Ben Hacer. Hikayesi uzundur ama biyolojik ve resmi kayıtlardaki yaşımın farklı olma nedeni, kendi seçtiğim kişiyle kendi imzamla evlenebilmek için yaşımı büyütmek amacını taşıyordu.
Annemin imza vermesini istememiştim. Bir diğer nedeni ise işe girip çalışabilmekti. Aslında mahkeme yoluyla böyle bir yöntem gereksiz olmuştu çünkü gerçekten 18 yaşımda evlenmiş, üstelik resmi bir işe de girememiştim.
70'li yılların sonunda Ege Üniversitesi'ne bağlı o zamanki adıyla Sosyal Bilimler Fakültesi'ne sosyoloji öğrencisi olarak girdiğimde kendime göre birçok şeyi de üstlenmiştim:
Okuyabilmek için çalışmak zorundaydım, ki o yaşta çalışmaya başlamak 38 yaşında emekli olmamı sağladı. Lise son sınıfta tanıştığım "kıdemli üniversite öğrencisi" olan "hayatımın aşkı" ile evlenmeliydim.
Sonuçta çalışmaya başladım, ikinci sınıfta evlendim. Çok sevdiğim kocamın (!) okulunun bitmesi gerekiyordu, ben çalıştım.
Sekizinci yılında üniversiteden mezun olabilmesi için dershanede işe girdim, okul kantininde çaycılık, hafta sonlarında Şirinyer Hipodromu'nda gişecilik yaptım, pazarda yumurta sattım, dikiş diktim.
Benim okulumun devam zorunluluğu yoktu ve ben tüm bu işleri çok rahat yapıyor, sınav dönemlerinde çalışabildiğim kadarıyla sınavlara giriyordum.
Bu koşullara rağmen birçok dersten de geçiyordum. Üçüncü sınıfa geldiğimde devam zorunluluğu getirildi ve artık mezun olan eşim için benim yaptıklarım unutulmuştu.
Üçüncü sınıfta gerçekten çok zorlandım. Yarı zamanlı işlerde çalışıyor, fırsat buldukça derslere devam ediyordum (Gidemediğimde imzamı atan arkadaşlarım sağ olsun).
Ya okul ya evlilik
Evde yemek, bulaşık, çamaşır, temizlikle tek başıma başa çıkmaya çalışıyor ve başaramıyordum.
Doğal olarak evde çamaşır makinesi, bulaşık makinesi, elektrik süpürgesi de yoktu. O zaman bir tercih yapmam istendi benden: Ya okul ya da evlilik.
Okumayı seçtim ben de... Evi terk ettim, arkadaşımın evinde kalarak bir sınav döneminde 17 ders vererek rekorumu bile kırdım. Sonuçta mezun olduğumda boşanmış bir kadındım da aynı zamanda.
80'de boşanmış olmak ayrı bir yazı konusu ama ben evlilik yapmış, lisans tamamlama aklımdan bile geçmemiş, eğitimde ise bir arkadaşımın tanımlamasıyla "çeyrek sosyolog" olmuştum.
Dört yıllık fakülteyi 2 yıl devam ederek bitirdiğim içim! Öğrenciliğimi ise hiç yaşayamamıştım.
Her işe bir kitap
Şimdi geriye dönüp baktığımda, o mücadele dolu yılların içinde bir şekilde eğitim devam etmişti.
İşsizliğe tahammülümün olmadığı dönemlerde "muhasebe elemanı aranıyor" ilanına başvuruyor, işe kabul edildiğimde ilk kitapçıya uğruyor ve "Muhasebe'ye Giriş" kitabı satın alıyor, çalışıyor ve öğreniyordum.
"Satış Elemanı Aranıyor" ilanına başvuruyor ve işe kabul aşamasında "Satış Teknikleri" kitabı alıyor, öğreniyor ve başarıyordum da. İş yaşamım boyunca "Satış Yöneticiliği" de yaptım, muhasebe de, yöneticilik de, finansal denetimcilik de.
Üniversite Hastanesi'ne tıbbi sarf malzemesi imal edip sattım, ansiklopedi pazarladım.
Ünlü bir deterjan firmasının satış departmanında Tanıtım Şefliği, sonu iflasla biten Gıda ve Kozmetik Toptancılığı, yine büyük bir kozmetik markasının Ege Bölge Distribütörlüğü'nü kurup yöneticisi olarak çalıştım.
Yabancı ortaklı önemli bir süt dağıtım firmasında bölgesel Muhasebe Birim Yöneticiliği, Türkiye'nin en tanınmış şarap üretim firmasında Finansal Denetmenlik hatta iş yaşamımın finalinde duş teknesi ve küvet imal eden bir fabrikanın kısa süreli sahipliğini ve yöneticiliğini de üstlendim.
Ama "sosyolog" olamadım. Hep "çeyrek sosyolog" olarak kaldım.
Çocukluk aşkım
Mezuniyetim ve iş yaşamımın başlangıcı üzerinden 30 yıl geçmişti. Bu süreçte bir kez daha evlenmemiş hatta düşünmemiştim.
Sevmiş, sevilmiş, uzun ilişkiler yaşamış ama evlenmeyi düşüneceğim durum oluşmamıştı. Zaten yalnızlığa da fena halde alışmıştım.
Yıllar sonra "çocukluk aşkım" karşıma çıktı. Aslında çıkmadı da ben onu aradım ve buldum. Onunla evlenmek, birlikte yaşlanmak, ömrümün sonuna kadar birlikte olmak. İstediğim buydu.
Birbirimizi tüketmeye zamanımız yoktu, yaşlanmıştık ve ömrümüz zaten daha çabuk tükenecekti. Evlendik. Beklediğim 41 yıl için "41 kez evet" diyerek evlendik.
50 yaşında kına gecesi ve düğün yaparak.
Çok mutluydum. Mutluyduk. Beraberliğimiz üçüncü yılını doldurduğu günlerde bir sabah gitti. Bir anda gitti, ansızın göçüp gitti bu dünyadan. "Seni seviyorum" sözleriyle vedalaştığımız ameliyathaneye kapısından geri dönemedi.
Son sözlerimizmiş bu sözler. Geldiği gibi sessizce gitmiş, yaşadığımız üç yıl ömrümüzün en güzel üç yılı olmuştu. 30 yıla bedel bir üç yıl.
Boşluk. Tam bir boşluktu yaşadığım. Tıpkı annemin kaybında da olduğu gibi "Ne yapayım şimdi ben?" sorusunun cevabı yoktu. Çok sevdiğin birinden ölüm nedeniyle ayrılmak, yaşamın en önemli dönemeçlerinden biri.
Şekerleri kırarken
Önce birlikte oturduğumuz evden ayrıldım. Anılarla yaşamak çok ağırdı. Yeni bir semt, yeni bir ev heyecanlandırdıysa da bir süre sonra yerini tekdüzeliğe bıraktı. Her sabah içimdeki boşlukla uyanıyordum.
Kahvaltı, günlük gazete okumaları (o dönemde halen günlük gazete alıyordum günlük süt ve ekmekle birlikte, şimdi süt ve ekmek bile günlük değil), telefonlaşmalar, arkadaş buluşmaları, sinemaya gitmeler, kitap okuma, siyasal gündemi takip, diziler ve illa ki Candy Crush ve Kelimelik.
Tüm gün doluyordu ama boşluk dolmuyordu. Elde akıllı telefon, Candy Crush'ta şekerleri kırarken "Daha ne kadar aptallaştıracaksın kendini?" diye sordum kendime. Ortalama yaş ömrü kadınlarda 79 ve ben bu ortalamaya göre daha 25 yıl böyle mi yaşayacaktım?
Amacım neydi? Taş kırarak mı zamanımı tüketeceğim yoksa Kelimelik oynayarak mı?
Yeni yeni şeyler öğrenmek gerekiyor ama ne?
Tarih ve çini
Okumaya karar verdim. 30 yıllık çalışma yaşamımda sorulmayan Sosyoloji Lisans Diploması çok işime yaradı. Öğretmenlik yapmamıştım. Öğretmeyi değil, öğrenmeyi daha çok seviyordum ben.
Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi'nin "Sınavsız İkinci Üniversite" hakkından yararlanarak Tarih Lisans Programı'na kaydoldum. Aynı zamanda Çini İşlemeciliği Kurslarına kaydımı yaptırdım.
Yaşamım değişmişti. Heyecanla aldığım ders kitapları ve çini malzemeleri. Gün gerçekten yetmiyordu bu kez. Sabah kalkıp ders çalışıyor, kursa gidiyor, gece yarılarına kadar çini yapıyordum.
Ders isimlerini görmek bile yeterince zorlamıştı ama: Eski Anadolu, Orta Asya, Helen, Roma, İslam Tarihi ve sürpriz Osmanlı Türkçesi 1. Kendimi zorlayacak bir bölüm seçmiştim ama niyeyse Osmanlıca aklımın ucuna gelmemişti.
Sınav takvimine göre bunları sadece okuyarak bitirebilmek için her gün ortalama 24 sayfalık üniteyi bitirmem gerekiyordu.
Bitirdim de (Yazarak çalışma alışkanlığım nedeniyle günde ortalama beş-altı saatte bitirdiğim üniteleri, şimdi ortalama iki saatte bitirebilir hale geldim. Üstelik hala yazarak çalışıyorum).
Öğrendiğim her bilgiden heyecanlanıyor, ilgimi çeken konularda internet üzerinden veya kaynaklara ulaşarak detayına giriyordum. Eğlenceli bilgileri ise çevremdekilerde paylaşıyordum.
Ama unutuyordum yeni bir konu ya da derse geçtiğimde. Eczacımdan çok vitamin almışlığım var unutmayayım diye.
Çini kursunda ise sevgili hocama çalıştığım dönemi söyleyerek çizimlerde yardımcı olmasını istiyordum.
Hun dönemini hayvan figürleriyle anlatıyor, geometrik çizim ve desenlerde Selçuklu Dönemini işliyor, "kuş konduruyordum". Osmanlı, Cumhuriyet derken tarihin derinliklerinde kayboluyordum.
Çinide şimdilerde daha modern çalışmalar yapar hale geldim, klasik çini çalışmalarını azalttım.
Ah Osmanlıca!
İlk ara sınavlar. Heyecan... Sınavlara gitmek. Sıralara oturmak. Sonuçları beklemek. Evet, sonuçlar Osmanlı Türkçesi haricinde güzeldi.
100 üzerinden 30 aldığım Osmanlıca'yı yaz tatilinde çalışmak üzere bıraktım ve kalan tüm dersleri verdim o yıl sonunda.
Osmanlıca... Ah Osmanlıca...
Ciddi bir emek vermeden geçemeyeceğimi anladığım Osmanlıca toplam 4 dersten ibaretti. Osmanlı Türkçesi 1 ve 2. Osmanlı Türkçesi Metinleri 1 ve 2. Elif, Be, Te, Se, Cim'den öteye gitmeyen çocukluğumdan kalan alfabe bilgim, şeklen Elif'le sınırlıydı.
Elif gibi dimdik olabilmek ve sonrasında öğrendim vav. Halk Eğitim Merkezi'nde açılan Osmanlıca kursuna kaydoldum ama gelenlerin hepsi Kur'an'ı okumuş kişilerdi ve Elif'le başlayamayacak ileriydiler. Bıraktım.
Youtube'dan ders programlarını bulup izlemeye başladım, kendi ders kitaplarımı da ayrıca çalışıyordum. Alfabeyi ezberlemem bir ayımı aldı.
Kelimelerin günümüz Türkçesindeki karşılıklarını öğrenmek için ünite sonlarında verilen sözlüğü telefonuma okuyor, günlük yürüyüşlerimi yaparken sürekli sözlük dinliyordum. Çok kelime öğrendim böylece.
Örneğin Balkanlar diye bildiğimiz coğrafyanın büyük kısmının sarp ve ormanlık sıradağlardan oluştuğunu ve balkan adının dağ anlamına geldiğini ya da çini topluluğumuza hocamızın koyduğu Evani'nin kap kacak anlamına geldiğini.
Babamın ve dedemin kitapları
Ama en çok hayıflandığım konu da şuydu: Okumadan uyuyamayan babam arada eski yazı kitaplar okurdu.
Ben küçüktüm ve onun ne okuduğunu bilmez, merak da etmezdim. Ne kitaplarıydı onlar ve niye sahip çıkmamıştık? Belki de 12 Eylül döneminde annemin zeytinliğe gömdürdüğü kitapların içinde onlar da vardı.
Bilmiyordum. Bunları yazarken o kitapların akıbetini de öğrendim. Kitaplar çürümemişti. Ablamla konuşurken o kitapların, yine ablam tarafından Milli Kütüphane'ye bağışlandığını öğrendim. İçinde Naima Tarihi de olan bir dolu kitap.
Doğru yerdeydi yani kitaplar.
Annemim dedesi geldi sonra aklıma. Drama'dan Türkiye'ye mübadeleyle gelirken, müderris olan dedem bir tek el yazması olan kitaplarını getirmiş ve uzun mübadele yolculuğunun Akhisar durağında kitaplarını kütüphaneye bağışlamış.
Biz kuzenler, annemin ölümünden sonra kütüphaneye gittiğimizde dedemin kitaplarını özel korumalar eşliğinde getirip ellememize bile izin vermeden karşıdan göstermişlerdi.
Ben Osmanlıca çalışırken "Dedemin kitaplarını da okuyacağım" demiştim.
Elbette Osmanlıcayı o denli yetkin öğrenemedim. Ama ailemin kitap sevgisi doğru yerlerde kök salıyordu. Bulundukları yerde de ışıklar içindedirler, eminim.
Film listelerim
Öğreniyordum. Sürekli öğreniyordum. Öğrenciliği başarmış, programlı yaşamayı öğrenmiştim. Kendime yeni hedefler koymaya başladım.
Genel not ortalamamı 3.00 ve üzeri yapacak mezuniyet töreni için Eskişehir'e çağırılacağım ve kep fırlatacağım.
Üçüncü sınıfta bu hedefi tutturmuş, dördüncü sınıfta ilk yarıyıl karne hediyesi olarak ablamdan trenle Doğu Anadolu gezisini hak etmiştim.
Hediyeler mezuniyetimden sonra da devam etmiş, bir diğer ablamdan da beklemediğim bir anda, aşçılık okumaya başladığım için gönderdiği kitapların içinden sürprizler çıkmıştı.
Bu arada genel tarih konuları bitmiş, Kültür Tarihi, Az Gelişmişlik Tarihi, Bilim Tarihi, Basın Tarihi gibi özel tarihe geçmiştik.
Bu dönem özellikle sinemayla daha yakın ilişki kurmamı sağlamış, her konu başlığında en iyi 10 film, 20 film gibi listeler yaparak daha önce izlemediğim kimini bilmediğim bir dolu filmi izleme fırsatını yakalamıştım.
Leğen başında
Burada en eğlendiğim konulardan birini de anlatmak isterim. "Bilgi Kutusu" olan ilkokul mezunu teyzem, okumayı çok seven bir kadındı ama yedi çocuklu bir kadın olarak okuma fırsatını bulamıyor ve bizi çağırıyordu.
Çamaşır leğeninin başında o çamaşır yıkarken biz ona sesli kitap okuyorduk. Ya da ekmek teknesinin başında ekmek yoğururken, biz okuyor ve o hep dinliyordu.
Yine bir akşam misafirliğinde Bülent Özveren'in sunduğu yarışma programında "Atilla'nın mezarı nerededir?" sorusunun cevabını teyzem vermiş ve Tuna Nehri'nin altında olduğunu söylemişti.
Niye orada olduğunu sormamış, öğrenme gereği duymamıştık.
İmparatorun kendinden çok genç bir kadınla evlendiği gün öldüğünde (rivayet genç karısının öldürdüğü yönünde) mezar olarak Tuna nehrinin yatağı değiştirilerek nehrin altına gömüldüğü, gömü işleminin tamamlanmasının ardından nehir yatağının tekrar eski haline getirildiği ve tüm bu işlemler sırasında çalışan kişilerin konuşmaması için öldürüldüğünü okuduğumda, "Ah teyzem, yaşasaydın seninle bunu da konuşurduk" dedim kendime. Kim bilir belki o hikayesini de biliyordu.
Bu sesli kitap okumalar, yıllar sonra bana yeni bir kanal açmıştı. "Görme Engelliler İçin Sesli Kitap Okumaları" yapan bir organizasyona dahil olmuş, onlar için kitap okumuştum. Seçtiğim kitaplar ise genellikle mübadele öyküleri idi.
Kepi fırlatırken
Eskişehir'deki mezuniyet gününe çağrıldım. Bana söz veren arkadaşlarım ve yeğenimle (kaç yeğen teyzesinin mezuniyetini görebilir ki diyerek gelmişti) bir araç kiralayarak, Eskişehir'e 24 saat içinde gidip döndük.
Hatta giderken uğurlamaya gelen arkadaşlarım vardı. Tören alanı olarak büyükçe bir spor salonu seçilmişti.
Ben mezuniyet için özel bir elbise almış, bunu okuldan aldığım cüppe ve keple tamamlamıştım. Ama o kadar çok öğrenci vardı ki, içlerinden seçilmem mümkün değildi. Sıra halinde salona girerken ve elbette kep fırlatırken heyecandan öleceğimi zannettim.
Yaşamımın güzel günlerinden biri olarak belleğimde herhalde uzun süre kalacak. Duygularımı benimle birlikte yaşayan, paylaşan arkadaşlarıma ve yeğenime selam olsun. Güzel bir gündü. Çok güzel bir gündü.
80'lerde yapamadığımız mezuniyet törenini 2000'lerde yaşamıştım. Daha ne olsun?
Okul bitti. Yaz bitti. Ben üçüncü sınıfta yine taşınmış, Foça'ya yerleşmiştim. Foça'nın kışı yazdan daha güzeldir bana göre. Ama yine aynı soru.
Aynı anda birçok işi yapabilen ben, şimdi ne yapacaktım? Milli Eğitim Müdürlüğü'ne felsefe grubu öğretmenliği veya tarih öğretmenliği için başvuru yapayım diye düşündüm ama ben öğretmen olmak istemiyordum.
Para kazanmak gibi bir isteğim de yoktu. Ben para kazanmak için çok mücadele vermiş, sonunda olanla yetinmeyi öğrenmiştim. Çiniye devam ediyor, yıl sonunda sergiler açıyorduk ama yeterli değildi benim için.
Aşçılık
Bu kez aşçılık okumaya karar verdim. Ben ki uzun yıllar yemek yapmamış, annem yaşlanıp hastalanınca onun istediği yemekleri yaparken mutfağı keşfetmiş, sevdiğimin ölümünden sonra yemek yapmayı bırakmıştım.
Sürekli dışarıda yemek çok kilo almama neden olunca tekrar yemek yapmaya başlamıştım. Her gün yemek yapmak yerine, ayda bir gün ya da iki gün yedi-sekiz çeşit yapıyor, minik saklama kaplarına tek öğünlük ölçülerde (yaklaşık üç yemek kaşığı) dolduruyor ve derin dondurucuya yerleştiriyordum.
Eti ise günlük alıp pişiriyor, zeytinyağlı yemekle birlikte tüketiyordum. Yani kısaca mutfakta hiç zaman harcamayı sevmeyen ben, aşçılık bölümüne kaydolmuştum. Şaka gibi...
Kayıt yaptırıp derslere başladığımda okuduğum sosyoloji ve tarihten biriktirdiklerim, mutfakla birleşince, bir de iş yaşamındaki deneyimlerim sayesinde şahane bir bölüme dönüştü. Ön lisans düzeyindeki eğitim zaten pratik gerektirmeyen bir bölümdü.
İş yaşamımda zorunlu öğrendiğim muhasebe burada işe yarıyor, işletmeden rahatça geçebiliyordum. Yıllardır severek tükettiğim biranın, tarihte ilk alkollü içecek olarak taa Sümerler döneminden bu yana üretildiğini öğreniyordum.
Neler neler öğreniyorum
Temel Mutfak Teknikleri Dersi'nde öğrendiğim Chiffonade tekniğini arkadaşlarıma soruyor, hep yaptıkları ama adını bilmedikleri teknikleri anlatıyordum. (Meraklısına yeşil yapraklı sebzelerin rulo haline getirilerek ince şeritler olarak kesilmesi).
Şimdilerde Master Chef izleyenlerin çok iyi öğrendiği mise en place (mizanplas), mire poix (mirpua) ya da brunoise (brunuaz) nedir diye soruyor, anlatıyordum.
Girişimcilik dersinde giriştiğim ve sonrasında batırdığım işletmemde nerede hata yaptığımı görüyor, turizm sosyolojisi okumak ayrı bir keyif veriyordu.
En eğlenceli derslerden biri olarak Sosyal Davranış ve Protokol dersinde "düğünde gelin ve damatla birlikte ilk dansı kimler yapar?", "Alafranga bir nişan töreninde, kutlamaların kabulünde gelinin annesi kaçıncı sıradadır?" sorusuna yanıt arıyordum, tabii arkadaşlarımla birlikte...
Türk Mutfak Kültürü'nde, "mutfak" kelimesini "mutbak" diye seslendiren annem ve teyzemlerin aslında bunu doğru olarak kullandıklarını, zaman içinde değiştirdiklerini anlıyordum.
Pastırmanın Orta Asya'dan bu yana bilindiği ve yolculuğun Kayseri'de son bulduğunu öğreniyordum.
"Bastırma" ana beslenme kalemi olan etin, aslında deri kılıflar içinde tuz ve baharat (belki de ağaç kökleriyle) tatlandırılarak atın eyerine bağlandığını ve bacaklar arasında sıkıştırılarak aylar süren yolculuklarda oluştuğunu öğreniyordum.
Günümüz mutfaklarının vazgeçilmezi domates, biber ve patatesin Muhteşem Süleyman döneminde bilinmediğini öğreniyordum.
Salçanın Osmanlının son döneminde saray mutfağına girdiğini öğrenmek bile şaşkınlık nedeniydi benim için.
Ama şimdilerde et pişirirken içine koyduğum yaş ve taze meyvelerin eti ne kadar lezzetlendirdiğini gördüğümde Osmanlı Mutfağı'nın lezzet olarak çok güzel olduğunu düşünüyorum.
Mutfaklar?
Gastronomi Tarihi'nde restoran kelimesinin çorba, çorbacı anlamına geldiğini, ilk restoranların 1789 sonrası Fransız Sarayı'nda işsiz kalan aşçılar tarafından önce Paris'te, sonra diğer büyük şehirlerde açıldığını öğreniyordum.
Kruvasanın 17. yüzyılda II. Viyana Kuşatması'nın Osmanlılar için başarısız olma nedenlerinden biri fırıncıların, Osmanlı bayrağındaki hilale benzeyen bir çeşit hamur işi yapma isteğiyle kruvasanın temellerinin atılmasını da.
Viyanalıların Almanca hilal anlamına gelen Kipferl dedikleri kruvasan, Marie Antoinette'in Fransa Kralı Fransa Kralı XVI. Louise ile evlenmesiyle, kraliyet fırıncılarının Kipferl'e benzeyen kruvasanı yapmasıyla Fransız lezzeti olarak bugün Fransa'yla özdeşleştiğini öğreniyordum.
İtalyan asıllı Fransa kraliçesi Catherine de Medici'nin Fransız mutfağını nasıl etkilediğini de böyle kavrıyordum.
Osmanlı mutfağı, Türk mutfağı, dünya mutfakları, yöresel mutfaklar. İç içe geçmiş kültürler. Keyifli bir öğrencilik geçirdim kısacası. Yine Eskişehirlik bir öğrenci oldum ama ne yazık ki bu yıl, pandemi nedeniyle mezuniyet töreni yapılamadı.
Mezun olduktan sonra, "Bana şefim diyeceksiniz!" dediğim arkadaşlarım, minik tüyolar istediğinde yemek yapmanın püf noktası olarak Anadolu insanının şu tarifini veriyorum. "Soğana et doğra. Üzerine ne doğrarsan doğra!"
Medya ve iletişim
Artık dinleneceğim, bu süreçte sahip olduğum kitapları rahat rahat okuyabileceğim, hatta minik lezzet gezileri yapacağım diye düşünüyordum.
Âmâ şimdi biliyorum ki, Mart ayından bu yana kendimi gönüllü olarak soktuğum karantina süreci bakanlığın verilerine bile güvenecek olsam tırmanışta olduğu için, uzun ve evde geçen bir kış olacak.
O zaman gelsin diyorum yeni bir bölüm daha. Gastronomi ve medya dersiyle kıyısından köşesinden bulaştığım medya, şimdi yeni ilgi alanım olacak.
Medya ve İletişim öğrencisiyim artık. 2 yıllık bir eğitim beni bekliyor. Hukukun Temel Kavramları, Haberciliğin Temel Kavramları, Siyasal İletişim ve Medya İletişim. İlk dönem derslerim. Bakalım nasıl günler bekliyor beni?
Aslında en eğlencelisini yazmayı unuttum. Akranlarım 60 yaş indirimli kartıyla şehir içi ulaşım yaparken ben öğrenci kartımla zaten indirimli geziyor, sinema ve tiyatroya (bu aralar olamasa da) hatta dolmuşa bile öğrenci tarifesiyle biniyorum.
Alışveriş yaparken "Emekli, dul, öksüz, yetim, öğrenciyim" dediğimde görüntüme bakıyorlar ve gülerek minik bir indirim bile alıyorum...
(HDE/PT)