Prof. Dr. Şemsa Özar'ın arkadaşı Prof. Dr. Ferhunde Özbay anısına Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nün 9 Mart 2018 Cuma günü düzenlediği konferansta sunduğu “Kadın emeğinin durumu 40 önce nasıldı; 40 yıl sonra nasıl olacak?" çalışmasını yayınlıyoruz.
TIKLAYIN - 1. Ferhunde Özbay Anma Konferansı: Aile, Evlilik & Türkiye'de Kadının İstihdamı
* * *
Konuşmamın başlığından da anlaşılacağı gibi sizleri 40 yıl kadar geçmişe götüreceğim. Benim yaşıtlarımın üniversiteyi yeni bitirdiğim yıllara, birçoğunuzun ise henüz dünyaya gelmediği bir tarihe gideceğiz. Yıl 1978.
Dönemin Türk Sosyal Bilimler Derneği Başkanı sevgili hocamız Nermin Abadan Unat, 1978 yılında Türk Toplumunda Kadın konulu bir sempozyum düzenliyor. Sempozyumda sunulan tebliğler kitaplaştırılıyor. 1979’da basılıyor. Kitap çok ilgi gördüğü ve 1979 baskısı hızla tükendiği için 11-13 Ocak 1980’de bir toplantı daha yapılıyor ve bu toplantıda birçok alanda kadınların eşitsiz konumunu iyileştirecek çözüm önerileri de tartışılıyor ve 1982 yılında bu önerilerin de dahil edildiği genişletilmiş ikinci baskı yayınlanıyor.
Yanda gördüğünüz kitabın ikinci baskısının kapağı. Benim kopyam, sevgili Ferhunde’nin hediyesi. Kitabın içinde Ferhunde’nin “Türkiye’de Kırsal/Kentsel Kesimde Eğitimin Kadınlar Üzerinde Etkisi” başlıklı bir makalesi var. Kırdan kente göç sürecinde kadınların nasıl tarladan, kente ve evkadınlığına geçtiğini anlatıyor. Şirin Tekeli ve Çiğdem Kağıtçıbaşı’nın makaleleri yer alıyor; onları da saygıyla anıyorum. Nüfus, Sağlık, Beslenme; İşgücüne Katılım, Eğitim; Cinsiyet Rolleri, Din ve Siyasal Davranış gibi başlıklar altında birçok makalenin yer aldığı kitabın sonunda 1980’de yapılan toplantıda tartışılan “Çözüm Yolları ve Öneriler” başlıklı bir bölüm yer alıyor. Öncelikli olarak, kadınların ev içi ve ev dışındaki emeklerinin ve konumlarının bir bütünsellik içinde ele alınmasının gerekliliği vurgulanıyor. Kadınların emeğinin değerli kılınması ve istihdam alanında erkeklerle eşit düzeyde yer almalarının ancak bu iki alanda, ev içi ve ev dışı alanda eşitsizliklerin giderilmesiyle mümkün olabileceği ileri sürülüyor. Aslına bakılırsa, 40 yıl önce, hala bıkmadan usanmadan savunduğumuz ve mücadelesini verdiğimiz talepler dile getiriliyor.
Sevgili Ferhunde, 1986 yılında basılan The Study of Women in Turkey. An Anthology adlı derlemesinin giriş yazısında, 1920’lerden 1980’lere kadın çalışmalarının bir değerlendirmesini yapıyor. Bende ancak böyle spiralli bir kopyası var. 1978’de Nermin Abadan-Unat’ın düzenlemiş olduğu o toplantının, Türkiye’nin sosyal bilimler tarihinde sadece kadınların tebliğ sunduğu ilk toplantı olduğunu, erkeklerin ancak tartışmacı olarak katıldığını yazıyor. Aynı zamanda, kadınlara dair ampirik çalışmaların yapılması açısından bir dönüm noktası oluşturduğunu yazıyor.
Tam da Ferhunde’nin geleceği gördüğü gibi, 80’lerden günümüze kadın emeği konusunda gittikçe artan sayıda ve nitelikte araştırma yayınlandı. Son derece sevindirici bir durum.
Şimdi planım şöyle, yıllar boyunca yapılan ve birbirine eklenerek gelişen araştırmalardan, özellikle son dönemde yapılanlarından yararlanarak ve biraz da istatistiklere başvurarak, umarım sizleri fazla rakamlara boğmadan, kolaj yöntemiyle bir durum saptaması yapacağım. Referans alacağım araştırmalar akademik ve akademi dışı kişilerin ve grupların yaptığı çalışmalar; farklı yaklaşımlar, farklı araştırma yöntemleri (bazıları ekonometrik, bazıları hayat hikayeleri) kullanılıyor. Çoğu feminist iktisatçı, olmayan da var.
Bu kolajı rastgele yapmıyorum tabii. Amacım, kadın emeği konusunda siyaset üretirken sorun alanlarını ve öncelikleri net görebiliyor muyuz, sorusuna cevap aramak. 40 yıl önce değerli kadın araştırmacılar önemli bir saptama yaparak kadın emeğini anlamanın yolunun eviçi ve evdışı emeği birlikte değerlendirmekten geçtiğini zaten söylemişlerdi. Bunu geçmiş 40 yıllık kadın siyasetinde kullanmaya özen gösterdik. Şimdi yeni şeyler mi oluyor? Eskilerin üzerine ekleyeceklerimiz var mı? Sürekli devinim halinde olan, kendini yenileyen dönüştüren kapitalist-patriyarkal etkileşimin bize kurduğu tuzaklara yeni katılanlar var mı? Mücadele hattını kurarken saldırının yoğunlaştığı, dönüşümün geliyorum dediği alanları öncelikli olarak seçebiliyor muyuz? Ve onların çerçevesinde kendi oluşturduğumuz bir gündemle siyaset kurabiliyor muyuz? Özellikle, kazanımlarımıza saldırının yoğunlaştığı bu dönemde daha çok karşı tarafın söylemine laf yetiştirmek mi öncelik oluyor. Bir anlamda, tepkisel biçimde, bir safları koruyalım söylemi oluşturmakla mı yetiniyoruz. Son zamanlarda, örneğin en çok ve yüksek çıkan ses sanki: “kadınların işten çekilip eve kapatılmak istendiği”, “5 çocuk doğurmanın dayatılamayacağı” üzerinden ilerliyor. En başta kaygı duymamız gereken şeyler gerçekten bunlar mı? Aktaracağım araştırmalar aslında kadın emeği mücadelesini geliştirmek için bir sürü malzeme veriyor elimize.
Önce ev içinden başlayacağım. Çünkü ev işinin yükü ev içinde kalmıyor, evin dışındaki halimizi de etkiliyor. Her alanda sistemik bir toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri zinciri oluşturuyor. İstihdama katılımda, karşılaştığımız ücret eşitsizliğinde, hangi meslekleri seçebileceğimiz konusunda, kariyer basamaklarını tırmanırken karşılaştığımız zorluklar karşısında ya da tırmanamayıp kafamızı cam tavanlara çarptığımızda, sendikalarda yer alamamakta, siyasette temsilde ve aklınıza gelen birçok toplumsal alanda eşitsizliklerin bir anlamda başladığı yer ev içi.
Ev işleri ve bakım hizmeti konusunu istihdama katılıma bağlayan 2017’de yayınlanan yeni bir çalışma, Ebru Kongar ve Emel Memiş’in “Gendered Patterns of Time Use over the Life Cycle in Turkey başlıklı makaleleri.
Ebru Kongar (Dickinson College) eski öğrencim, şimdi meslektaşım ve Emel Memiş Ankara Üniversitesi’nden meslektaşımız, ikisi de feminist iktisatçı, ufuk açıcı bir çalışma yayınladılar. Daha önce, kadın ve erkeklerin farklı zaman kullanımı üzerine çalışmalar vardı. Kongar ve Memiş’in katkısı, sadece evli ve birlikte yaşayan çiftleri alarak farklı yaşam evrelerinde zaman kullanımına bakmaları. Çocuksuz hallerinden başlayarak, emeklilik yılları da dahil olmak üzere kadın ve erkeklerin karşılıksız emek (eviçi emek) ve gelir getirici emek arasında zamanlarını nasıl dağıttıklarına bakıyorlar.
Veri olarak Türkiye İstatistik Kurumu’nun Zaman Kullanımı Araştırması’nı kullanıyorlar. Biraz o konuda bilgi vereyim, sonra Kongar-Memiş araştırmasında geçeceğim. TUİK bu araştırmayı şimdiye dek iki kez yaptı. Biri 2006, diğeri 2014/2015’i kapsıyor. 8 yıllık dönemde kayda değer bir değişim yok. Aşina olmayanlar için, biraz açayım. Zaman Kullanımı, (10 yaş üstü) kadın ve erkeklerin günün 24 saatini uyumak, eğlenmek, spor, ulaşım, tv izleme, eğitim, istihdam, ev ve bakım işleri yapmak gibi farklı faaliyetler arasında nasıl bölüştürdüğüne bakıyor.
Bir örnek, (10 yaş üstü) kadınlar ortalama günde aile bakım hizmetlerine ve ev işlerine 4 saat 17 dakika ayırırken, erkekler sadece 51 dakika ayırıyor. Kadınlar zaten ev dışında çalışmıyor, bu nedenle fark bu denli büyük, denebilir. O zaman, bizde ev dışında çalışanlar grubuna bakalım. Kadınlar 3 saat 31 dakika, erkekler ise sadece 46 dakikalarını veriyor evişlerine ve ailenin bakım hizmetine. Yani kadınların hep evde ikinci bir mesaileri var. Zaman Kullanımını öğrencilerime anlatırken, birçoğunun, özellikle kadın öğrencilerin, eğitimli oldukları için bu durumun başlarına gelmeyeceğini düşündüklerini seziyorum ve onlara bir de üniversite mezunları arasında durum ne ona bakalım diyorum. Size de söyleyeyim. Üniv mezunu kadınlar günde 3 saat 36 dakikalarını ev işleri ve bakım hizmetine ayırırken, erkekler 1 saat 2 dakika ayırıyor. O kadar yıl okumanın da bir faydası olmuyor bu ataerkil yapı karşısında. Türkiye zaman kullanımı yayınlayan ülkeler arasında, evişleri ve bakım hizmetine ayrılan zaman açısından kadın ve erkek farkı en açık olan ülkelerin arasında.
Şimdi Kongar ve Memiş araştırmasına döneyim. Kongar ve Memiş çalışmalarında evli ve birlikte yaşayanlara bakıyor sadece.
Farklı yaşam evrelerinde eşlerin karşılıksız emek kullanımı (karşılıksız emek – ücretsiz emek - ev işleri ve bakım hizmeti. Farklı yaklaşımlar farklı kavramları benimsiyor). Eşlerin daha çocuk olmadan karşılıksız emeğe ayırdıkları zaman arasındaki fark oldukça açık. Ancak, en büyük fark 0-5 yaş arası çocuğu olanlarda yaşanıyor. 6 saat 49 dakika. Kadınlar 8 saate yakın bir zaman ayırırken erkekler 1 saat civarında kalıyor. Çocuklar biraz büyüyünce, 6-15 yaş arası, farkta biraz da olsa bir düşüş yaşanıyor. 16-25 yaş çocuklu, çocuklar evden gittikten sonra ve 60 yaş üstü çiftlerde 4 saat farkla hayat devam ediyor.
Bu grafikte ise aynı evrelerin istihdam karşılığını görüyoruz. Çocuksuz çiftlerde kadınların istihdamı en yüksek. Çocuk olur olmaz keskin bir düşüş yaşanıyor ve sonrasında o düşüş tekrar toparlanamıyor. Çocuklar biraz büyüse de istihdama dönüş minimal düzeyde kalıyor. Yani kadınların istihdamdan çıkış nedenleri çocuk bakımı.
Bu iki grafikte sundukları durumu Kongar ve Memiş, Türkiye’nin sosyal politika alanında güttüğü refah rejimi bağlamında ele alıyorlar. 2002 sonrası AKP dönemi refah rejimini korporatist-neoliberal a la Turca olarak nitelendiriyorlar. Neoliberal, çünkü Türkiye 80 sonrası dönemi neoliberal politikaları benimseyerek ekonomisini, sosyal politikalarını ve emek piyasası kurallarını bu sistemin şartlarına uydurmak için dönüşümler yaparak geçirdi. Bunları biliyorsunuz zaten.
Korporatist yapılarda, farklı kesimlerin (işçiler, işverenler, çiftçiler, bankalar gibi) temsilcileri devletle aynı masaya oturarak uygulanacak politikaları belirler. Son sözü devletin söylediği, diğer temsilcilerin veto hakkının olmadığı bir sistem. Korporatizm tarih içinde farklılıklar gösteriyor. Örneğin sosyal korporatizm anlayışında, her kesimin temsilcisini memnun eden bir noktada uzlaşmak için çaba sarfedilir. Almanya örnek olarak verilir. Bir de faşist versiyonu var, örnek olarak Mussolini İtalya’sı gösterilir. Kararları devleti ele geçirenin aldığı bir sistem. Siz artık Türkiye’yi nereye isterseniz oturtabilirsiniz.
Refah rejimi a la Turca, çünkü AB’deki, özellikle İtalya gibi Güney Avrupa ülkeleri aile temelli bir refah hizmeti sunarken AB’ye katılmalarıyla daha kamusal Alana önem veren ve toplumsal cinsiyet eşitlikçi bir eğilime girmeye başlamışlardı. Türkiye’nin böyle bir eğilim içinde değil. Hatta birçok alanda geri gitme söz konusu.
Türkiye’nin refah rejimi, refah hizmetlerinin karşılanması açısından merkeze aileyi alıyor ve ailenin içinde de yükü “eş ve anne” olarak nitelendirilen kadınlara yıkıyor. Bu yükü hafifletecek sosyal politika ve iş piyasası düzenlemelerinden hep uzak duruyor. Nasıl kaçtığı ile ilgili bir örnek vereyim.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) 0-5 yaş çocuklar için kreş ve anaokulu açıyor. 628 TL olan hizmet bedelinin sadece 160 TL’sını personelinden alıyor, geri kalan kısmının bütçeden karşılıyor. Yani, çalışanları için kamusal bir hizmet sunuyor. Devletin Sayıştay’ının buna tepkisi şöyle: Çalışanların çocuklarının kreş ve anaokulu ihtiyaçlarının belediye bütçesinden karşılanamayacağı ve İBB’nin kamu zararına sebebiyet verdiğini öne sürerek geçmiş zararın ödenmesine hükmediyor. Kreş ve anaokul kapanıyor ve geçmişte kullananlardan faydalandıkları hizmetin parası maaşlarından kesilmek suretiyle alınmaya başlıyor. Bildiğiniz gibi, çok uzaklarda değil, üniversitemizde de benzer bir durumla karşı karşıyayız. Bakım hizmetine devlet tanımı: kamu zararı. (T24 - 20 Ocak 2018).
Ev işleri ve bakım hizmetinin üstesinden bir şekilde gelinemediği takdirde kadınların istihdama girmesi mümkün değil. Yapılan çalışmalar (TUİK, 2006) 0-5 yaş grubu çocuk olan hanelerin yaklaşık yüzde 90’ında çocuklara anneler bakıyor, ücretli bakım yüzde 2,8 (çocuk bakıcısı veya kreş ve yuva), geri kalanına da büyükanneler ve diğer aile fertleri.
Bu sorunun iş ve özel yaşamın uyumlulaştırılması politikaları ile en azından hafifletilebileceği üzerine araştırmalar mevcut. Örneğin Prof. İpek İlkkaracan’ın değerli çalışmaları var bu konuda. AB ülkelerinde bu konudaki uygulamaların çeşitliliği üzerine birçok çalışma var.
İş-yaşam dengesi politikaları, bakım yükünü erişilebilir kaliteli kreş ve yuva hizmeti ile mümkün olduğunca kamusal alana aktarmayı ve aynı zamanda bakım izinleri (doğum sonrası sadece annelere değil babalara da izin vererek ebeveyn izni uygulamaları ile) ve işgücü piyasası düzenlemeleri aracılığıyla bu yükü, hane içinde kadınlar ve erkekler arasında daha eşit paylaştırmayı hedefleyen politikalar. Ayrıca, Kongar ve Memiş’in söz konusu ettiği ebeveynlerin farklı yaşam evreleri içerisinde, bakım yükümlülüklerinin arttığı belirli dönemlerde, kadın ve erkeğin, ikisinin de çalışma saatlerinin azaltılmasını öngörüyor.
Türkiye’de çocuk bakım hizmeti ile ilgili neredeyse tek zorunluluk 150 ya da daha fazla sayıda kadın çalıştıran özel işletmelerde kreş ve ana-sınıfı açılması. Bu yasa da 1953 yılında çıkarılmış ve sonra bildiğim kadarıyla pek de değişikliğe uğramadan günümüze kadar gelmiş. TÜİK’in 2012 sanayi ve hizmet istatistiklerine göre toplam 2,6 milyon işyerinden yalnızca yüzde 0,5’i 100’den fazla işçi çalıştırmakta. Ayrıca, bu çok az sayıdaki işletmenin çoğu da bu yükümlülüğünü yerine getirmemekte.
İpek İlkkaracan, Mor Ekonomi diye adlandırdığı bir makroekonomik çalışmasında da hükümetin bakım hizmetleri altyapısına yapacağı yatırımın bütçeye bir yük olarak düşünülmemesi gerektiğini; büyüme, istihdam ve yoksulluğa karşı ne kadar önemli sonuçlar doğuracağını gösteriyor.
Yani, kadınları eve bağlayan bakım hizmetini çeşitli politikalarla önemli ölçüde çözmek mümkün.
Buradan istihdama geçeceğim. Türkiye’de kadın istihdamı, yani kadınların işveren, ücret ya da maaşlı, kendi hesabına ya da ücretsiz aile işçisi olarak, (kocaların tarlasında, babalarının bakkalında ücret karşılığı olmadan çalışmaları gibi) son derece düşük. 2016 yılında çalışabilir yaştaki 100 kadından sadece 28’i çalışıyor. Bu artık herkes tarafından bilinen bir gerçek. Türkiye, OECD ülkeleri içinde kadın istihdam oranı en düşük olan ülke. BM istatistiklerine göre de 196 ülke sıralamasında en alttan 23’üncü ülkeyiz. Türkiye ile benzer gelişmişlik düzeyinde olan ülkeler arasında da en düşüklerden.
Bu grafik 1988-2016 yılları arasında kadın erkek istihdam oranındaki (yani istihdamın 15 yaş üstü nüfusa oranındaki) değişimi gösteriyor. 2017 yılı henüz yayınlanmadı, o nedenle yok. Grafiğin üzerinde 3 yerde boşluklar var. O boşluklar, o yıllarda Türkiye İstatistik Kurumu zaman serisinin hesaplanmasını değiştirdiği için uyarı olarak konuldu. Bence çok önemli değil, çünkü trend değerleri görebiliyoruz.
Hem erkek hem kadın istihdam oranları 2000’li yılların başına kadar düşme eğilimi içindeydi. 2000li yılların başından itibaren kadın istihdamında az da olsa artış mevcut. Burada kır-kent ayrımı yok. Kentteki artış göreli olarak burada gördüğünüz eğilimden daha güçlü. Çünkü tarımın çözülmesiyle kırsalda istihdam oranı düşüyor.
Sayılardan gördüğümüz kadarıyla, kadınların yükleri ağır olsa da evden çıkmaya çalışıyorlar. Hep düşük olan kadın istihdamında son 10 küsur yıldır az da olsa artış var. Bu yükseliş çok büyük boyutta olmasa da, görmezden gelebileceğimiz bir dinamik değil. Artış devam eder mi henüz kestirmek mümkün değil.
Genel olarak, üniversite mezunu kadınların istihdama katılımı yüksek, yüzde 60’ın üstünde, lise ve altı eğitim düzeyleri için ise oldukça düşük (yüzde20’ler). Lise ve altı eğitim düzeyindeki evli ve çocuklu kadınların iş piyasasında alabilecekleri ücret ev işleri, çocuk, yaşlı, engelli bakım hizmetlerini piyasadan temin etmenin maliyetinden düşük genellikle. Fayda-maliyet analizi yapıldığında ‘ev kadınlığı’ ağır basıyor.
Burada bir parantez açayım. Hasan Tekgüç, Değer Eryar ve Dilek Cindoğlu Women’s Tertiary Education Masks the Gender Wage Gap in Turkey” (2017), araştırmasında şunu görüyoruz. 2004-2011 yılları arasında kadınların işgücüne katılımı artarken bir yandan da, bila istisna her eğitim düzeyinde, çalışan kadın ve erkekler arasında ücret farklılığı kadınlar aleyhine artıyor. Üniversite eğitimi kadınların gelirlerini artırıyor, ama onları cinsiyet ayrımcılığına uğramaktan kurtarmıyor. Öte yandan, kadınlar ve erkekler arasında genel olarak, yüzde 13 olan ücret farkı, lise ve altı eğitim düzeyinde olanlar için yüzde 24’e çıkıyor ve üniversite mezunları için yüzde 9’a düşüyor. Lise altı düzeyde eğitimi olanların ücret farkı bağlamında daha çok ayrımcılığa uğradığını görüyoruz. Bu zaten istihdama katılımlarına da yansıyor.
Şimdi tekrar istihdama dönüyorum ve sadece 2014-2016 dönemindeki artışa bakacağım. Kadın istihdamında 623 bin, erkek istihdamında 649 bin artış var. Bildiğim kadarıyla bu farkın bu denli az olduğu yıllar daha önce olmadı.
Kadınların da, erkeklerin de istihdam artışının çoğunluğunu üniversite mezunları oluşturuyor.
Bu grafikte işsizlik oranlarındaki değişimi gösteriyor. Kadın ve erkek istihdam oranlarında kadınların aleyhine büyük bir fark varken, işsizlik oranlarında kadınlar bu kez erkeklerin önünde. Ve özellikle 2012 sonrasına baktığımızda, daha önceki yıllarda olmadığı kadar kadın işsizliğinde artış mevcut. Erkek-kadın farkı kadınların aleyhine gittikçe açılıyor. İş aramaya çıkan ama bulamayan kadınların oranı gittikçe artıyor. Şu nedenle de artmış olabilir: kriz dönemlerinde erkekler işsiz kaldığından ya da gelirleri düştüğünden daha önce çalışma eğilimi olmayan kadınlar da iş aramaya başlıyor. Kriz bitince çoğu evlerine geri dönüyor.
İşsizlere geldiğimizde de yine üniversite mezunu olup da iş arayıp bulamayan sayısı oldukça yüksek. Üniversiteli olmak iş bulmanın garantisi değil. Kadınların eğitim düzeyleri yükseldikçe işgücü piyasasına daha fazla katıldığını, ancak emek piyasasının cinsiyetçi yapısına bağlı olarak çalışabilecekleri sektörler ve meslekler sınırlı olduğundan, işsizlikle karşılaşma ihtimalleri erkeklere kıyasla çok daha yüksek. Bir de tabii, son dönemde işsizliğin bu denli artışında KHK’larla atılanların da rol oynadığı düşünülebilir.
Biraz da kadın emeğinin sektörel dağılımına bakalım. 2014-2016 yılları arasında kadın istihdamında en yüksek artışı sağlayan sektörler: Eğitim (203bin), İnsan sağlığı ve sosyal hizmet (142 bin) ve toptan ve perakende ticaret (103 bin). Hem kadınların hem erkeklerin istihdamında başı çeken, hizmet sektörü. 2016 yılında kadınların yüzde 55’i hizmet sektöründe çalışıyor; erkeklerin de yüzde 53’ü. Sanayinin istihdam içindeki payı her iki cins için de ufak bir düşüş göstermekle birlikte durağan.
Türkiye’nin özellikle 2000’li yıllardan başlayarak uluslararası işbölümündeki yeri dönüşüyor; egemen sektörler ve bu sektörlerdeki cinsiyet bileşimleri de değişiyor. Örneğin, egemen sektör olan tarım sektörü hızla çözülürken, uluslararası sermayenin yeni yatırım alanları olan ve kadınların göreli olarak daha çok istihdam edildiği sağlık, bakım ve eğitim sektörü önem kazanıyor.
Kadın istihdamında ücretli/yevmiyeli çalışan kadın oranı yükseliyor.
Kayıtdışı çalışma, oran olarak düşerken mutlak olarak yükselmeye devam ediyor.
İstihdamın artışı kadar işteki koşullar da önemli. İşte kadınların uğradığı ayrımcılık çok farklı biçimler alabiliyor. Birinden zaten bahsettim, aynı niteliğe sahip oldukları koşullarda bile kadın ve erkekler arasındaki ücret farklılığı mevcut.
Buraya kadar sizlere son yıllarda koşullar güç de olsa, işyerlerinde ayrımcılık devam da etse, kadın istihdamının arttığını göstermeye çalıştım.
Şimdi, eğitimli ve profesyonel mesleklere sahip kadınlar çalışma yaşamında nelerle karşılaşıyor, ona bakmak istiyorum. Belki onların koşullarına kulak verirsek daha düşük ücretli ve nitelikli işlerde çalışanların koşullarını da tahmin edebiliriz. Aslında, o konuda da çok değerli çalışmalar var, ama onları aktarmaya zamanım yok maalesef.
Bu kez Forum biçiminde düzenlenen bir toplantıdan kadın hikayeleri sunacağım.
18 Ekim 2015 tarihinde, KEİG (Kadın Emeği ve İstihdamı Girişimi, www.keig.org) ağırlıklı olarak beyaz yakalı kadınlardan oluşan, 35 farklı meslek grubundan yaklaşık 100 kadının katıldığı bir Forum düzenledi. Katılımcılar arasında öğretmen, mimar, mühendis, akademisyen, müfettiş, genel müdür, şehir plancısı, bankacı, tıbbi mümessil, hemşire, ürün müdürü, ihracat uzmanı, yazar, ses sanatçısı, peyzaj mimarı, avukat, sendikacı, çevirmen, yönetmen, doktor gibi kadınlar yer aldı.
Forum’un değerlendirme raporunda da belirtildiği gibi her kademeden ve her sektörden kadını etkileyen ayrımcı uygulamalar çalışma yaşamında oldukça yaygın. Kapitalist patriyarkal sistemin profesyonel mesleklerdeki kadınların iş yaşamlarına nasıl yansıdığını kendi anlatılarından okuyacağım.
Katılımcıların bir diğer önemli konusu da iş/özel yaşam dengesiydi. İşle özel yaşam arasındaki dengeyi sağlamak birçok farklı meslekten kadın için ortak bir sorun alanı. Yüksek performans beklentisi, uzun çalışma saatleri kadınlarda tükenmişlik sendromu, yetersizlik hissi ve öfke yaratırken ilişkilerini de olumsuz etkiliyor.
Anlatılardan ve raporun tümünden şunları anlıyoruz. Kadınlar mesleklerinde başarılı olabilmek için çok çalışıyor, buna karşılık yükselmelerde ayrımcılığa uğruyor, erkeklere göre düşük ücret alıyor, cinsiyetçi tavır ve tacizle karşılaşıyorlar. Sendikalar duyarsız. Kadınları işe çekmekten çok eve doğru ittiren etkenler ağır basıyor.
Kadınların ev işleri ve bakım hizmeti yüklerini gördük. Ev dışı işlerde karşılaştıkları ayrımcılığı, tacizi gördük. Bunlar şimdiye kadar bilinen şeyler. Yeni ne var. Biraz onlara bakalım. Yeni yükler neler?
Biliyoruz, kapitalizm durağan bir yapı değil, kârlılığını artırmak ve sürdürebilirliğini sağlamak amacıyla kendini dönüştürebilen bir sistem. 2. Dünya savaşı sonrası yaygınlaşan Fordist-büyük fabrika üretiminin, ucuz emek ve ucuz girdi bulma arayışında nasıl dönüştüğünü gördük. Üretim parçalara bölündü, ucuz emek ülkelerine taşındı. İnsanlar gittikçe Fordist üretimde olmayan atipik biçimlerde istihdam edilmeye başlandı. İktidarlar, emek piyasaları esnekleşti, üretim ve verimlilik arttı diye sevindi. Bizse, kapitalizmin bu dönüşümünün patriyarkal düzenle kucaklaşmasının kadınlara çıkarılan faturasını deşifre etmeye çalıştık. Şimdi ise, yeni teknolojilerin de yardımıyla, kapitalizm yeniden emek sömürüsünü derinleştirmek için bir fırsat yakalamış gözüküyor. Bu fırsat, bir kez daha patriyarka ile mutlu bir beraberlik yaratmaya doğru hızlı adımlarla ilerliyor sanki.
Biraz önce okuduğum kadın deneyimlerinden gördüğümüz şu ki, iş ve özel yaşam alanlarının sınırları gittikçe ve hızlı bir biçimde ortadan kalkıyor. Yani, mesai saatlerini aşan, özel yaşam zamanına sızan çalışma biçimleriyle karşı karşıyayız. Mesai artık işyerinde bitmiyor. İşyerinde dışarı adımınızı attığınızda özel yaşam diyebileceğiniz bir alana geçemiyorsunuz. İş yakanızı bırakmıyor. Bu sızmayı, belki şimdilik bireysel disiplinle önleyenler olabilir, ama bu önleme ne kadar sürer bilmiyorum. Çalışanlar arasında rekabete dayalı bir sistemde diğerlerine ayak uydurmanız, onlardan daha iyi olmanız gerekiyor.
Burada, bianet’i kurduğu, yaşattığı ve araştırma gazeteciliğinden vaz geçmediği için sevgili Ferhunde’nin arkadaşı Nadire Mater’e sevgilerimi iletiyorum. bianet’te yayınlanan AVM çalışanları ile ilgili bir seriden bir alıntı yapıyorum.
Bu özel zamanın içine sızan kapitalizmin, bir de bu işten para kazandığını görüyoruz. Sizi yaşamınızla ilgili “mindful” yapmak üzere aplikasyonlar satılıyor (aylık üyelik parası alınıyormuş). Mindfullness (bilinçli farkındalık: içinde bulunulan mevcut ana, yargısız olarak, dikkatimizi vermemizden doğan farkındalık hali).
20 dakika çalış 5 dakika dinlen aplikasyonu. Zaman sorunu nedeniyle spor yapamıyorsan, evde spor yapma aplikasyonu ve videoları, bu tür bir yaşamı tükenmişlik sendromuna düşmeden sürdürebilmen için meditasyon aplikasyonları. Amerika’da doktora yapan ve asistan olan öğrencilerimizden öğreniyoruz, üniversiteler asistan verimliliğini artırmak amacıyla günde kaç kez e-postalarına bakacakları konusunda internet erişimi üzerinden kısıt getiriyorlarmış. Aslında günün sonunda yine size gelen tüm mesajları cevaplandırmanız gerekiyor, sadece size bunu nasıl daha verimli olarak yapabileceğiniz öğretiliyor. Sorunun aslına inmeden, yani bir kişi niye bu kadar çok çalışmak zorundadır sorusunu sormadan, verimlilik hesabı yapılıyor.
Ferhunde’nin sevgili öğrencilerinden ABD’de doktora çalışmalarını yürüten Kaner Atakan Türker bu konuda yaptığımız yazışmada şöyle ifade etti, bu konudaki görüşlerini: “Bu dönemin afyonu artık din değil, akıllı telefonlarımız, oradaki uygulamalarımız, ve içinde kaybolduğumuz ve mutlu olduğumuz sanal mekânlarımız.” Bir yandan, durdurulamaz bir sızma hali, diğer taraftan o sızmayı daha da verimli kılmaya ve kâra dönüştüren kapitalizm.
Yükü artıran bir tür emekten daha söz edip konuşmamı sonuçlandıracağım.
Kadınlarda da, erkeklerde de istihdamın yarısından çoğunun hizmet sektöründe olduğunu daha önce söyledim. Hizmet sektöründe üretimin önemli bir kısmı, imalat, tarım ve inşaat gibi sektörlerden farklı bir biçimde tüketici ile buluşulan, birlikte olunan yerde gerçekleşiyor. Yüz yüze insan ilişkisi mevcut. Eğitim, sağlık, perakende satış gibi alanlarda duygusal emek de işin içine giriyor.
2000ler sonrası çok hızlı büyüyen bir hizmet sektörü AVM çalışanları.
Nurcan Özkaplan, Ece Öztan ve Ester Ruben’in 2017 yılında çıkan kitapları AVM’lerin Yorgun Gençleri Tezgahtarlıktan Satış Elemanlığına Emeğin Dönüşümü duygusal ve estetik emeği anlatıyor.
AVM çalışanları arasında öğrenci çalışanların sayısı yüksek; genç emek sömürüsü yaygın. Akışkanlık çok hızlı, 6 aylık sürelerle çalışılıyor. Aslında hırsızlığa karşı yapılmış olan gizli kameralar sadece tüketiciyi değil, satış elemanını da devamlı kontrol altında tutuyor. Duygusal emeğin yoğun kullanıldığı bu sektörde cinsiyetsiz değil, tam tersine, cinsiyet eylemeniz (doing gender) gerekiyor diyor yazarlar değerlendirmelerinde. Ama bu sizin seçtiğiniz ve istediğiniz bir tür cinsiyet eylemeden çok, pazarlanan malın ve markanın gereklerine uygun bir cinsiyet eyleme. Ne olursan ol, kadın, erkek, trans sattığın malı en iyi pazarlayan bir beden ve duygu haline dönüşme. Duyguların ve cinsiyetin firmanın amacı doğrultusunda araçlaştırılması. Duruma göre duyguları bastırma, daha abartılı olarak gösterme veya yapay duygu ifadeleri sergileme. Önemli olan çalışanların ne hissettikleri değil, dışarıya yansıtılması gereken duyguların ne olduğu. Aynı şekilde estetik emek de sarf etmeniz bekleniyor. Fiziksel görünüş ön plana çıkıyor. Performans değerlendirme duygusal ve estetik emeğinizin beklenen kalitesine göre yapılıyor. Kadın ve erkek olmak bir tür performans olarak inşa ediliyor.
Profesyonel mesleklerde çalışan kadınların yaşadıkları ile AVM çalışanlarının deneyimlerini bir arada değerlendirdiğimizde, patriyarkal kapitalizmin yaşamlarımız şekillendirmedeki kudretini görmek korkutucu.
Artık yavaş yavaş sonuca geliyorum. Uzun yıllardır ev iç ve ev dışı yüklerin eşitsiz dağılımından söz ettik. Doğrudur. Çalışmalarda, istatistiklerde gösteriyor. Şimdi ise sanki gittikçe daha artan bir biçimde iş ve özel yaşamın sınırları bulanıklaşıyor, özel yaşam sürekli iş ile yarılan bir hal alıyor. Her an her şey olabilir duygusu ve hazırlığı içinde yaşamak gerekiyor. Özel yaşam, işe bağımlı bir biçimde dizayn ediliyor. Öte yandan, iş, duygularına ve bedenine de nüfuz ediyor. Kendin olmakla, sunduğun malın bedeni ve duyguları olmak arasında gidip gelmekten yorgun düşen bedenler haline geliniyor. Sonuçta, kendimize ayırdığımız zamana, bedenimize ve duygularımıza müdahale gittikçe artıyor.
Ev ve özel yaşam dengesi derken ya da kayıtlı işler istiyoruz derken ya da çalışma saatleri düşsün derken boşa düşüyoruz sanki. Hatta şöyle düşünmeye başladım: Talebimiz doğrultusunda kapitalizm çalışma saatlerini bile düşürebilir. Nasıl olsa gittikçe artan bir hızla tüm yaşamımıza nüfuz etmiş durumda. Artık mesai saatleri 9-17 olacağına 9-16 olabilir. Nasıl olsa, evde çalışmaya devam edilecek.
Bu nedenle, belki artık ev ve özel yaşam dengesini kurmak için politikalar oluşturmanın ötesine geçerek, yaşam-karşıtı değerlerle yaşam-merkezli (yaşam-yanlısı) değerler üzerine kurmalıyız mücadele çerçevemizi. Yaşam derken, kendimiz olmayı, yaşam karşıtı derken bir nevi robot olmayı kastediyorum.
Şimdi yeni politikalar oluşturma zamanı diye düşünüyorum. Duygularımızı, bedenimizi ve zamanımızı bu denli gasp edip paraya, kâra dönüştüren sisteme karşı siyaset oluşturma zamanı. Kapitalizmin patriyarka ile gelgitli ilişkisini yeniden deşifre etme, siyasete dönüştürme zamanı. Dilim döndükçe aktarmaya çalıştığım araştırmalar ve çalışmalar, aslında başımıza halihazırda geleni ve gelecek olanları bağırıyor.
Savaşlar, gittikçe artan eşitsizlikler, eko sistemin çöküşü; emeğimize, bedenimize, duygularımıza, zamanımıza el konulması, tüm bunlar düzgün çalışan bir sistemin sorunları olarak ortaya çıkmış şeyler değil, içinde yaşadığımız kapitalist-patriyarkal sistemin kendisi; sistemin ayakta kalması, sürdürülebilmesi için kendi yarattıkları. Yaşamla, kendimiz olmakla, düğmesine basılıp çalıştırılan bir robot olmak, yani yok olmak arasındaki seçimi yapmakta bize düşüyor. (ŞÖ/HK)