Geçtiğimiz aylarda Berlusconi'nin Milano Emniyet Müdürlüğünü bizzat arayıp, o zamanlar reşit olmayan Fas'lı Ruby'yi kurtarmış olmasının ortaya çıkması bardağı taşıran son damla oldu.
Özellikle Mısır'ın artık eski Devlet Başkanı Mübarek'in yeğeni olduğunu iddia ederek diğer göçmenlere uygulanan prosedüre tabi tutulmamasını istediği Karima El Mahroug, Başbakanın Arcore villasında düzenlediği kalabalık partilerin ortalığa saçılmasına vesile oldu.
Aynı denizi paylaşan ve her krizde olduğu gibi binlerce göçmenin İtalya'ya akın etmesine yol açan Kuzey Afrika ülkelerinde kıyamet koparken buradaki basın ve halk, genç olmalarına rağmen çoğu estetikli bir sürü kadının çıplak pozlarından müteşekkil gündemi haftalarca takip etti. "Mübarek Berlusconi'ye telefon etmiş, yardım etsene, zor durumdayım damat! demiş" son zamanların en popüler fıkrası oldu -Türkiye'de de Tayyip Erdoğan'ın genç kızlar arasında dj'lik yaparken montajlanmış klibi pek revaçtaymış.
Neyse, kabarık dudaklı bilumum kadınların, karıştıkları seks skandalında susmaları için rüşvetlere boğulmaları, hatta tehdit edilmeleri, özellikle 70'li yıllarda Katolik ülkede kürtaj ve doğum kontrol hapı hakkını koparmak için kıyasıya mücadele etmiş olan İtalyan kadınlarını uzun zamandır içine düşmüş oldukları pasif konumdan çıkartıp meydanlara sürükledi.
Avrupa'nın denize nazır en büyük meydanı olmasından gurur duyulan soğuk Piazza Unità d'Italia'sı en çok Trieste'nin geçen yüzyıl boyunca elden ele dolaşması sırasında milliyetçi rüzgâra kapılmış halkın ana vatana dahil olma isteğini topluca ifade ettiği yer olarak hatırlanır.
Oysa son Playboy dergisinin Slovenya baskısının kapağında Trieste Sloven azınlığından Paris Hilton kılıklı Giulia Cobez'in halen "Trieste bizimdir" diyebilmesi, Suriye'nin "Hatay bizimdir" demesi gibi bir durum. Özellikle komünist komşu Yugoslavya yüzündene genelde merkezî yönetime bağlılığını her zaman kanıtlayan ve halen sağcıların yönettiği şehirde muhalefet gayet sönük, zaten memleketteki solcu politikacılar dünya klasmanında sol sayılmayan noktalarda.
Buna rağmen 13 Şubat sabahı Orta Avrupa'nın katı mimarisinin çevrelediği dörtköşe Piazza'da kalabalık coşkuyla Berlusconi'yi istifaya davet ediyordu. İtalya'nın en zengin ve hayat standardı yüksek şehirlerinden asil Trieste'nin ana meydanında kürklü kokoşlardan soğuk taşın üstüne bağdaş kurmuş hippilere, burjuva madamlarından erkeksi lezbiyenlere, her kesimden kadın ve erkek ortalığı şenlendirdi.
Yalnız onlar mı, obez Chow Chow'lardan finolara, rastavari modellerden artık sadece İngiliz asilzadelerinin av tablolarında görülen demode cinslere, ortalık bir köpek fuarı gibiydi. Süpermarkete giren sahibinin ayrılığına birkaç dakikalığına da olsa dayanamayıp kıyameti koparan zavallı hayvanların varlığı bu sefer bana rahatsızlık vermedi. Hatta megafonla atılan sloganlara kalabalığın topluca cevap verdiği anlarda havlamaları hoşuma bile gitti.
Normalde asık suratlı, kibirli ve tepkisiz ahalinin sessiz şehre bu kadar neşe, samimiyet ve gevşeklik katmalarına kulaklarım ve gözlerim inanamadı, ordan oraya karnaval kıyafetleriyle koşuşturan çocuklar da cabası. "Mübarek amca istifa etti, sıra sende Berlusconi" gibi afişlerin yanında İtalya'nın bayrağını oluşturan kırmızı, beyaz ve yeşil renklerde üç kolalı donu üst üste bir sopaya tutturan pala bıyıklı amca, sancağa isabetli bir yorum getiriyordu.
Brezilya vurmalılarından oluşan bir kızlar orkestrası meydanı dolaşmaya başlayınca çoğunluğu oluşturan yaşlılar bile kıvırmaya başladı, kadınlar fularlarını birbirlerine uzatarak halaya durdu. Bir köşede duran üç adet polis aracı ise agresivite değil, adeta sinmişlik ifadesi gibiydi -G8 zirvesindeki sabıkalarından ötürü mü ne?
Bu sırada bazı Türkçe konuşmalar duyar gibi oldum. Biri güderi kovboy şapkası takmış, ağızlarında sigarayla dolaşan TIR şoförü tipli iki adamdan biri, "Bayram değil, seyran değil, bunlar neyi kutluyor?" deyince, yoldaşı "Sevgililer Günü yarın değil miydi?" diye cevap verdi. Bir katında Türk Konsolosluğunun bulunduğu, meydanın şaşaalı binalarından birine yöneldiklerinde, şapkalı, "Hıh, baksana, göndere bayrağımızı çekmemişler bile," diye söylendi. Ben ise bir süre sonra kendimi Güney Amerika'dan esen yele benzer kortejin peşinde hipnotize olmuşçasına dolaşırken buldum.
Hayatımda katıldığım ilk politik etkinliğin bu olduğunu kavradım. Ailemiz ve çoğu azınlık için Türkiye'de azınlık demek yönetimden yana olmak demekti; rejimi sorgulamamız sözkonusu bile olmazdı çünkü bir burjuva ailesinin ferdi olarak her zaman akıntıyla birlikte sürüklenmenin faydaları bilinirdi - 50'inci yıl marşını niye kimse hatırlamaz?
Ben çok severdim. Biz korkuyla büyütüldük, otoriteyi sorgulamama ve baş eğme öğretildi, ağzımıza Türk lafını almamız, Türk parasına saygısızlık etmemiz sözkonusu hiç değildi, Cumhuriyetin bekçileri her zaman bizi gözler, nefeslerini enselerimizde hissettirirdi çünkü iç mihraklardan gelebilecek tehlike daha da katlanılmazdı, "ya sev, ya terket" en çok da bize dokunuyordu.
Sokaktaki baskı evdeki Rumcayla birleşince şizofreniye dönüşüyordu, yürüyüşlere katılmak benim neyimeydi? Bir grubun, bir kalabalığın, bir çoğunluğun gücünü hiçbir zaman arkamda hissedememişim - son yıllarda İstiklal Caddesi boyunca zırt pırt kimliğimi soran kaba memur beylerin karşısında daha çok bir Don Kişot'a dönüşmüştüm. Oysa gerçek(!) vatanımda öyle mi? Herhangi bir ayrımcılığa maruz kalmayacağımı bilerek yürüyüşe katılıp Bella Ciao'yu mırıldanamasam da halka karıştım, biber gazı veya cop yemeden, şimdilik.....
Sözkonusu nümayişin ne kadar etkili olduğu pek bilinmez ama, bu arada Milano Savcılığı Başbakanın 6 Nisan'da görevini süistimal ve çocuk fuhuşundan yargılanmasına karar verdi, hayırlısı... (RL/EK)