bir tanıklık anlatısı olarak ele alındığı Fethiye Çetin'in "Anneannem"ini, konuyu dönemin Türkleştirme politikalarının yol açtığı bir hafıza politikası sorunu olarak ele alarak, bir travmanın ardından yıllar sonra hatırlanan tarihsel bir tanıklık belgesi olarak değerlendirmek daha tutarlı bir algılama biçimi.
Her iki kitabın temel ekseni, tüm hafıza politikalarına rağmen hatırlayan ve hegemonik erkek söylemine tüm iyileştirici etkisiyle karşı duran kadınlar ve onların duruşunun ortak noktası olan gizli hafızaların kültürel dolaşımı yoluyla gerçekleşen aktarım ve bu aktarımın vurgusu.
Acı çeken Ermeni kadının ötekilileştirilmesinin, kadınların evrensel ötekiliği üzerinden hatırlanan cinsiyetlendirilmiş kimlikleri, Ermeni meselesine, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü'nde hatırlama üzerinden doğan bir bakış için anlamlı olabilir.
Azat edilmiş kadınların intikamı
Her açıdan ulusun ve o ulusu koruyacak çocukların koruyucusu olan kadınlar, ulus-devletin ulusal kimliğini içerde ve dışarıda en iyi şekilde temsil etmekle yükümlüdür. Nira-Yuval- Davis, "Milliyetçilik, Feminizm ve Toplumsal Cinsiyet İlişkileri" adlı makalesinde, kadınların, ulusların biyolojik ve kültürel taşıyıcıları olduğunu belirterek; onların görünmez sınır bekçileri olduğunu vurgular.
Kültürü kolektif hafızlar yoluyla bir kuşaktan diğerine aktaran kadınlar, kimi zaman düzenlenmiş milliyetçiliğin ideolojik yeniden üreticisi ve taşıyıcısı olurlar.
Bu bakımdan "Baba ve Piç" romanı, Batılılaşma hareketi olarak gerçekleşen Türk modernleşmesinin yegane taşıyıcıları, hafızasız ulus-bekçileri kadınlar açısından Ermeni meselesini ele alır.
Bu noktada yazar, hatırlamamayı tercih eden ve bunu bir ulusal kimlik mücadelesinin benzersiz bir unsuru olarak belirleyen Kemalist ideolojiye bir eleştiri getirerek, Ermenilerin travmaları üzerine inşa edilen bir ulusal kimliğin nereye kadar yaşayacağını sorgular.
On dokuzuncu yüzyıla kadar ulus kavramını "oturulan yer" olarak dar anlamda kullanan Osmanlılar, ulus gibi bir kavrama yabancı kalmışlardır.
Bu nedenler yukarıda, "Anneannem"in sevgili büyükannesi Heranuş'un hikayesinde görüldüğü gibi, ileride açığa çıkan Türkleştirilme politikalarının bir sonucu olarak Ermeni tehciri sonrası gerçekleştirilen, dönüştürme vakalarında da görülür. F. Çetin'in bir tanıklık anlatısı olan "Anneannem"i, bir tarihsel gerçeği –Türk ulusal kimliğini oluşturmak için- Anadolu'da yapılan Türkleştirme politikalarının sonucu olan kıyım, tehcir ve Müslümanlaştırma olgularını derinlikle anlatarak hafıza politikalarını, etik bir hatırlama sorunu olarak değerlendirmeyi düşündürür.
8 Mart Dünya Kadınlar Günü'nde travmatik yer değiştirmeler, tehcir ve Türkleştirme politikalarıyla hafızaları silinen, unutmaya zorlandıkları için deliren tüm Ermeni büyükannelerini ve onların tehcir sırasında yaşadıkları "Ölüm Yürüyüşü"nü hatırlamak ve sadece cumhuriyetin "hak sahibi" kadınları olarak değil, onlar ve onların yorgun hafızaları için de "yürümek" gerek. Tabii sadece bugün değil, sonrasında da düşünmek, tartışmak ve "hafıza etiği" denilen kavramı yerleştirmek gerek. (YK/TK)