Fotoğraf: Seçkin Önsel
Taşınmayı pek severim. Ev, şehir, hatta ülke değiştirmeye bayılırım. Adres değiştirmenin ruhu havalandırdığını, hayata hep ferahlık kattığını düşünürüm ama tüm adreslerim arasında Ankara’nın Ayrancı mahallesinin yeri ayrıdır.
Ankara’nın Ayrancı’sı benim için üç dört katlı müstakil bir apartman, önünde de iki çam ağacı demek. Arka veya yan bahçede mütevazı bir kameriye, yüksek tavan, büyük pencere, biraz eskimişlik, çokça görmüş geçirmişlik demek.
Son dönemlerde semtin sokaklarında yürürken giderek daha çok apartmanın kentsel dönüşüme girdiğini görüyorum. Aynı tornadan çıkmış gibi basık tavanlı, ne işe yaradığını hiç anlamadığım Fransız balkonlu, görgüsüz yapılara dönüştürülüyor güzelim apartmanlar.
Bu kentsel dönüşüm tabirindeki “dönüşüm” sözcüğü sahte bir kendiliğindenlik havası taşımıyor mu sizce de! Sanki bir “Transformers” filmi izliyormuşuz da arabalardan biri birazdan otobotların lideri Optimus Prime’a dönüşecekmiş gibi. Öyle olmuyor oysa. Ağır ağır dönüşüyor apartmanlar. Önce haraç mezat satmak için hâlâ işe yarayabilecek cam çerçeve ve tesisatları söküyorlar. Sonra yavaş yavaş yıkıyorlar. Havaya karışıyor anılar, kayboluyor gökyüzünde. Güzelim apartmanlar soyu tükenen bir canlı türü gibi yavaş yavaş siliniyor kentin hafızasından.
Mutfak penceremden can çekişen 48 numaralı apartmanı her gördüğümde özlemek ile yâd etmek arasında ince bir çizgide salınıyorum. Altmışlı, yetmişli yılların binalarının ortalama ömürlerini tükettiğini hepimiz biliyoruz. O yüzden kimi zaman deprem riski kimi zaman güvenlik arayışı kimi zaman da rant beklentisi nedeniyle giderek daha çok apartman dönüşüme giriyor.
Müteahhitler akıllı binalarda birinci sınıf bir yaşam vaadi ile rıza devşiriyor apartman sakinlerinden. Haksız değil rıza gösterenler, haneler gittikçe küçülüyor artık. Her odası salona bakan eski Ankara evleri revaçta değil uzun süredir. Evin içinde bile çok göresi yok insanların birbirini.
Boşanmalar, tek ebeveynli aileler, herkes ve her şey değişiyor elbette. Apartmanlar mafsallarını ovuşturup duran yaşlı bir kadın kadar yorgun ve bitik. Daha uzun süreler kalmalarını istemek mümkün değil. Biliyorum. Sadece onlar giderken beraberlerinde götürdükleri şeylere dair birkaç kelam etmek istiyorum izninizle.
Bu eve taşındığımda dikkatimi ilk çeken şeylerden biri 48 Numaradaki yaşlı karı koca idi. Terasın iki kat altında, sağdaki dairede yaşıyorlardı. Arka balkonda yan yana oturdukları zaman kıkırdamaları benim balkonuma kadar geliyordu. Bugüne kadar gördüğüm en tatlı çift olduklarını düşünüyordum onları her gördüğümde.
Balkonlarında evin ıvır zıvırını toparlasın diye olduğunu sandığım çelik bir dolap vardı. Bir keresinde yaşlı kadını o çelik dolap ile balkon demiri arasındaki küçük boşluğa saklanmış gördüğümde şaşırmıştım haliyle. Yaşlı adam balkona çıkıp karısını bulduğunda kadının sahte bir üzüntüyle elini çırpmasından anladım, meğer saklambaç oynuyorlarmış. Kaç kere gördüm saklambaç oynadıklarını, yan yana balkonda oturup sohbet ettiklerini. Yetmişli seksenli yaşlarını devirmiş bu şahane çiftin hayatımı ne kadar güzelleştirdiğini anlatamam.
Mutluluk bulaşıcıdır, onların mutluluğunun gölgesinde ferahladığım zamanlar çoktur. Bir yaz tatili dönüşü evlerinin boşaldığını görünce çok üzülmüştüm. Derin bir yalnızlık kaplamıştı içimi. Sanki koca şehri tahliye etmişler de bir ben kalmışım geride gibi hissetmiştim.
Hayata güvenmek için onlara ihtiyacım olduğunu onlar gidinceye dek anlayamamıştım. Sonraları önce yaşlı kadını sonra da kocasını kaybettiğimizin haberini aldım. Anıları hâlâ mutlulukla doldurur içimi.
Başka komşularımız da vardı o apartmanda. Balkondan balkona selamlaştığımız, yolda belde karşılaşınca ayaküstü iki kelam edecek kadar birbirimizi tanıdığımız insanlar. Düşündüm de sokakta oynadığımız bütün bir öğleden sonrası terimizi alsın diye sırtımıza sokulan bir fanila idi aslında 48 Numara. Akşam yemeğine kadar dayanalım diye elimize tutuşturulan salçalı ekmek belki.
Mine Koşan dinleyen olmuştur bu apartmanda ya da Neşe Karaböcek. Dinlerken efkârlanmıştır bazı kiracılar. “Batsın Bu Dünya” albümünde “Kula kulluk edene yazıklar olsun” diye haykıran Orhan Gencebay’a bağır bağır eşlik eden insanlar yaşamıştır burada.
Birinci katın yeni yetme ergeni ülke sinemasının erotik komedi filmleri ile dolduğu dönemde “parça atılan” filmlere kim bilir hangi sinemada gitmiştir. “Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği” yıllarında kim bilir hangi komşu oğluna veya kızına duyurmak için son ses açılmıştır o müzik dolabı. Sahi, dolaptan gelirdi müzik o zamanlar, kapaklı bir şeydi, set falan çıkmamıştı daha. İlhan İrem, Ayten Alpman, Esmeray, Tanju Okan, Erol Evgin’le geçen o yıllar kim bilir kaç kara sevdaya tanıklık etmiştir. Fotoromanlar okumuştur saçları bigudili genç kızlar.
48 Numaranın en gözde olduğu zamanlar belki de milletçe hakkımızın en çok Eurovision’da yenildiğini düşündüğümüz zamanlardı. Milli Piyango’ya güvenildiği, bayramlarda kahvenin yanında tadı sevilmese de usuldendir denilip likör içildiği zamanlar.
“Kıbrıs Türklerindir!” yazan kırlentlerden konulmuştur muhakkak birkaç divana. L köşe koltuk takımları bilinmezken ve evdeki en muteber kokunun beyaz sabun kokusu olduğu yıllarda yani. Hababam Sınıfı gişeleri yıkıp geçerken ağlamaklı filmler için yanlarında muhakkak bez mendil götürülen sinemalardır 48 Numara.
Hep iyi şeyler olacak değil ya, 1979’da Maraş Katliamı yapıldığında Cem Karaca’nın yasaklı “Maraş Kalesi” ağıtını dinlerken sessiz sessiz ağlamıştır kesinlikle birileri. Ya da Madımak olayları sonrasında perdelerini bile açmadan evin içinde lanet okumuştur bir dairede bir kadın.
Daireler arasında Ahmet Kaya’nın sesi Michael Jackson’a karışmıştır. Bruno Amadio’nun o ünlü “gözünden yaş damlayan mavi gözlü oğlan çocuğu” tablosu birilerinin mutfağında muhakkak asılmıştır. Mahalle kasabında et alırken “Veresiye veren iliği kemiği kurumuş esnaf ile peşin satan etine dolgun mütebessim esnaf” tablosuna dalan muhakkak olmuştur 48 Numarada oturanlardan.
1980 askeri darbesi sonrasında zorba iktidar tüm ülkeyi dümdüz ederken apartmanın kazan dairesinde kaç kitap yakılmıştır acaba gizli gizli. Yaz tatillerinde uzaktaki aile büyüklerine gitmek dışında bir versiyonun akla gelmediği zamanlarda TRT ekranında boy gösteren turizm seferberliği şarkısının “Düşünün Antalya’da mutlu bir Hollandalı/Türk, İtalyan, İngiliz bir Bodrum gecesinde rakı bardaklarında kardeşliği bulmalı” dizelerini dinlerken çok değil birkaç on yıl sonrasında yazlık yerlerde elektrik, su faturalarının İngilizce basılacağını düşünebilir miydi apartman sakinlerinden biri acaba? Sanmam.
Amblemi “davulu delen jaguar” olan bir parti gördü 48 Numara. Partinin resmi açıklamasında delik davulun Anadolu’nun sesini, jaguarın ise iktidarı temsil ettiği belirtilse de 48 Numarada yaşayan herkes davulun Özal’ın damadı Asım Ekren’i, jaguarın ise Zeynep Özal-Asım Ekren çiftine “hediye edilen” jaguar marka lüks otomobili temsil ettiğini biliyordu. Belki de ülkenin siyaset tarihinde ilk kez bir parti yetkilisi partinin kuruluş amacını “amacımız üzüm yemek değil bağcıyı dövmek” diyecek kadar açıktan söylüyordu. Bu türden karşılıksız hediyeler henüz siyaset alanında hoş görülmüyor, “bal tutan parmağını yalar” diyerek olağanlaştırılmıyordu o zamanlar.
Adım kadar eminim breakdance figürleri çalışılmıştır dairelerden birkaçının salonunda. Banker Kastelli reklamları izlenmiştir. Serin Ankara akşamlarında balkonda Hayat Mecmuası okunmuştur. İran Şahı Rıza Pehlevi’nin güzeller güzeli eşi Prenses Süreyya ya da üçüncü eşi Farah Diba’nın boy boy fotoğraflarına bakılmış, aynı saçı ertesi gün yaptırmak için makasla kesilmiştir o fotoğraflar.
Apartmanın önünde arabasını köpük köpük yıkayan hangi dairenin oğludur acaba. Peki ya araba teybinden bangır bangır sesi yükselen Ümit Besen hangi numaraları rahatsız etmiştir.
Örnekler saymakla bitmez. Biraz ekmeğe sürülmüş salça, biraz reçel yapılmak üzere ipe dizilmiş turunç demeti, biraz da yayın kesildiğinde TRT ekranında beliriveren gümüş necefli maşrapa idi 48 Numara.
İskân edilen katların iç yüksekliğinin 2.60 metreden 2.40 metreye düşürülmesinin önü açıldığından basık olur yenisinde odalar. Gri-siyah bir dış kaplaması olur kesin. Ne işe yaradığı belirsiz Fransız balkonlar koyarlar belki. Başı sıkışınca komşusuyla dertleşmek için merdiven sahanlığından koşa koşa alt kata inmez artık birileri. Asansör olmadığından ciğeri ağzında teras katına çıkmaz bir misafir.
Apartmanlar kentsel dönüşümlere girince “mekânın ruhu” (genius loci) dönüşmez mi sanıyorsunuz. Bence dönüşür. Başka bir şey gelir, başka bir ruh sarar mekânı. Mekânların karakterleri vardır. Mekânların tarihleri vardır.
Heidegger’e göre mekân “sıkıştırılmış zaman”ı içerir. Kepçeler betonları dümdüz ederken, merdiven sahanlığına molozlar kar tanecikleri gibi yağarken o yüzden “zaman savrulur ve dağılır.” Parçalanan sadece çimento değildir artık. Ön bahçesinde iki çam ağacı olan bu yorgun apartmanın hazin ölümünün içimi bu denli acıtması tam olarak bu yüzden zaten.
Elveda 48 Numaralı Apartman. En çok zarafetini ve nezaketini özleyeceğim. İyi kalpli, biraz da naif idin. Sevdin, sevildin, hata yaptın, başardın, güldün, ağladın, kırıldın, sevindin… Hepimiz gibi…
(AA/AÖ)