Tarsus Cezaevi’nde bir kadın, Berfin. Yan koğuştan ağlayan bir çocuğun sesini duyuyor. Daha doğrusu bütün bir koğuş yan taraftaki adli mahpusların koğuşundan gelen bu çocuk sesini duyuyor.
Çocuk o kadar çok ağlıyor ki sonunda çocuğun açlıktan ağladığını ve süt istediğini öğreniyorlar. O gün kantin kapalı olduğu için annesi süt alamıyor, koğuşlarında da süt yok. Bunun üzerine Berfinlerin koğuşundaki kadınlar, “bizim kutu süt var onu gönderelim” diyorlar. Ancak ona da görevliler izin vermiyor.
“Sizin koğuştaki bir eşya yan koğuşa gidemez” diyorlar. Bunun üzerine Berfin’in aklına bir fikir geliyor. Soda şişelerini boşaltıyorlar, içine sütü döküyorlar. Sütleri soda şişesinin içerisinde duvarların üstünde kadınların yakalayabileceği şekilde atıyorlar…
Çocuk sütünü içiyor… Berfin halen o günü “Annenin parasızlığına mı üzülelim çocuğun duvarların arkasındaki haline mi?” diye anlatıyor.
Micheal Foucault, 1975 yılında yazdığı "Hapishanenin Doğuşu" isimli eserinde, modern ceza sistemlerini ele alırken, iktidar ve cezaevi ilişkisini detaylandırır. Ona göre, hapishaneler yalnızca suçluları cezalandırmak için değil, iktidarın gücünü göstermek ve pekiştirmek amacıyla var. Yani, cezaevleri, bir toplumun iktidar anlayışının en çıplak haliyle ortaya çıktığı yerler.
2024 yılı Türkiye’sindeki ceza infaz sistemine detaylı baktığımızda maalesef onun pek de haksız olmadığını görüyoruz.
Sanılmasın ki onlarca cezaevinde sadece kadın katilleri çocuk istismarcıları, bebek katilleri, kara para aklayanlar var. Seçilmiş siyasetçilerin, kamu yararını gözeterek habercilik yapan gazetecilerin, düşünceleri sakıncalı bulunan akademisyenlerin, Gezi’de kent ve yaşam hakkını savunanların konulduğu bir yer Türkiye cezaevleri.
Hapishaneler, cezası bitmiş olsa bile “düşünceleri topluma zararlı”, “kütüphaneden kitap almadı”, “pişmanım demedi” diye tahliyelerinin engellediği de bir yer aynı zamanda. Şöyle ki Türkiye cezaevleri, tıpkı Foucault’un dediği gibi yalnızca cezalandırma değil, aynı zamanda toplumu şekillendirme ve susturma mekanizması olarak işlev görüyor.
Mahpusların yaşam koşulları
Türkiye’deki toplam cezaevi kapasitesi 299.042 kişiyken, 378.657 mahpus cezaevlerinde tutuluyor.
Bu, kapasitenin %26 oranında aşıldığını gösteriyor. Bu kalabalıklaşma yalnızca fiziksel alanın daralması anlamına gelmiyor, mahpusların yaşam koşullarını daha da kötüleştiriyor.
Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği’nin (CİSST) istatistiklerine göre, bazı mahpuslar yatak dahi bulamıyor ve yerde yatmak zorunda kalıyor.
Yeni cezaevleri açılacağı sürekli “müjdeleniyor,” ancak bu yapıların, kadınlara şiddet uygulayanlar yerine düşünce suçlularını barındıracağı açıkça biliniyor. Cezaevleri, bir yandan sistematik sorunlarıyla boğuşurken diğer yandan kadınlar, çocuklar ve hasta mahpuslar gibi hassas grupların ihtiyaçları da karşılanmıyor.
Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği (CİSST) Adalet Bakanlığı’nın verilerine dayanarak sitesinde düzenli olarak hapishane istatistiklerini paylaşıyor.
Birçok medya kurumu bu yılın verilerine bakmayı atlamış olsa da muzir.org kurucularından Aslı Alpar’ın ve ekibinin dikkati sonucunda 4529 sayısından haberdar olduk.
4529 sayısı cezaevinde kalan 3.835 ve anneleri ile birlikte kalan 749 çocuğun toplamından oluşuyor. Cezaevlerinde toplam 16.581 kadın mahpus bulunuyor ve bu kadınların 759'u, 0-6 yaş arası çocuklarıyla birlikte cezaevinde kalıyor.
Gözümüzün önünde olan çocukların, kadınların haklarını bir şekilde gündeme getirebiliyoruz fakat ne yazık ki kapalı alanlarda kaldıklarında onlar da görünmez oluyor.
Özellikle düşüncelerinden dolayı cezaevinde tutulan kadın ve çocukların durumu çoğu kez gündem dışında kalabiliyor. Hasta mahpusların durumu ortada ve maalesef bu alanda İnsan Hakları Derneği, Türkiye İnsan Hakları Vakfı ve CİSST gibi çalışma yapan kurum sayısı oldukça az.
Özellikle hasta mahpuslar konusunda, “insan olan insana yapmaz” diyeceğimiz türden çok katlı bir cezalandırma sistemi var.
İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi’nden insan hakları savunucularının Beyoğlu’ndaki dernek binası önünde her hafta sonu Cumartesi günü 13.30’da yaptıkları eylemi takip ederseniz, ne demek istediğimi çok net anlayacaksınız aslında.
Peki engelli mahpuslar?
Türkiye cezaevlerinde 269 engelli mahpus bulunuyor. Bu mahpusların yaşam koşulları, engellilik durumları dikkate alınarak iyileştirilmesi gereken bir alan olarak öne çıkıyor.
Hasta mahpusların durumu az önce de sözünü ettiğim üzre daha da endişe verici. Yatalak durumda olan birçok mahpus, tedaviye erişim sağlanmaksızın cezaevlerinde tutulmaya devam ediliyor.
Foucault’nun devletin totaliter yapısını eleştirirken vurguladığı “beden üzerindeki mutlak denetim” bu durumun tam bir yansıması değil midir?
Umut var mı?
Cezaevlerinde öğrenim gören 65.969 mahpus bulunuyor. Bunun yanı sıra, sigortalı olarak çalışan 58.500 mahpus, ekonomik hayata katılmaya devam ediyor. Aynı zamanda ucuz iş gücü ve orada da ayrı bir mahpuslar arasında “sınıf” hali kendisini gösteriyor.
CİSST gibi sivil toplum kuruluşları ve Aslı Alpar gibi gazeteciler, kadınların ve çocukların haklarını görünür kılmaya çalışıyor. Ancak medyanın ve kamuoyunun bu konulara duyarlılığı sınırlı. Oysaki kadınların ve çocukların cezaevindeki hakları, bir insan hakları meselesi.
Türkiye’deki ceza infaz sistemine Foucault’nun penceresinden baktığımızda, cezaevlerinin yalnızca suçluları cezalandırmak için değil, iktidarın gücünü topluma dayatmak amacıyla kullanıldığını görüyoruz.
Foucault’nun söylediği gibi, iktidar ve beden arasındaki ilişki, cezaevlerinde en çıplak haliyle karşımıza çıkıyor.
Bugün cezaevleri bana göre, adaletin değil iktidarın en çıplak ve acımasız yüzü. Anneleriyle birlikte cezaevlerinde büyüyen 0-6 yaş arası 759 çocuk, duvarların arasında kayboluyor.
Foucault’nun dediği gibi, iktidar bedene hükmetmeyi ister, burada ise yalnızca beden değil, 4529 çocukla birlikte masumiyetin ta kendisi cezalandırılıyor. Suça itilen çocuklara dair başka bir adaptasyon, hayata kazanma süreci düşünülemez mi?
Kadınların yalnızca düşünceleri nedeniyle tutsak edildiği, hasta olduklarında bile insani bir sağlık hizmetine erişemedikleri bir sistem, Foucault’nun "beden üzerindeki mutlak denetim" anlayışının en acımasız tezahürü değil midir?
Parmaklıkların ardındaki kadınlar ve çocuklar, tıpkı bir kafeste çırpınan kuşlar gibi, özgürlüğün imkânsız hayalini kurarken bir yandan da toplumun onların sessiz çığlıklarını duymasını bekliyor.
4529, 759, 65.969… Bunlar yalnızca birer sayı değil, her biri, duvarların arkasında unutulmuş, görünmez kılınmış hayatların çığlığı.
Peki, biz hazır mıyız? Bu hayatların sesini duyacak mıyız?
HASTA MAHPUSLAR 633. HAFTA EYLEMİ
30 yıldır cezaevinde: Hasta mahpus Özçelik serbest bırakılsın
(EMK)