Şimdi Berkin
Ölü yoldaşlarının omzunda
Gülümseyen bir inançla bakıyor
Ardından büyütülen sahiplenme halkasına.
Tüm sabahların çocuk olması
Veya her gecenin sabaha gebe kalması
Gibi bir şeydi onunkisi...
Kurşunlanan yerlerinden büyüyor sanki bu kez kavga.
Kimlik kimliğe, acı acıya değiyor
Ve ezilenler bir bütün halinde yarına umutla bakıyor...
Yukarıdaki türden dizeler filizleniyor içimde Berkin’i ve Berkin şahsında Gezi’yi düşündüğümde. Ve yine örneğin kardeşlikten söz edilecekse, aklıma ilkin Berkin-Medeni kardeşliği geliyor.
Elbette Berkin, Gezi’nin tek ölümsüzleşeni değil. Gezi’nin tüm nitelikleri de yalnızca Berkin’le anlatılamaz. Ama onun yaşından, elindeki ekmeğe, gözlerindeki gelecek gülümsemesine kadar hafızamıza yerleşen nitelikleri, yeni olan ve bağrında hem itirazı hem alternatifi hem de gelecek çiçeklenmesini taşıyan Gezi’ye çok yakışıyor. Ben de Gezi’yi ona en çok yakışan bu özne üzerinden anlatmayı tercih ediyorum.
Eğer Gezi bir yanıyla da halkın bağrındaki dizelerin sokakta şiirleşmesi ise bu şiirin, yaşamı da gidişi de şiirsel olan bir çocuk üzerinden anlatılması kadar doğal ne olabilir ki?
Bugün, yani beş yıl sonra dönüp baktığımızda Gezi’nin bağrındaki toplumsal bilinç, komünal ufuk ve Berkince-Medenice kardeşlik daha net görünüyor. Geleceğe bıraktığı dersler zaman aşımına uğrayacağına büyüyor. “Hayır” da, “Tamam” da güncelleniyor. Ve 25 Haziran’da veya 9 Temmuz’da gündeme gelecek olan yeni sürecin sorularına yanıtı içeriyor.
Sınıfsal perspektifle Gezi
Gezi direnişinin üzerinden beş yıl geçti. Kimimiz özlemle, kimimiz acıyla, kimimiz büyüyen umudunu koruyarak tebessümle anımsıyoruz; bize devrimsel heyecanlar ve sosyalizm tadında ilişkiler yaşatan o günleri.
Nerede durduğumuza ve tabii ki nereden baktığımıza bağlı olarak Gezi’ye farklı anlamlar yükleyip farklı sonuçlar çıkarıyoruz. Gezi, zaten aynıların hareketi değildi. Bir aynılaştırma veya benzeştirme hareketi de değildi. Gezi’nin belki de en önemli özelliği farklara rağmen ortaklaşabilmek, aynı barikatta ve aynı komünde yoldaşlaşabilmekti.
Gezi’nin ne olduğuna dair yanıt/değerlendirme çeşitliliği, bir yanıyla da sınıfsal bakış karşısındaki duruş çeşitliliğidir. Bugün artık belki Gezi’nin ne olduğu kadar ne olmadığını da konuşmak gerekiyor. Kimileri bugüne dek adeta bardağın boş tarafını göstererek veya Gezi’yi mahkûm etmeyi görev edinerek hareket etti.
Duygusal bir tavır gibi gelebilir ama ben, bardağın dolu tarafını göstermeyi, Gezi’nin sınıfsal bir niteliğe sahip olduğunu, sosyalist nitelikler taşıdığını anlatmayı kendime “dert” edindim. Elbette bir olgu ne ise objektif biçimde değerlendirilmeli, ona kendisinde olmayan nitelikler atfedilmemeli ama Gezi gibi pratikler ak ve karadan öte nitelikler, iç içe geçmiş boyutlar taşıyor. Ancak aradan 5 yıl geçtiği için daha objektif olma, daha somut şeyler söyleme ve sadeleştirerek ele alma şansımız var.
Tabii bu sadeleştirmenin, somut olabilenin, neden-sonuç ilişkisi kurabilmenin en uygun yolu süreci sınıfsal bir bakış açısıyla ele almaktır. Sınıfsal bakış açısı, bir yanıyla da arka plan okumaktır. Olgunun özüne inip öz-biçim ilişkisi kurmaktır. Ağaca da ormana da bir arada bakabilmektir. Bunu yapamadığımızda sıkça rastlandığı gibi toplumsal süreçler, kişiler veya salt olaylar üzerinden anlatılır, anlatım öznelleşir ve bir çeşit magazine çevrilir.
Ben bunun bir yanıyla da bilinçli olarak yapıldığını düşünüyorum. Sur’a-Cizre’ye baktığımızda sadece hendek, sisteme baktığımızda sadece Erdoğan’ı görmemiz için işin sermaye yanı, sınıflar mücadelesi yanı gizleniyor. Veya 10 Ekim Ankara patlamasında, “egemen sınıflar ne yapmak istiyor da böyle bir katliama girişti” sorusu yerine, “IŞİD’liler yaptı” deyip geçmemiz isteniyor. Konuyla bağlantılı olarak söylersek Koç’a baktığımızda kimilerinin söylediği gibi “Gezicilerin dostu” olarak mı göreceğiz yoksa bu ülkede faşizmin müsebbibi tekeller arasında mı değerlendireceğiz? Bugünkü toz-duman içinde aradaki ilişki, aradaki diyalektik koparılıyor. O halde bize öncelikle o diyalektiği sağlamak, parça-bütün, öz-biçim ilişkisi kurmak düşüyor. Bu, aynı zamanda sınıfsal bakış açısıdır.
Gezi’de başka bir dünya ufku
Gerçekte Sur’da-Cizre’de yaşananlar bir hendek meselesi değil bir sistem meselesidir. Benzer şekilde, Gezi’de ayağa kalkan insanlar yalnızca Erdoğan’a değil, onun şahsında sisteme karşıydı. Yeni/başka bir dünya istiyordu. İşte Gezi’ye bu bakış açısıyla bakabildiğimizde kişiselleşmiş veya magazinleştirici yanı bir tarafa koyma, daha net, daha somut ve anlaşılır şeyler söyleme şansımız olur.
Türkiye’de 12 Eylül sonrasında, Che’nin “en kötüsü” dediği durum gerçekleşti ve kitleler öncelikle kendine yenildi, sonra da içselleştirip yenilgiyi bugüne dek sarkacak biçimde bir iklime çevirdi çaresizliği. Dönem dönem çeşitli direnişler, mücadele ve örgütlenme pratikleri yaşansa da toplamda üzerine ölü toprağı serpilmişçesine bir edilgenlik, bir çıkışsızlık hali onlarca yıl sürdü.
Sürecin uzunluğu, giderek umudu ve değişime olan inancı zayıf düşürdü. Bu süreçte bir de 1989’un yaşamış olması yani sosyalizme dair örneklerin çözülmesi, alternatifin soyuttan somuta taşınması ihtiyacını büyüttü. Giderek somutlanmamış söylemin, soyut vaatlerin anlamı/önemi halkın nezdinde azaldı. İşte bir yanıyla da Gezi, darbeden 33 yıl sonra, gelecek toplum tasarımı bağlamında alternatifin soyuttan somuta taşınmasıydı.
Sokakta pek çok ezber bozuldu, AKP eliyle gerçekleştirilen örgütlü kötülüğün 11 yıllık icraatlarının da alternatif bağlamında solun o güne dek ektiklerinin de boşa gitmediği, halkın sanıldığı denli apolitik olmadığı, başka bir dünyanın mümkün olduğuna inandığı görüldü. O pratik, aynı zamanda solda varlığını sürdüren bir çeşit siyaset yapış tarzına da bir eleştiriydi.
Barikatlarda dövüşüldü, komünde yaşam ve değerler paylaşıldı; komün, barikatlarla tahkim edildi ve devamında kazanımlar/biriktirilenler forumlarla geliştirildi. Bu süreçte Lenin’in “yalnızca öncüyle zafer olmaz”, “devrim kitlelerin eseri olacaktır” soyutlamalarını doğrulayan biçimde halkın mücadele içinde bugünden hem fiziki hem de fikri olarak yer alacağı, inandırıcı ve uygulanabilir bir alternatifin halkla beraber üretilip örgütlenmesi gerektiği görüldü. Buna Marksizmin dogmatik yorumuna denk düşecek biçimde itiraz edenler olduysa da birleşik mücadelenin, özgürleşmenin olmazsa olmaz koşulu olduğu azımsanmayacak bir kesim tarafından kavrandı.
Birleşik Haziran Hareketi, buradaki birikimi ve potansiyeli gören, devamlılığını temenni eden bir noktadan kuruldu. Kısa sürede gölgesinin kendisinden daha büyük hale gelmesi Gezi potansiyelinin büyüklüğü ile ilintilidir. Ancak giderek daha somut biçimde görüldüğü gibi Gezi, Haziran Hareketi’ne sığmayan bir potansiyeldi. Bir parti gibi yukarıdan aşağıya değil bir cephe gibi aşağıdan yukarıya meclisler biçiminde örgütlenen bir yapı olarak görülmesine rağmen, alışkanlıklar veya öğretilmiş yanlışlar ile ihtiyaçlar arasındaki açı kapanamadı ve Haziran Hareketi giderek kapsam ve işlev olarak daraldı. Ancak Gezi birikiminde sanıldığının aksine bir tükenme yaşanmadı. Farklı zamanlarda farklı biçimlerde güncellenmiş işlevlerle yeniden ortaya çıktı.
Gezi’den Hayır’a, Hayır’dan Tamam’a
16 Nisan referandumu sürecinde yapılan “Hayır” çalışması, o güne kadar bilinen ittifak anlayışını aşan, ihtiyacı karşılamaya yönelik yaratıcılık içeren bir nitelikteydi. Bir araya gelmesi, ortak amaç için mücadele etmesi zor, hatta olanaksız sanılan kesimler nasıl Gezi’de bir araya geldiyse, bunun o ana özgü bir tesadüf olmadığı, ihtiyaca bağlı olarak yaratıcı bir üretkenliğin devam ettiği görüldü.
Gezi potansiyeline içkin bu toplumsal bilinç, Adalet Yürüyüşü’nde kemal Kılıçdaroğlu’nun çizdiği veya öngördüğü çerçeveyi aştı. 24 Haziran seçimlerine hazırlık sürecinde ise “ittifak yasasıyla” seçim sonuçlarını peşinen belirlemeye çalışan Erdoğan’ın (veya Cumhur ittifakının) sınırlayıcılığına sığmadı. Ancak Gezi’nin mirası, ittifak konusunda yaratıcı çözümler üretmekten ibaret değil. Sürecin Meclis seçimine de başkanlığa da bugüne de yarına da özgü gereklilikleri vardır; an ile gelecek ihtiyacı iç içe geçmiştir.
Bir başka bağlamda söylersek, bugünkü süreç, insanların gündelik hayatlarında karşılaştıkları sorunların gerekleri ile köklü çözümlerin gereklerinin aynı mücadele hattında ortaklaştırılmasını gerektiriyor. Ülkemizde toplumsal muhalefet sosyoekonomik nedenlerle parçalıdır. Bu parçalılık birleşik mücadelenin önemini artırırken aynı zamanda farklı zeminlerden yükselen taleplerin ortaklaştırılması kadar politikleştirilmesini de gerektirir ve bu politikleşme oranında gündelik sorun, stratejik sorunun bir parçası/basamağı haline gelir.
Bu bağlamda 24 Haziran’da rejimin başkanlık yönünde değişimini önlemek, 16 yıllık gidişata “Tamam” demek yetmeyecek, bu olası başarıyı sağlayan Gezi karakterli toplumsal muhalefeti, 25 Haziran sabahında bekleyen sorumluluklar olacak; seçim nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın sürecin kesintisiz mücadele anlayışı içinde karşılanması gerekecektir.
25 Haziran’da veya 9 Temmuz’da sürecin nesnelliğinin değişmesi, yeni aşamanın farklı ittifaklar ve mücadele anlayışı gerektirmesi, bir kez daha Berkin ve Medeni yoldaşlığının, Cizre ve Cerattepe kardeşliğinin önemini ortaya çıkaracaktır. (MY/EKN)