“Akşamüstleri Tünel’den Taksim’e doğru sol kaldırımdan yürürseniz gözünüze dalgın, siyah gözlüklü, yüzü kederli, ama müthiş kederli -yüzündeki keder besbellidir, elle tutulacak gibi, yüzde donup kalmıştır- pantolonu ütüsüz, ağarmış saçları kabarmış bir adam çarpar. Bu adamın, bu Beyoğlu kalabalığı içinde bir hâli vardır ki (daha doğrusu her hâli) size bu koskocaman şehirde yalnız, yapayalnız olduğunu söyler. Bu neden böyledir? Orasını kimse de bilmez. Bazı adam vardır, insan yüzünde sırf hınç, kin okur. Bazısında gurur, bazısında neşe, bazısında bayağılık, aşağılık... Bu adamın üstünden başından da yalnızlık akar. Bir de bu adama, Kadıköy İskelesi’nin kanepelerinden birine oturmuş, heybeli köylüleri, çıplak ayaklı serseri çocukları, hanımefendileri seyrederken rastlarsınız.”
Sait Faik’ten başkası değildir bu adam.
Yaşar Kemal’in, 22 Mart 1953’te Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan röportajından bu anlatı. Henüz Sait Faik dünyadan ayrılmadan önce.
Sonra? Sonrası bir “yeis” belki de. Sonra “ağıt”, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın dizelerinde yakılan: “Ölmüş Sait/ Deniz mavisinden erken/ (…) Ölmüş, korkunç uykusu yerde/ Ölmüş hayal meyal/ Üşür balıklar hikâyelerde.”
O gün bugündür şairin dediği gibi, üşür balıklar hikayelerde.
Geçen 11 Mayıs, Sait Faik’in 63. ölüm yıldönümüydü. Ama o yalnız ölüm günlerinde hatırlanan bir öykücü değildi: Mesela İstiklal Caddesi’nin kalabalığında yürürken yahut bir akşamüzeri Kadıköy rıhtımında soluklanırken karşınıza çıkardı hayal meyal. Söz gelimi belki kıyıdaki teknede ağ ören bir balıkçı, belki bir hamal, belki az ilerideki kıraathanenin sahibi, belki misal “evkaftaki memuriyetinden istifa eden” bir işsiz, kıyı lokantasında ağır ağır demlenen bir akşamcı…
Şu gökkubbede bıraktığı hoş sedanın hatırına biraz Sait Faik’ten, yaşamdan, öyküden, şiirden bahsetsek belki duyar bizi bir yerlerden.
Öyleyse başlayalım. Ne kadar bahsetsek de hep eksik bir şey kalacaktır, bu yüzden karınca kararınca diyelim en baştan.
Tıpkı sade yaşamında olduğu gibi öykülerinde de sıradan insanları anlattı Sait Faik; Doğan Hızlan’ın deyimiyle, kenar mahallelerde kalan, kimsenin dikkatini çekmeyen “önemli denilmeyen” insanları...
İlk kitabına da adını veren ve benim de bir vesileyle üstadı ilk olarak tanıdığım Semaver’deki Ali ile annesinin hikâyesi tam da bu türdendi:
“Ali’nin annesine ölüm, bir misafir, bir başörtülü, namazında niyazında komşu hanım gelir gibi geldi. Sabahları oğlunun çayını, akşamları iki kap yemeğini hazırlaya hazırlaya akşamı ediyordu. Fakat yüreğinin kenarında bir sızı hissediyor; buruşuk ve tülbent kokan vücudunda akşamüstleri merdivenleri hızlı hızlı çıktığı zaman bir kesiklik, bir ter, bir yumuşaklık duyuyordu. Bir sabah, daha Ali uyanmadan, semaverin başında üzerine bir fenalık gelmiş; yakın sandalyeye çöküvermişti. Çöküş, o çöküş...”
Bazı akşamüstleri oturur Hikayeler yazardım, deli gibi! Ben hikâye yazarken Kafamdaki insanlar Balığa çıkarlardı. Kadınlar, kahve cezvelerini ısıtan, Mavi ışıklı ispirto lambalarını yakarlardı (Sait Faik / Bir Zamanlar) |
Kitaplarında anlattıkları gerçek kadar öykü, öykü kadar gerçekti Sait Faik’in. Kendisine ne öykücü ne de şair diyordu. “Hikayelerimde şiir kokusu var diyorsunuz. Bir iki tane de şiir yazdım. İçinde hikâye kokuları var dediler. Demek ki ben ne hikâyeciyim ne de bir şair. İkisi ortası acayip bir şey. Ne yapalım beni de böyle kabul edin.”
Aslında o öykücülüğünün, romancılığının yanı sıra gazetelerde röportaj türünde yazı yazmasına rağmen asla kendine yazar demeyen, yaptığı işi “yazıcı” veya “gazeteye yazı yazıyorum” diye niteleyen bir kişiydi. Ona göre belli sıfatların ardına girmek yaşamı sınırlandırmaktı.
Oysa o öykülerinde müthiş bir gözlem gücüyle “insan”ı, deniz insanlarını anlatabilmesini ve yaşamı hiç görülmeyen yanlarıyla betimleyebilmesini biraz da buna borçlu idi. En yakın dostları balıkçılar, sokaktaki insanlar olmuştu.
Orhan Veli ne kadar Boğaziçili ise Sait Faik de o kadar Burgazadalı’ydı.
Yazmak tutkuydu onun için
Şair ve yazar Haydar Ergülen’in sözleriyle, “Balıkçının balığa çıkmasına benzer Sait Faik’in hikâye yazması. Elinde kısmetiyle akşam evine döner. Deniz ne verdiyse, sokak ne verdiyse, insan denen tuhaf varlık ne verdiyse…” Çok yazan, öyle ki yazmayı tutku derecesinde seven biriydi Sait Faik:
“Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada (Burgazada) namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım! Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”
Yazmak onun için en iyi ifade şekliydi; yaşamı anlatmaktı... Ancak Şahmerdan kitabındaki “Çelme” adlı öyküsünden ötürü halkı askerlikten soğuttuğu gerekçesiyle askeri mahkemede yargılanmıştı da. Beraat edeceği bu dava sürecinde edebiyat erbabının, yakın arkadaşı Orhan Veli ve Varlık dergisinin kurucusu Yaşar Nabi Nayır’ın desteğini almıştı.
Sait Faik’e “çelme” takan yalnız hakkında dava açılması değildi: Bu kez Yeni Mecmua dergisinde tefrika edilen Medar-ı Maişet Motoru romanı yayımlandıktan kısa bir süre sonra Bakanlar Kurulu kararıyla toplatılacaktı.
Sait Faik Abasıyanık, Mahmut Makal, Orhan Kemal, Yaşar Kemal (Burgazada, 1952)
Sabahattin Ali, Nazım Hikmet gibi o da dönemin sıkıntılarını yaşamış bir yazardı. Fakat Sait Faik’in politikaya -kendi deyişiyle- “karışmayan” bir insan olmasına rağmen bunları yaşadığını not düşmekte yarar var. Toplumcu gerçekçi bir yazar mıydı, kesin bir yargı bildiremesek de öykü aralarında ekmek kavgasını, memleket meselelerini, toplumun sorunlarını insanın sorunu olarak gören bir “gelecek” hikâyecisi. Meselâ “Son Kuşlar”da değişen dünyanın hikayesini yazandı:
“Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde, güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında, toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak. Benden hikayesi.”
Sait Faik öyküleriyle, romanlarıyla yeni bir edebi dil yarattı. Olay örgüsünü ustalıkla kurduğu öykülerini yalın bir dille yazdı. Türkiye’de öykücülüğün akla gelen ilk isimlerinden ve hatta çağdaş öykücülüğün öncülerinden biri oldu.
Kendinden sonraki öykücüleri, şairleri etkiledi. Nev-i şahsına münhasır bir yazar olan Sait Faik Abasıyanık; “Semaver”, “Sarnıç”, “Lüzumsuz Adam”, “Kumpanya”, “Medar-ı Maişet Motoru”, “Şimdi Sevişme Vakti” gibi özgün, biricik eserler bıraktı ardında. Eserleriyle hala aramızda.
Orhan Kemal’in deyişiyle “O ölmedi ki… İnanmazsanız, kitaplarından herhangi birini rastgele açın. Eminim onun çarpan kalbinin sesini duyacaksınız.” (SE/EA)