Hepimiz "6-7 Eylül Olayları" deyince şiddet içerikli bir şeyler hatırlıyoruz. Esas olarak Rumlar ve Yunanistan uyruklular olmak üzere diğer azınlıklara, evlerine, kiliselerine ve işyerlerine saldırıldı, yağmalandı.
İnsanları sokağa döken o şiddet patlaması bir anda nasıl ortaya çıkmıştı? Kıbrıs ile mi ilgiliydi?
Olayların üstünden tam 55 yıl geçti. Ben de biraz hafızalarımızı tazelemek üzere bu yazıyı yazmaya karar verdim. Bildiklerimi anlatacağım ve mümkün olduğunca geniş bir perspektif sağlamaya çalışacağım.
Başlangıçta bir toz bulutu vardı...
Anlatmaya bu tür şiddeti normalleştiren fikirden bahsederek başlamak gerekir. 18. yüzyılda milliyetçilik teorileri bir heyecan içinde tartışılmaya başlandı.
Bu teorilerin detaylarını tartışmaya burada yerimiz yetmez. Önemli olan ulus devlet oluşumuna sebep olduğunu hatırlamak. Mesela Herder bu konuyu ilk yazan kuramcılardan biri.
Johann Gottfried von Herder 1774'de yazarken milliyetçiliğin önce ulusları, ardından dünya insanlarını birleştirecek bir fikir olduğunu savunuyordu. İşler tabii pek onun hayal ettiği gibi gitmedi, milliyetçi inanç dünyada birleşmeden çok kan dökülmesine neden oldu.
İşte böyle, filozoflar yazdı, devrimler oldu. 19. Yüzyıla geldiğimizde birçok topluluk kendi ulus devletini kurma heyecanı içindeydi.
Bir lokmada tarih
Birçok farklı etnik grubun bir arada yaşadığı Osmanlı İmparatorluğu da bu dönüşümden payını aldı. Birçok millet bağımsızlığını istedi. Yunanistan, 1821'de Osmanlı İmparatorluğu'na karşı başlattığı bağımsızlık savaşını 1830'de kazandı.
Sonra bildiğimiz gibi işler iyice karıştı ve Birinci Dünya Savaşı başladı. Osmanlı topraklarında bulunan en kalabalık ordu Yunanistan ordusuydu. Milli mücadelenin ardından 30 Ocak 1923'te Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile Yunanistan arasında imzalanan Lozan Mübadele Sözleşmesi ile Yunanistan'da yerleşik Müslümanlarla Türkiye'de yerleşik Ortodoks Rumların zorunlu karşılıklı göçüne karar verildi.
Bu sözleşmeyle; İstanbul, Bozcaada ve İmroz'daki yerleşik Ortodoks Rumlar ile Batı Trakya'daki Müslümanlar hariç Yunanistan'da yerleşik bütün Müslümanlar Türkiye'ye, Türkiye'de yerleşik bütün Ortodoks Rumlar Yunanistan'a gönderildi.
Bundan sonra 1955'e kadar geçen yıllarda, Yunanistan ve Türkiye'nin arası bir iyi oldu, bir kötü... 1942'de Varlık Vergisi sorunu yaşandı. 1950'lerde de Kıbrıs meselesi tartışmalara neden oluyordu.
1955 Eylül ayına geldiğimizde, Kıbrıs konusu iyice ateşli bir tartışma haline gelmişti. Gazetelerde Kıbrıslı Türklere saldırılar planlandığı yazıyordu.
Bu dönemde Kıbrıs İngiliz yönetimi altındaydı, ancak EOKA (Ethniki Organosis Kyprion Agoniston ya da Kıbrıs'lı Savaşçılar Ulusal Örgütü), Kıbrıs'ın Yunanistan'a bağlanması için çalışıyordu.
Tam bu tarihlerde dönemin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Kıbrıs konusunu görüşmek üzere İngiltere'de idi.
Bir haber, bir güruh, darmadağın bir şehir
6 Eylül 1955 günü saat 13.00'te devlet radyosu Selanik'te bir bomba patladığı haberini verdi. İstanbul Ekspres gazetesi akşam baskısına haberin detaylarını yetiştirdi. Selanik'teki bombanın Atatürk'ün doğduğu evin bahçesinde patladığı söyleniyordu.
Kalabalıklar hemen harekete geçti. Taksim meydanında önce öğrenciler protestoya başladı. Ellerinde bayraklar ve Atatürk'ün fotoğrafları vardı. Bir süre sonra kalabalık hem büyüdü, hem de profili değişti.
Kahvehanelerin kapılarından başlarını uzatıp, "Siz ne biçim Türksünüz" diye bağırıyorlar, böylece etraftaki herkesi aralarına katıyorlardı.
Şiddet başladı
Müslüman olmayanların özellikle Rumların evlerine girip kıyafetleri yırtıyor, makineleri parçalıyorlardı. Dükkanlara girip eşyaları yerlere atıyor, top top kumaşları kesiyorlardı. Baltalarla, sopalarla, camları, kepenkleri ve makineleri dövüyorlardı.
Hırsını alamayanlar eşyaların üzerinde zıplıyordu. Amaç esas olarak yağma değildi, insanları öldürmek değildi, tüm eşyaları kullanılamaz hale getirmekti. Polis ortalıkta yoktu.
Bir Rum vatandaş polisten yardım istediğinde "Ben bugün polis değilim, Türküm" cevabını aldı. Sonradan öğrenildiğine göre polislere karakolları terk etmeme emri verilmişti.
O geceden kalan birçok hikaye var. Bir kısım Müslüman vatandaş "öteki" komşularını ele vermişti, bir kısmı ise ne pahasına olursa olsun komşularını korumuştu.
Kapıcı Mehmet'in hikayesi ise en tuhafı idi. Bütün gece, elinde Türk bayrağı ile kapının önünde oturmuş ve gelen kalabalıkları "Burada Rum yok" diye kovuşturmuştu.
Böylece kendi binasında oturan Müslüman olmayanları korumuş ancak tehlikenin geçtiğine emin olunca gidip karşı caddedeki binalara saldırmaya başlamıştı. Bunun dışında Hıristiyan din adamları zorla sünnet edildi. Bazı kadınlara tecavüz edildi.
7 Eylül öğlenine kadar şiddet devam etti. İstanbul'un sokakları kumaşlarla, makine parçalarıyla kaplanmıştı. "Tepkili halk" yorulup evlerine dağılmaya başladıktan sonra olağanüstü hal ilan edildi.
Şiddetin faturası büyük oldu. 13-17 arası Müslüman olmayan vatandaş öldürüldü. 300 kişi yaralandı. 5100'den fazla bina zarar gördü.
Olaylar İstanbul'la sınırlı kalmadı. Ankara'da, Adana'da, Eskişehir'de de hareketlenmeler oldu, ancak buralarda güvenlik güçleri olayların büyümesini engelledi.
Ancak İzmir'de, İstanbul'da da olduğu gibi güvenlik güçleri etkili olamadı. Burada kalabalık önce tüm Yunanistan bayraklarını, ardından Yunanistan'ın İzmir Konsolosluğu'nu yaktı.
Hızlarını alamayınca Rumların ev ve işyerlerine ve NATO'da görevli Yunanistan askerlerinin evlerine saldırdılar. Bir Rum-Ortodoks kilisesini ve iki Britanya gemisini yaktılar.
Hep şu komünistlerin işi...
Ertesi gün dönemin başbakanı Adnan Menderes önce olayların solcular tarafından düzenlendiğini iddia etti. Birçok solcu gözaltına alındı. Ardından bu iddia geri çekildi.
Birkaç yıl sonra, Yassıada Duruşmaları sırasında Menderes, bu olayları Türklerin vatanseverliğinin bir işareti olarak gördüğünü söyledi.
Menderes'e göre; bu şiddet basit bir çalma ya da zarar verme olayı değildi, tersine Kıbrıs'ta olup bitene karşı onurlu bir milliyetçi hareketti.
Bu olay doğal olarak, bir anlık öfkeyle gelişmedi. Haftalar öncesinden özellikle Rumların ve Müslüman olmayanların evleri işaretlendi. Olay gününde şehir dışından kamyonlarla, otobüslerle elleri sopalı ve baltalı büyük kalabalıklar geldi.
Bu kalabalığı ellerinde listeler olan birileri yönetiyor, hangi mahalleye gideceklerini söylüyordu. Sonrasında olayları kimin hazırladığıyla ilgili birçok iddia ortaya atıldı. En çok tekrarlanansa hükümetin, Kıbrıs Türktür Cemiyeti ile iş birliği yaparak bu organizasyonu gerçekleştirdiğiydi.
Buna göre, olayları başlatmaktaki amaç İngiltere'deki görüşmelerde Fatin Rüştü Zorlu'nun elini güçlendirmekti. Zorlu, "Halkımız tepki gösteriyor" diyecekti.
Hatta bombayı atanın da Yunanistan'da öğrenci olan bir Türk olduğu iddia edildi. İddiaların hedefindeki kişi Oktay Engin daha sonra Nevşehir valisi oldu. Bu iddiaları hükümet, Oktay Engin ve Kıbrıs Türktür Cemiyeti reddetti.
Yassıada yargılamalarında hükümetin bu işten haberi olduğu, İstanbul'daki yetkililerin olaylara göz yumdukları anlaşıldı. Başta dönemin başbakanı Adnan Menderes, cumhurbaşkanı Celal Bayar, İstanbul'daki yetkililer 6-7 Eylül olayları nedeniyle cezalandırdılar.
50 yıl sonra
2005 yılında Tarih Vakfı, Fahri Çoker'in 6-7 Eylül Olayları fotoğraf arşivini sergiledi. Tümamiral olarak emekli olan Fahri Çoker'in 6-7 Eylül olaylarıyla ilgili soruşturma ve mahkeme sürecinde albay rütbesiyle Beyoğlu Bölgesi Sıkıyönetim Mahkemesi Başhakimliği ve Güvenlik Danışmanlığı görevini yürüttüğünü hatırlatalım. Çoker arşivi ölümünden sonra kullanılmak üzere Tarih Vakfı'na bağışlamıştı. .
Fotoğraflar çok vurucu. Kamyonlarla gelenleri görüyoruz. Ellerinde demir sopalarla kepenkleri indiren, topuklu ayakkabılı kadınları görüyoruz. Ortalığa saçılmış, paramparça eşyaları görüyoruz. Şiddetin resimleri.
Serginin açılışını bir grup insan resimleri yırtarak, yumurtalar atarak ve sloganlarla protesto etti. Ardından bir de bildiri okuyup, kısaca bu olaylardan söz etmenin ülkeyi böleceğini söylediler.
Yani 50 yıl sonra kendi tarihimizle yüzleşmek, olanları hatırlamak, yapılanları kabullenmek bir kısım insan için hala tahayyül edilemez bir işti.
55 yıl sonra bu olayların nasıl anılacağını iki gün sonra hep beraber göreceğiz. Umarım, toplumsal hafızamızın ideolojilerle değil, gerçekliklerle kurulduğu günleri görürüz.
Eski Özel Harp Dairesi yöneticilerinden emekli orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu'nun, gazeteci Fatih Güllapoğlu'na söylediği şu sözleriyle bitireyim: "6 -7 Eylül bir özel harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı". (NDE/NM)