Çevre hakkı gibi barış hakkı, gelişme hakkı ve insanlığın ortak malvarlığına saygı hakkının da aralarında bulunduğu üçüncü kuşak haklar, diğer ilk iki kuşak haklardan farklı olarak ezilenlerin, alttakilerin büyük bedeller ödeyerek elde ettikleri haklar değiller.
1972 yılında Birleşmiş Milletler tarafından düzenlenen Stockholm Konferansı'nın 5 Haziran günü toplanmış olması ve çevre hakkının ilk defa bu toplantıda kabul edilmesi nedeniyle 5 Haziran Dünya Çevre Günü olarak kabul ediliyor. Bu nedenle 5 Haziran, "resmi" olarak kabul edilmiş bir gün ve 8 Mart ya da 1 Mayıs gibi mücadele içinden verilebilecek tarihsel bir referansı yok.
Resmi çevreciliğin sonu
Çevre hakkında en karakteristik ifadesini bulan üçüncü kuşak haklara "Dayanışma Hakları" da deniliyor. Sebebi; bu hakların ancak bütün ülkelerin ve insanlığın ortak çabasıyla karşılık bulabilecek olması.
Bu eksende Stockholm toplantısı, çevre hakkını resmileştirmekle kalmadı. Hukuksal alanda "dayanışma" kavramında ifadesini bulan, çevre sorunlarına evrensel bir insanlık kategorisi ile yaklaşan, bu sayede ekolojik sorunlar konusunda sermayenin sorumluluğunun üstünü örten resmi bir çevreci ideoloji de yaratıldı.
Stockholm Kararları'nın mimarları, Roma Kulübü olarak da anılan Yeni Malthusçu yazarlardır. Petrol ve kimya tekellerinin parasıyla Meadows ve arkadaşlarınca hazırlanan "Büyümenin Sınırları" adlı çalışmada; çevresel krizlerin önlenmesi için ekonomik büyümenin yavaşlatılması gerektiği savunulmuştur.
Bunun gerisinde azgelişmiş ülkelerde, eğer batı benzeri bir büyüme görülürse, dünyanın bunu kaldıramayacağı düşüncesi yatmaktadır. Roma Kulübü'nden Maseroviç ve Pestel tarafından hazırlanan "Dönüm Noktasında İnsanlık" adlı ikinci bir çalışmada; dünya, kültür, gelenek ve ekonomik gelişmeden kaynaklanan farklarla, birbiriyle karşılıklı etkileşim halinde olan bölgeler sistemi içinde değerlendirilir.
Farklılıklar ve eşitsizlikler sistemi içinde ele alınan dünyada, gelişmiş ülkelerin kendi sanayileşme politikaları ile çöküş aşamasına getirdikleri ekosistem ile ilgili sorumluluklarını, azgelişmiş ülkelerin üstlenmesi istenir. Önerilen formül, bugünden bakıldığında daha net görülüyor; Malthus'un 19.yüzyılda toplumun geleceği için yoksulların ölüme terk edilmelerini önermesi gibi, Yeni Malthusçular da insanlığın geleceği için yoksul ülkelerin zengin ülkeler tarafından sömürülmeye devam edilmesi gerektiğini kanıtlamaya soyunmuşlardır.
Yeni Malthusçuluk'da klasik Malthusçuluk da olduğundan daha derin -en hafif ifadeyle- etik sorunlar bulunmaktadır. Malthus'un teorisinde, doğal kaynakların sınırlılığı sorunu yoktur. Doğal kaynakların artışı ile nüfus artışı arasında gittikçe açılan bir makasın olduğu iddia edilmektedir.
Bu nedenle J.B.Foster'ın da altını çizdiği gibi, Malthus'un kendisi, düşüncelerini ortaya koyarken "aşırı nüfus" kelimesini kullanmamıştır. Malthus'un geç on sekizinci yüzyıl bakış açısına göre, nüfus üzerindeki doğal kısıtlamalar öylesine etkilidir ki, dünyanın sonunda, insan sakinlerince aşırı biçimde doldurulması anlamında "aşırı nüfus", korkulacak bir şey değildir.
Fakat "Büyümenin Sınırları" teorisyenleri tarafından yoksulluk yerine dünyanın şu ya da bu yoksul ülkesinde var olan insan nüfusu, insanlık için bir tehdit olarak ele alınmaktadır. Amerikalı düşünür Barry Commoner gibi pek çok yazar, 1970'lerin başlarında, çevre sorunlarını doğrudan doğruya nüfus artışına bağlayan bu çözümlemeyi "yeni barbarlık" olarak nitelemiştir.
David Pepper ise Yeni Malthsuçu tezleri, düpedüz "eko faşist" olarak nitelemiştir. Klasik Malthusçuluk'un yarattığı karamsar tablonun ortadan kalmasında, tarımdaki teknolojik gelişmeler yanında, sömürgeciliğin gelişmesinin önemli katkısı oldu. Büyümenin Sınırları Teorisi üzerinden geliştirilen tezler de benzer şekilde, azgelişmiş ülkelerin dünya üzerindeki haklarını gasp etme amacını taşıyan emperyalist düşüncelerdir.
Sürdürülebilir kalkınma
BM Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu tarafından düzenlenen 1992'deki Rio Zirvesi Stockholm'ün devamıdır. Zirve'ye hazırlık amacıyla 1987 yılında hazırlanan ve Brundtland Raporu olarak tanınan "Ortak Geleceğimiz" adlı çalışma, çevre sorunları ile ülkelerin gelişmişlik düzeyleri arasında yakın ilişki olduğunu ve kalkınma düzeyleri farklı ülkeler arasında işbirliğinin insanlığın geleceği açısından vazgeçilmez önemde olduğunun altını bir kez daha çizerek, bu konuda stratejik açılımlar sunmaya çalışmıştır.
Brundtland Raporu'nun daha hızlı büyüme, daha büyük sermaye akışı ve azgelişmiş ülkelerin doğal kaynaklarına daha fazla erişebilme konusunu vurgulaması, çevrenin gereksinimlerinden çok sermayenim gereksinimlerine karşı bir sorumluluk duyulduğunu gösterir.
Komisyon, "hem sanayileşmiş hem de gelişmekte olan ülkelerin ürünleri için piyasaya daha kısıtlamasız girebilme imkanı, daha düşük faiz oranları, daha çok teknoloji transferi ve hem ayrıcalıklı hem ticari olmak üzere, önemli ölçüde daha büyük bir sermaye akışı" önermek suretiyle kapitalist piyasa mekanizması içinde kalarak ekolojik krize çözüm sunmaya çalışmıştır.
Bu bakış açısıyla, nüfus düzeylerinin istikrarlı hale geleceğinin beklendiği 21.yüzyılın ortalarına kadar, az gelişmiş ülkeleri sanayileşmiş ülkelerin tüketim düzeyine getirebilmek için, az gelişmiş ülkelerde(özellikle en az gelişmiş ülkelerde) yüzde 5-10 arasında bir ekonomik büyümenin zorunlu olduğu savunulur.
Sanayileşmiş ülkelerde de büyüme oranı hızlandırılmalıdır. "Sürdürülebilirlik" kavramı ile kodlanan, sermaye tarafından "doğal kaynakların etkili ve uzun vadeli kullanımının" önündeki engelleri kaldırmaktır. Bu amacın ekonomik büyüme oranının azaltılması anlamına geleceğinden ise kuşku duyulmamalıdır.
Dolayısıyla büyüme oranının azaltılması için Rio Kararları'nın reçetesi: Yoksul güney ülkelerinin kalkınma mitinden vazgeçmesidir.Sürdürülebilir Kalkınma; Kuzey ülkelerinin tek yönlü serbest ticaret hakkını uzun vadede koruma ve uzun vadeli karını engelleyecek ekolojik bozulmaların önüne geçmenin ifadesidir.
Az gelişmiş ülkeler için de belli bir büyüme oranı öngörülse de; gelişmişlik düzeyleri açısından az gelişmiş ülkelerle gelişmiş ülkeler arasındaki açının kapatılabileceğine dair bir umuda Rio Kararları'nda rastlanmaz.
Rio'nun devamı ve aradan geçen süredeki gelişmeleri değerlendirmek amacıyla 2003 yılında toplanan Johannesburg Zirvesi'nde de; "yoksullukla mücadele ve çevrenin korunması konusunda küresel eyleme hız verilmesi(...), Yoksulluğun giderilmesi için Dünya Dayanışma Fonu'nun kurulmasına destek vermek(...), Afrika'nın kalkınma ihtiyaçlarına hitap edecek çabalara daha iyi odaklanma" gibi yoksullukla ekolojik sorunlar arasındaki ilişkiyi derinleştiren, yenilenebilir enerji ve sağlık sorunlarının altını çizen ve eğitimin çevre hakkının kullanılmasındaki önemine değinen kararlar alınmıştır.
Ancak Brundtland Raporu'nun yayımlanmasından bugüne kadar, yirmi yıldan fazla bir süre geçmesine rağmen; gelişmiş ülkeler ile gelişmemiş ülkeler arasındaki kirlilik oranı, gelişmemiş ülkeler aleyhine büyümeye devam etmektedir. "Sürdürülebilir Kalkınma", kapitalizmin "büyü ya da öl" sloganının ekolojik kriz karşısında yeni bir versiyonuna dönüşmüştür.
Johannesburg Zirvesi'nde iyice yüzleşilen açlık ve yoksullukla çevre sorunları arasındaki ilişki kaçınılmaz olarak toplumsal eşitsizliklere karşı mücadelelerle çevre mücadelelerinin bir arada ele alınmasını gündeme taşımıştır. Fakat bu yüzleşmeden sonra BM düzeyinde çevre hakkı alanındaki girişimler tıkanmaya, yapılan uluslararası toplantılar, kapitalist aklın ekolojik kriz karşısındaki çaresizliğinin açığa çıktığı toplantılar olmuştur. Bu son ve halen içinde bulunduğumuz dönemi en iyi Kyoto Protokolü etrafında dönen ve tam bir fiyaskoya dönen tartışmalar özetlemektedir.
Çevre direnişleri buluşuyor
Elbette bütün bu zirveler sırasında insanlık için önemli bazı kazanımlar da elde edildi. Ama bu kazanımlar, resmi zirvelerin yapıldığı salonlarda değil, Rio'nun, Bali'nin Poznan'ın ve en son Kopenhag'ın sokaklarında elde edildi.
Sınıfsal, cinsel, etnik v.b toplumdaki diğer eşitsizliklerle çevre mücadelesini bir arada yürüten çevresel adalet hareketlerinin Latin Amerika başta olmak üzere dünyanın dört bir tarafında ama en çok da yoksul Güney ülkelerinde ortaya çıkmaya başladığı bir dönemden geçiyoruz.
2009 yılı başında Belem'de toplanan Dünya Sosyal Forumu, resmi çevre zirvelerin dışında, yükselen bu hareketlerin insanlık için yeni bir umut haline geldiğini gösterdi.
Bir ay önce Bolivya'da toplanan Doğa Ana Hakları Dünya Konferansı, bir adım daha atarak doğanın haklarını tanıyan ilk evrensel deklarasyonu kabul etti.Evrensel ve mutlak bir çevre hakkından bahsedilecekse bile bu hak, yoksul güney ülkeleri ve emekçiler için ancak mücadeleyle kazanılacak bir haktır.
Bu yüzden artık yapanların da beğenmediği cunta Anayasası'nın 56.maddesinde çevre hakkı getirildiğinden Bergamalılar soyunup yollara düşene kadar kimsenin haberi olmadı.
Türkiye'de de dünyadaki gelişmelere paralel sadece son bir yılda yüz binden fazla insan sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı için sokağa çıktı. Resmi çevreciliğin "çevreci" otomobillere ve kredi kartlarına gösterdiği ilgiden bakma fırsatı bulamadığı bu çevre mücadelelerinin sahipleri, 26-27 Haziran'da Ankara'da tarihi bir buluşmaya hazırlanıyor. 5 Haziran vesilesiyle duyurulur. (BB)