"Ne eksik bu ülkede?" diye bir sor. Ne eksik? 501* çocuk eksik bu ülkede. Bu ülke; Türkiye.
Savaş rakamları öğreniyoruz her yeni gün. İstatistikler, kutsiyetlerine göre kalem kalem belirlenip kimi zaman gururla, kimi zaman "söz konusu vatan" adı altında, ertesi gün unutacağımız bir sütunluk haberler olarak çıkıyor karşımıza.
İşte onlardan biri şimdi duruyor karşımda. "30 yıllık savaşın bilançosu" diyor gazete. Çocuğumuza, bilanço diyor, rakam diyor. Hiç utanmıyor.
Dünyanın her yerinde, en çok kadınları ve çocukları vuruyor savaş. Hiçbir söz haklarının olmadığı siperlere sürülen kadınlar ve çocuklar; tercihsiz, sebepsiz, suçsuz, günahsız yere, en büyük acıların hedefine oturtuluyorlar.
"Tercihsiz" kısmı mühim. Zira 1988 yılında, 13 yaşındayken öldürülen Ramazan Dağ'ın, "devlet eliyle öldürülen ilk çocuk" olmayı tercih edeceğini pek sanmıyorum.
"Devlet eliyle öldürülen çocuk" ne demek biliyor musunuz? Kapısının önünde, sokağında, tarlasında, okulunda, evinde; asker kurşunu, havan topu, gaz bombası, mayın ile ya da gözaltında kaybedilerek, Filistin askısında işkence edilerek verilen son nefese, "devletin şefkatli kolları"nda ölmek, diyoruz.
Acıları anlatmak için rakam söylemek gerektiğini öğretmişler. Söylüyoruz. Bu çocukların yaşlarını söyleyip, etkileyeceğimizi düşünüyoruz, devletin elleriyle öldürdüğü çocukların yaşlarını. Yetinmezler belki, acımaz da içleri ama siz deyiverin; "501 çocuk dağda değil, sokakta öldürüldü."
İlk çocuğun bedenine saplanan kurşundan bu yana, yaklaşık 25 yıl geçti.
Savaşın ilk yıllarından bugüne kadar, devlet denetimli medya da, manipülasyonda giderek "usta"laştı. "Bebek katili" argümanlarının müsebbibi, hepimizin aklına kazınan Hürriyet gazetesi manşetindeki, "Kurşunlanan bebek" fotoğrafının altında yazan, "Vatan hainleri bir aylık bebeğe de ateş açtı" yalanının üzerinden 16 yıl geçmiş ve bu yıllar arasında tam 346 çocuk öldürülmüştü.
Bir dolu politikacı, malum koltuğa oturunca "bıçak kemiğe dayandı" naraları atmış ve göçmüştü. Lakin devlet geleneği kolay değişmiyor. Yıl 2004, "İki terörist ölü olarak ele geçirildi" diyordu aynı gazete, 12 yaşındaki bedenine 13 kurşun sıkılan Uğur Kaymaz ve babası için. Sağ ve sol eline dört, sırtına ise yakın mesafeden dokuz kurşun sıkılan 12 yaşındaki Uğur'un, "ülkenin bölünmez bütünlüğüne" olan kastını kısa zamanda yargı da kabul etti. Katillerini yargılamayı aklının ucundan bile geçirmedi.
O kadar anlamlı bakan fotoğrafı olmasaydı ve malum süreç, hükümetin Türk Silahlı Kuvvetleri'ne (TSK) karşı Kürtleri siper etme politikası gütmeseydi bu kadar haber olur muydu bilinmez ama iliklerimize kadar içeri bakıyordu Ceylan Önkol'un fotoğrafı. Medyanın buna da bir lafı vardı elbette; "Ne işi vardı orada?" Çünkü gazeteciye göre, kapının önünde oynarken, üzerine havan topu düşmesi olacak iş değil. Bu vicdansızlığa inanmıyordu. Olmazdı. Devlet öyle şey yapmazdı.
Aç parantez.
Esasında, bu gazetecilerin de, bu gazeteleri okuyup inanan insanların da, devletin bekâsına olan inançlarını ve güven ihtiyaçlarını anlıyorum. Kim devletine güvenmek istemez ki? Kim sevmek istemez ki cebindeki nüfus cüzdanını? O çocuklar da en az, McDonald's'da doğum günü partisi düzenleyen akranları kadar isterlerdi, devleti sevmeyi. Kısmet olmadı.
Kapa parantez.
Malum medyanın yanı sıra, içimize su serpenler de vardı. Umur Talu vardı, Yıldırım Türker vardı. Bakın bir kaç gazeteci daha saymak istedim anaakım medyadan, ama düşünmekle bulunacak gibi değildi, bıraktım. Uğur Kaymaz'ın özel timler tarafından öldürülmesi üzerine yazdığı bir yazıda "Çocukları 'şerefli katil' ya da 'terörist maktul' olmaya zorlayan dünyamız can çekişiyor" diyordu Yıldırım Türker. Katılmıyorum. Can çekişmiyor ki! Dipdiri. Bizi de gömecek kadar diri. Ve bu katil oynadığı oyunda hiç yalnız değil. Ne kadar devletse, o kadar medya aynı zamanda.
Böylece, devlete toz konduramayan köşe yazarlarının gazeteleriyle güne uyanıp, huzura başını yastığa koyan vatandaşların Türkiye'sinde; kimine göre bölge, kimine göre Doğu denilen "o yerde" neler oluyor, kim ölüyor, kim öldürüyor? diye aklının ucundan geçirmeye tenezzül etmeyen, söz sahibi olma hakkından feragat eden kocaman bir kalabalığa dönüştürüldü, tüm halklar...
Bakın, sadece 2011 yılında, 50 çocuk öldürüldü*. Geçen mayıs ayında, Diyarbakır'daki Yüksek Seçim Kurulu'nun (YSK) milletvekili yasağına karşı düzenlenen eylemde öldürülen 17 yaşındaki İbrahim Oruç'un bedeninden polis kurşunu çıktı. Üstelik bu polislerin, İbrahim'i kurşunladıktan sonra dişlerini sokağa dökecek kadar dövdükleri fotoğrafları da gördük. Peki ne oldu o polis memurlarına? Hiçbir şey!
Ve bugün, Adana'da polisin attığı gaz bombası başına isabet eden 11 yaşındaki Mazlum Akay. Günlerce verdiği yaşam mücadelesine, daha fazla dayanamadı. Pes etti. Kim kazandı?
Bu yazıyı yazarken 2012'deki Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı'nın TV'deki sesini duyuyorum: "Askerimin moralini bozuyorlar. Moral noktasına müdahale ediyorlar..."
Şu memlekette, insan olmak, güvenlik görevlisi olmak kadar değerli olamadı hiçbir zaman. Polisin, askerin, özel timin, JİTEM'in, Hizbullah'ın moralini, 30 yılda bu kuvvetlerce öldürülen 501 çocuğun canından üstte tutan devlet, Uludere'de 19'u çocuk 34 kişinin üstüne bomba yağdırdıktan sonra da geleneğini bozmadı ve "Genelkurmay başkanımın arkasındayım" dedi. Ayrıca, elindeki silahla "halkın güvenliğini" sağlamakla görevli askerin, "çocukları niçin öldürdüğü" sorulduğunda, bu soruyu soranları provakasyoncu, marjinal ve bölücü ilan etti.
Bu ülkede, çocuk sevmek yerine vatan sevmeyi şiar edinen müthiş kalabalık, huzurla uyuyor muhtemelen ki, "Irak sınırındaki (Uludere'de) olayda (TSK'nın bombalaması sonucu) hayatını kaybeden (eceliyle değil bombalanarak öldürülen) 34 kaçakçı (insan)" ile ilgili bir gündemleri yok!
1990 yılında 20, 1991 yılında 14, 1992'de 103, 1993 yılında 75, 1994 yılında 87 çocuk öldüren devlet geleneği, tekerrürden ibaret ve son hükümet işin başına geçtiğinden bu yana 120 çocuk, devlet nezaretinde öldürüldü.
10 yaşındaki Abidin, Cizre'de, 3 yaşındaki Taibet, Basa'da, 9 yaşındaki Fehime, Hakkâri'de, 10 yaşındaki Azad, Batman'da, 13 yaşındaki Rinde, Hazro'da, 12 yaşındaki Abdullah, Dargeçit'te, 2 yaşındaki Halil, Nusaybin'de, 6 yaşındaki Veysi, Şırnak'ta*... 501 çocuk, Türkiye'de, 'güvenliklerinden sorumlu' askerler tarafından öldürüldü.
Bu çocukların öldürülmesine neden olan asker, polis ve korucular hakkında hemen hemen hiçbir soruşturma ya da kovuşturma başlatılmadı. Açılsa da, soruşturma ve kovuşturma değil, "aklama" operasyonuna dönüştü. Devlet kayıtlarında kolluk kuvvetlerinin, ölümüne neden olduğu çocukların kayıtları dahi yok. Kolluk kuvvetlerine ait mevzuattan kaynaklı, öldürmelere teşvik edici düzenlemelerin olduğu ise apaçık. Peki bu mevzuatın değiştirilmesine dair bir gelişme var mı? O da yok! Peki hükümetin, "polis ya da asker devleti" anlayışından kurtulabilmek için bir projesi var mı? Kolluk kuvvetlerinin bu kadar kolay bir şekilde toplumda şiddet yaymasını engellemek için gerekli düzenlemeler yapmak, devlet yetkililerinin aklının ucundan geçiyor mu?
İşte burada durun!
İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin'in bir dizi önerisi var tabi. Mesela Uludere'de öldürülen çocuklar için, "Ölmeselerdi tutuklayacaktık" dedi. Sağ olsun. Tutuklamak konusunda herhangi bir çekincesi olmayan Türkiye adaletinin, "Taş Atan Çocukları" önce tutuklayıp, sonra cezaevlerinde tecavüze maruz bıraktığını da yine geçenlerde izledik. Kelimenin gerçek anlamıyla izledik. Adana Pozantı Cezaevi'nde, tecavüze uğrayan siyasi suçlu çocuklar, şimdi sevk edildikleri bir başka cezaevinde yaşıyorlar aynısını. Değişen bir şey yok!
Şimdi, çok özür dileyerek sormak istiyorum. Bu çocuklar kim? Neyi oluyor bu ülkenin?
25 yıl boyunca evinde, kapı önünde, tarlada, okulunda; kurşunla, havan topuyla, mayınla öldürülen bu çocuklar, Türkiye'nin neresinde yaşıyorlar?
Cevaba erinmeyin; Kürt denir onlara ve Türkiye'nin Doğu'sunda nefes alırlar. Genellikle ecelleriyle ölmezler. Çoğu zaman, niye öldüklerini dahi bilmezler.
Peki, artık siz biliyorsunuz. Bu ülkede bir anne, bombalanan çocuğunun parçalarını eteğine topladı. Başka bir anne, çocuğunun parçalarıyla, katırların parçalarını ayırt edemedi.
Şimdi bunları unutup, nasıl seveceğiz çocuğumuzu? Tüm bu gereksiz bilgileri, bu soruyu sormak için anlattım.
Hele bi deyin, çocuğunuzun burnu aksa, dünyayı yıkmıyor musunuz? Öyleyse, 501 çocuğun anne babasına da, bir yol gösterin! (ÜZ/AS)
* Kaynaklar; İnsan Hakları Derneği, Türkiye İnsan Hakları Vakfı, Bir Göz De Sen Ol İnisiyatifi.
** Fotoğraf: Devlet eliyle öldürülen çocuklar üzerine, 2009'daki "Kine Em / Biz Kimiz?" sergisinden Ülkühan Zekioğlu'nun kolajı...