Roboski hâlâ kanayan yara. Kabuk bağlaması için yüzleşme şart.
'Roboski'ye gitmek başkadır' derdi, her giden; doğruymuş. Diyarbakır'a indiğimizde, ilk güneşi gören Bülent'e sonra Zeynep'e sarıldık yol arkadaşım Cüneyt'le. Tam bir haftadır yazmak istiyorum, yazamıyorum. Ne yazsam eksik kalır, biliyorum.
Metin'in doğum günü 10 Nisan'da, Metin Göktepe Gazetecilik Ödülleri töreninde Yasemin Göksu ile karşılaştık. Sohbetimizde, Roboski ziyaretinden söz ettim ona. Sevindi, heyecanlandı, "Evimizin yeni kızı Dilek'in ailesini de gör mutlaka. Hatta gitmeden Dilek'le buluş, belki ailesine söylemek istediği bir çift söz, göndermek istediği bir şey vardır" dedi.
Nevzat Encü'nün (20) kardeşi Dilek ile buluştuğumda ilk duyduğum, yürek acımın, elimdeki iki karanfili de ona uzattığımda hafiflediğiydi. Kardeşlere bir şeyler yollamak için hazırladığı çantayı aldım, sarıldık. Sıkıca sarıldı ve en küçüğü, iki buçuk yaşındaki Erdem'i daha sıkı kucaklamamı istedi, ayrıldık.
Ve büyük ailemizin 34 gencini, adeta gelin damat odası titizliğiyle hazırlanmış mezarlarında ziyaret edeceğimiz Roboski'ye doğru yolculuğumuz başladı.
Diyarbekir büyülü bir kentmiş, surlarıyla, Hasan Paşasıyla, o sabah görünce anladım. Ertesi gün Dicle (Anter), Naki ve Maside'nin (Ocak) katılımıyla yola koyulduk.
Yol aldığımız minübüsün ön koltuğuna deyim yerindeyse kuruluyorum. Hiçbir detayı kaçırmak istemiyorum. İnsanlarının sıcaklığına hayran kaldığım bölgenin doğasına da vuruluyorum.
Dağları, ovaları şaşırarak fotoğraflıyorum. Şöför arkadaşın dediğine göre yakılmadan önce bu dağlar kocaman ormanlardan oluşuyormuş. İçim acıyor, salt orman değil yakılan biliyorum. Onca börtü böcek, ağaç ve insanın ve hatta kültürün de yokedilmesi amaçlanıyor anlıyorum.
Bunları görünce barış, gerçek barış geç kalmış diye hayıflanırken başka bir gerçekle yüzleşiyorum. Fotoğraf çekme diyen birkaç endişeli seslenişle.
Beni alıp 1996 yılının o karakışına götürüyor bu çığlığa benzer seslenişler. Dağların en yükseğine kurulmuş karakolların yanı sıra nerdeyse her virajı, köşe başını tutmuş barikatlar Metin'in olduğu yere taşıyor yüreğimi.
Sıkışıyor kalbim, çekmek istiyorum tüm canlıları görüntülediğim gibi barikatları da ama kaygılı bakışlarıyla buluşuyor gözlerim Faruk Ayyıldız'ın gözleriyle.
"Abla çekme" diyen Faruk, 2013 Metin Göktepe Gazetecilik Ödülünün sahibi Roboski fotoğrafıyla. Çekmiyorum ama Metin'in ısrarını da anlayan bir yerde duruyorum.
Tüm çıplaklığıyla bilinmeli her şey diye düşünürken sürücünün "Barış dedikleri bu süreçte, bu adım başı barikatlar oluştu, eskiden bu denli yoktu" sözleriyle buluşuyor kulaklarım.
Cudi ve Gabar Dağlarını birbirine bağlayan Kasrik Boğazının muhteşem görüntüsüyle içimi bir coşku kaplıyor yeni bir barikata kadar. Barikatlarla hep bir kötü hissetme duygusu yaşıyoruz birlikte anlamlandıramadığımız.
Dicle Anter buraların adeta rehberi gibi, yol boyunca anlatıyor, aydınlatıyor buralara üvey kalmış biz kardeşlerini... Roboski tabelasını asla kaçırmak istemiyorum. Uludere'den sonra biliyorum Roboski.
Ancak gördüğüm Ortasu'nun aslında Roboski olduğunu o gün oraya girince öğreniyorum. Aklıma önce insanların asimilasyonla öldürüldüğü, sonrasında da bedenleriyle öldürüldüğü düşüyor sanki bir yerde okumuşum ya da ben öyle sanıyorum.
Köye varınca adeta bir sessizlik, yas sezinliyor insan. 500 hanelik büyükçe bir köy Roboski. Mezarlık köyün en tepelik yerine adeta kendilerini koruyamayan o çocuk yaştaki 34 mezar insanı ailelerini koruyup, kollayan bir yüksek duruşlu yerdeler.
Ayaklarımın bağı çözüldü deyimine uyuyor durumum, eminim hepimizin de aynı. Onca insan ellerinde çocuklarının fotoğraflarıyla karşılayıp, üç defa sarılarak Kürtçe "hûn bixêr hatin." diyen, acı kardeşlerimizleyiz.
Acının dili aynı, adalet aramanın yolu aynı bir kere daha biliyoruz bu sıcak ama hüzünlü, ağlayan gözlerle. Ağlamamak için yarısına kadar tutuyorum karşılamanın. Öyle bir an geliyor ki koyveriyorum kendimi, gözyaşlarımı. Hıçkırarak ağlamak geliyor, yutkunarak tutuyorum, tutabiliğimce.
Çok ama çok acı bir durum. Süslenmiş mezarlarıyla fotoğraflarıyla gülen çoğu çocuk 34 kişi de bize "hûn bixêr hatin" diyerek selama duruyor sanki.
Her birinin hikayesi hem aynı, hem ayrı. Basın açıklamasını mezardan hoşgeldiniz diyenlerden, çoğu soyadı Encü olan Serhat'ın ve Ferhat'ın kardeşi Veli yapıyor.
Zar zor bastırdığımız duygularımızı özgür bırakıp ağlaşıyoruz hep birlikte. Yanıbaşımda Maside aynı iç çekişleri ve burun çekmeleriyle. Dicle bir elini Maside'nin diğer elini de benim omuzuma koymuş sakin olalım diye ağlak halimize ortak olmaya çalıştıkça daha da bir ağlıyoruz.
Bir ara bir sepet takılıyor mezarlardan birinin tepesine asılı, kırmızı tüllerle bezeli. İşte boynumdaki fotoğraf makinasını doğrultup çekmek istiyorum kısa bir acaba olur mu düşüncesinden sonra çekiyorum o iç acıtan fotoğrafı.
Anlıyorum ki bir hikayesi olmalı bu kına sepetinin. Soracağım diye kendime direktif vererek Toplumsal Bellek Platformu'nun "sorgulamaya geldik" vurucu cümlesinin yer aldığı açıklamasını okuyan Ali Naki'ye kulak veriyorum. Veli okurken biz ağlaşıyorduk, Ali Naki okurken Roboskili anne, baba, kardeş, eş ve nişanlılar ağlamaya duruyor daha seslice.
Umut olduğumuzu söyleyip, daha sıkıca sarılıyorlar hepimize. En zor olan kararla başbaşa bırakıyorlar hem de bizi. Bu gece bizde kalın ne olur diyen Hayat gelip sarılıveriyor sımsıcak bana.
Sanki çok ezelden beri koklaştığım, sarıp sarmaladığım bu küçücük beden öyle sıcak, öylesine ısıtıyor ki hem kalbimi, hem de bedenimi. Ben Dilek ablamın kardeşiyim diyor Hayat. Yani Yasemin Göksu'nun evinin yeni kızı Hayat'ın kardeşi.
Özlüyor musun diye bir soruyla bana ders verircesine "özlüyorum ama onun sağlığı herşeyden önemli, o kurtulsun da" dediğine daha 10 yaşındaki bu kocaman yürek karşısında duyduğum sevgi saygıyla katmerleşip kocaman bir duygu yumağına dönüşüyor...
Sorumu unutmadan soruyorum bu kına sepetlerinin bir mesajı var mı diye, birkaç ağızdan aynı cevaplar karşılık veriyor. Gebnç bir kadın, "ağabeyimin ertesi günü söz kınası olacaktı, hatta bu yüzden kaçağa gitmişti," diyor. Kesilemeyen sözün kına sepeti orada mezar başında asılı duran.
Acının acısı vardır ya öyle bir durum 504. gün olmasına karşın. Mezardan ve özellikle anne ve çocuklardan çok zor kopuyorum.
Arkadaşlar kendisine konuşma ve açıklama engeli konulan, Şırnak il sınırı dışında konuşması yasak olan Zeki Tosun'un evindeler.
Ben daha sonra ulaşıyorum toplanılıp çay içilen büyükçe kabul odasına.
Zeki Tosun bizlerin onlarla kucaklaşmasının anlamlı oluğunu ve seslerini duyurmalarının, adalet arayışlarına katkı sunacağına olan inancını paylaşıyor.
Çok kararlı bir ifadeyle; boyun eğmeleri ve teslim olmalarını sağlamak için türlü yollara başvurulduğunu ifade ediyor.
Yeşil kart uygulamasının elinden alındığını, çocuklarının okul servislerinin kaymakamlığın gayrıresmi isteğiyle durduruluğunu anlatırken aklıma Hrant'a valilikçe verilen gözdağı düşüyor.
Bu halk; Lazıyla, Çerkesiyle, Kürtüyle, Türküyle, Ermenisiyle ve çok kültürlü halklarıyla ne çok acıya, yasa mahkum edilmiş. Ne kadar çok ötekileştirilmişiz şaşarak düşünüyorum.
Ne büyük bir mutsuzlukla sınanan insanın ne kadar az mutlu azınlığa mahkum edildiğinin resmi adeta çekiliyor konuşmaların arasında.
Sözün özcesi halkların aslında birbirleriyle bir kavgası yok ki barışması da olsun.
Sorun yönetenlerin önce yüzleşip, sonra halkıyla barışması...
Roboski yarasını sarmak isterlerse önce bir özür sonra da "kim incinecekse incinsin", sorumluların bulunup yargılanmasıdır gerçek.
Bir de Roboski'den yüreğimizin acısıyla ayrılışımızdır "Unutursak Kalbimiz Kurusun" diyerek...(MG/HK)