Şengal’de Ezdilere yapılan katliamın üzerinden tam iki yıl geçmiş olmasına rağmen, o felaketin ağırlığı ve yürekler yakan yüzbinlerin feryadı hala etkisini sürdürüyor.
Fermanın kendisi kadar büyük olan ihanetin ibret verici "geri çekilişi" hiç unutulmadı.
Ezdiler arasında ferman kadar o ihanet de hep konuşuldu ve kuşaklar boyu da konuşulacaktır.
3 Ağustos 2014’ günü IŞİD, Şengal'e (Ezidilere) büyük bir vahşetle saldırdığında 7 bin civarında olan Peşmerge gücü vardı ve bunlar herhangi bir karşı saldırı veya direniş göstermeden Şengal'den ayrıldılar. Dolayısıyla o güne kadar güvenliği sağlayan binlerce (7000) Peşmerge sahip oldukları ağır silahlarını da alarak bölgeyi IŞİD’e terk ettiler.
Buradan hareketle savunmasız kalan yüzbinlerce Ezidi kendilerini insan avının içinde buldu. Bu acı hakikat Ezdiler tarafında bir ihanet (bu durum ikinci ölüm olarak tanımlanıyor) olarak görülüyor.
Bu ihanet o kadar derin bir yer kaplamıştır ki, Ezdilerin hafızasında fermandan sonra “İkinci Ölüm” (Mirna Düyemin) olarak anılıyor.
Birinci ölüm ‘tarih öncesi vahşeti’ andıran IŞİD saldırı uğultusu ve “iblisi” katliamıydı, İkinci Ölüm ise kardeşin (Peşmerge) galiz ihaneti. İki yıl geçmiş olmasına rağmen, konuştuğunuz her Ezdi birinci ölümünün ikincisi kadar ağır bir etki yaratmadığını aktaracaktır.
Lakin birinci ölüm (ferman), tasarlanmış bir katliam veya planlanmış bir etnik temizlik olsa da hedefinde öncelikli olarak fiziki anlamda yok etme vardı ama, tümüyle ne tarihin ne de coğrafyanın hafızasına hâkim olamayacaktı. Oysa İkinci Ölüm olarak algılanan ve adlandırılan ihanet, tarihin ve kültürün taşıyıcısı olan kadınların savaş ganimeti olarak alıkonulmasına ve bütün kutsalların vahşilerin eline geçmesine imkân sağlamıştı. Bu nedenle, Ezdilerin tarihsel hafızasında ikinci ölümün yeri çok lenduha ve izahatsız bir metafora tekabül etmektedir. Çünkü İkinci Ölüm, tarihin talanı ve kuşaklar arası kültürel aktarımı sağlayan, “arkaik bilgi ve sırların” taşıyıcısı ve koruyucusu olan kadının “kırımı ve kirlenmesi” anlamına gelmektedir. Ferman esnasında ölüm ve talanın yanı sıra binlerce Ezdi kadına “bütün ilahi sırlarla” beraber el konuldu ve çeteler tarafından haysiyet ve onurlarıyla oynandı.
Bir soykırım yöntemi olarak tecavüz ve Müslümanlaştırma birbirini tamamlayan iki yöntem biçimi olarak kullanılmış ve beraberinde bir “cins kırımı” (gender genocide) da söz konusu olmuştur.
Ezdi bir kadının kaçırılarak zorla evlendirilmesi aynı zamanda kendi toplumu tarafından dışlanma tehlikesini beraberinde getirmekte ve cemaat dışı kalması anlamına gelmektedir.
Ezdi toplumu halen grup dışı evlilikleri istisnasız bir şekilde onaylamamakta, bu evlilikleri yapanlar toplum tarafından dışlanmakta ve bu dışlanma aforoz edilmeye kadar gitmektedir. Ezdi kadınları kaçırmanın ilk fermandan soykırımın bir “geleneği” olarak günümüze kadar geldiği biliniyor. Her fermanın beraberinde getirdiği en musibetsiz “talih” ise, son fermada olduğu gibi kadınların ganimet olarak kaçırılarak tecavüz yoluyla dinden çıkarma ve zorla evlendirilerek soyundan koparmadır. Katliam esnasında iki gün içinde 300 bin Ezdi yerinden edildi, 5 bin civarında Ezdi katledildi ve bir o kadarı da “Cihad” adına ganimet olarak esir alındı.
Savaşarak değil, katledilerek öldürüldüler, kadınlar ve çocuklar esir alınarak tecavüz edildi. Aileleri öldürüldükten sonra canilerin sapkın tarikat okullarında cebren din değiştirmeye zorlandılar.
TIKLAYIN - SAVAŞ, ZORUNLU GÖÇ VE PATRİYARKA MAĞDURU EZİDİ KADINLAR KONUŞULDU
Dolayısıyla 3 Ağustos 2014 tarihinde Şengal'de yaşananlar salt katliamla sınırlı bir felaket değildi, aynı zamanda tufan sonrası "ilahi gazabın" yıkımlarını andıran büyüklükteydi, fiziksel yıkım ve çöküşün yanı sıra ruhsal dünyaları da harabeye dönüşmüştü.
Ezdiler, daha o sabah güneşe yüzlerini dönüp 72 millet için dua etmeden önce “Cihad” adına iblisi bir katliamın pençesinde buldular kendilerini.
TIKLAYIN - EZİDİLER 73. FERMAN - KATLİAM VE KURTULUŞ
Selefi ahlaka uygun bu "topyekûn kırım" tüm geleneksel normları yerle bir edecek kadar büyüktü. Genç, yaşlı, çocuk, kadın evlerini bırakarak Şengal dağına sığındılar. Yıkılan şehirlerin, yakılan evlerin, esir alınan kadınların ve nice başsız bedenin heybetinden kaçanların gidecekleri tek yer dağlardı. Birçoğu daha dağa varmadan susuzluktan ölmüş ya da ölmek üzere olan çocuklar ve yaşlılar, o kıraç dağın kızgın toprağına düşmüş olarak bulundular.
Kıraç bir coğrafyada, kıraçlaşmış kalplilerden kaçarken, başka nereye düşebilirlerdi ki? Bir bir ölüm meleğine teslim olan çocukların ahı asırlar boyu unutulmayacaktır. O uğursuz günden sağ kurtulan Şengalli görgü tanıkları yaşananları "İlahi gazap ve beşeri merhametsizlik" olarak ifade ediyorlar.
İki yıl geçmiş olmasına rağmen o vicdansızlık ve merhametsizlik bütün hoyratlığıyla devam ediyor ve güven tesis edici nesnel herhangi bir değişiklik söz konusu değildir. Dolayısıyla inançlar ve kültürler arası güven meselelerini tartışmak veya buna dair önermelerde bulunmak her haliyle yakışıksız kalacaktır.
Tarih tekrar kara bir talihe döndü ve Ezdilerin ana topraklarına yine kan aktı, geriye kalanların kalbine yine gam düştü ve muktedir komşuların çoğu da buna katıldı ya da uzaktan alkış tuttu.
Tarihteki bütün kitle katliamlarında olduğu gibi Şengal’de de hedef kitlenin bütün kutsalları bir daha toparlanmamak üzere yok edildi, geri kalanlar deportasyona tabi tutuldu ve gittikleri yerlerde de sürdürülemez bir hayata zorlandılar.
Oysa coğrafik olarak kültürel etkileşimin yoğun olduğu bu bölgenin kadim yerlileri olan Ezdilerin maruz kaldıkları soykırımlarla yüzleşmek, kırılan güvenlerini tesis etmek ve sorunlarının çözümünde kendilerine has özellikleri göz önünde bulundurmak beklentileri arasındaydı. İnançsal ve kültürel gelişimin önünün açılması, dünya çapında kendilerini temsil edebilecek yapılanmaların oluşturulması, eğitim çalışmalarının sürdürülmesi toplumsal barışın başat teminatı olabilirdi. Özellikle insan hakları başta olmak üzere, kendi özyönetim ve özsavunma hakkı bir ana önce tanınmalıydı. Bununla beraber, Ezdilerin etkin varlığı gözönünde bulundurularak, toplumsal ve siyasi varlıkları kabul edilerek hareket edilmeliydi. Ayrıca Şengal Direniş Birlikleri’nin (Yekîneyên Berxwedana Şingal- YBŞ) güçlenmesinden duyulan rahatsızlık bütün Ezdileri derinden etkilemektedir. Bunu her fırsatta dile getirenler, aşiretçilik yerine birliği, kendi çıkarları yerine Kürt halkının partiler üstü çıkarları için mücadele vermediği müddetçe kimin misafir, kimin kutsal toprakların sahibi olduğuna dair tartışmanın ve müzakere etmenin herhangi bir anlamı olmayacaktır.
Sosyolojik bir önerme olarak, toplumlar kültürler, dinler ve medeniyetler arası diyaloğun yapı taşlarını ve temel değerlerini ancak karşılıklı kültürlerarası iletişimi kurabildikleri sürece başarabilirler. Bugün etik, ahlâkî, insanî ve sosyal açıdan uyumlu, farklı kültürel ve medenî unsurlarla uzlaşmacı olabilen toplumlar geleceğe vakur bakan toplumlardır. Zira katliamcı değil katılımcı olan, hak ihlalleri yapan değil hak savunan, kültürlerarası savaşı değil medeniyetler arası barışı savunan ve tarihi reddeden değil tarihle yüzleşebilen toplumlar kazanır. Söz konusu olan, karşılıklı izzet ve hürmet temelinde, ötekinin varoluş temellerini inkâr etmeden, beraberce yaşanabilecek ortak ve geniş bir sosyal alan oluşturmaktır. Ancak bu temel hakikate binaen bütünlüklü bir yüzleşme ve güvenin yeniden tesisi mümkün olabilir. Aksi halde ötekiler adına konuşmak ve konuşuyor gibi yapmak, bütüncül bir yüzleşme, katılma ya da katma eylemi değildir. Onların yapıkları şey, siyasî ve iktisadî açıdan istismar; etno-dinsel, sosyal ve kültürel açıdan da uygulanan soykırımın başka bir varyantı olan asimilasyondur. (AB/HK)