Ortadoğu'da feminist hareketin en güçlü olduğu toplumlardan biri hiç kuşkusuz İran. Günümüz İran'ında kadın hareketi denince ilk akla gelen organizasyonlardan biri, "Eşitlik İçin 1 Milyon İmza" adı altında yürütülen ve İran İslam Cumhuriyeti anayasasında evlenme, boşanma, miras hakkı, siyasi temsil, cezai sorumluluk gibi konulardaki kadınlara yönelik ayrımcılık içeren yasaların değiştirilmesini talep eden imza kampanyası.
Bu kampanyada çalışan onlarca feminist aktivist gözaltına alındı ve bir kısmı (örneğin gazeteci Şiva Nazar Ahari ve üniversite öğrencisi Bahare Hedayat) hâlâ tutuklu. Kampanya çerçevesinde hem değişik şehir ve sosyal gruplardan gelen kadın aktivistler arasındaki dayanışma yükseltiliyor hem de özellikle üniversiteli gençliğe feminist bilinç aşılanıyor.
İran'da da "tek dil-tek millet"
Ancak İran'ın kadın hareketinde genel olarak üzerinde daha az durulan konulardan biri, bu ülkede ezilen uluslara mensup kadınların yaşadıkları ekstra baskı ve problemler.
İran nüfusunun yarısından fazlasını Fars olmayan uluslar yani Azeri Türkleri, Kürtler, Beluçlar, Türkmenler, Araplar ve diğer etnik gruplar oluşturuyor. Ancak 1925'te Rıza Şah'ın Pehlevi Hanedanı'nın kurmasından beri sadece Fars ulusal kimliğine ifade hakkı tanınan bir "tek dil-tek millet" politikası izleniyor. 1979'da İslam devriminin ardından kendini yaşamın her alanında hissettiren cinsel ayrımcılıkla da birleşince bu politikalar İran'da bir Azeri, Kürt ya da Arap kadınını 2. sınıftan da ziyade 4. sınıf vatandaş konumuna düşürüyor.
Hayatın henüz başında, anadilde eğitim hakkının olmaması bu uluslara mensup kızlar için eğitimde başarıyı ve sosyal hayata atılmayı iki kat zorlaştırıyor. Kırsal alanlarda hala Farsça bilmeyen ve bu yüzden "dış dünya"yla bağlantı kurmak için tamamen eşine ve çocuklarına bağımlı olan pek çok kadın var. Bu kadınların 'anne' rolünde yaşadıkları sorunlar da en az bu durum kadar can acıtıcı: Farsça (ve Arapça) dışındaki dillerde isim yasağı (örneğin Azerbaycan Türkçesinde bir kız ismi olan Güneş'in ad olarak konmasının engellenmesi), çocuğun "ana"dilini konuşamamasının anne-çocuk ilişkisinde yarattığı kaçınılmaz kopukluk ve en önemlisi de bu ulusal kimlikleri bastıran devletin, artık isyan eden genç kuşağa uyguladığı baskıya bir anne olarak tanık olmak:
2006'da bir duvara Azerice olarak "Haykırıyorum Ben Türk'üm" ve "Anadilim Türkçe'dir" (İran'daki Azerbaycanlılar, etnik kimliklerini "Azeri" değil "Türk" kelimesiyle ifade ederler) sloganlarını yazarken gözaltına alınan ve götürüldüğü hücrede dövülerek, 24 saat boyunca ayağından tavana asılarak ve aç, susuz bırakılarak işkence edilen 14 yaşındaki M.R. E.'nin annesinin yaşadıkları da böyle bir tanıklık olsa gerek. M.R.E.'ye geçen yıl çıkarıldığı mahkemede toplam 15 ay hapis cezası verildi ve bu nedenle eğitimi yarım kaldı.(1)
Türkiye'de aynı acılar, farklı kimlikler
Türkiye'deki insan hakları aktivistlerinin yakından bildiği üzere, sınırın bu tarafında yıllardır aynı acılar farklı kimliklerde yaşanıyor. Anadil üzerindeki kısıtlamalardan kaynaklanan eğitim, sosyal hayata ve siyasete katılım ve ad yasağı (Adının Kürtçe olması nedeniyle Türkiye'ye girişine izin verilmeyen 7 yaşındaki Welat Dağ'ın yaşadıkları) (2) gibi sorunlar Türkiye'deki Kürt kadınları için de aynen geçerli.
Belki buradaki tek fark, 25 yıldır devam eden iç savaş ortamının Kürt anneleri (ve çocukları) için hayatın yükünü İranlı hemcinslerinden daha da ağır kılması. Şu anda yaşları 9 (dokuz) ile 18 arasında değişen binlerce Kürt çocuğu "polis panzerlerine taş attıkları" suçlamasıyla, üstelik terli olmaları ya da kalplerinin hızlı çarpması dışında "somut bir kanıt" olmadan aylardır Türkiye hapishanelerinde tutuklu.
Bu çocuklar için istenen cezalar bazen kendi yaşlarından bile daha fazla: Aralarında 20,30 hatta 90 yıla kadar hapis cezası istenenler var. Örneğin 16 yaşındaki R.A.K. için 66 yıl hapis istemiyle dava açıldı. 15 yaşındaki B. için ilk celsede verilen 14 yıl hapis cezası ise daha sonra 8 yıla çevrildi. Yani B. 15 yaşında girdiği hapishaneden 23 yaşında çıkacak...
Başbakanın "çocuk da olsa, kadın da olsa gereken yapılır" (3) açıklamasının arkasındaki anlam tam da bu olsa gerek. Söz Kürt çocuklarından açılınca geçen yıl Lice'de yaşamını yitiren Ceylan Önkol'u anımsamamak imkansız: Köyde hayvan otlatırken bir askeri karakoldan atılan mermiyle parçalanarak ölen 13 yaşındaki Ceylan evden çıkarken annesine "makarna pişir de, dönünce yiyeyim" demişti, ama ne yazık ki bu onların en son konuşması oldu...
Savcı can güvenliğinin olmamasını bahane ederek olay yerine gitmeyince annesi, kızının cesedinin parçalarını eteğine toplayarak karakola taşımak zorunda kaldı: "Açtım örtüyü. Bağırsakları ve ciğerleri yerdeydi. Kendi ellerimle ciğerlerini topladım. Eteğime koydum ciğer parçalarını." Ve soruyor: "Kızımın suçu neydi? "Niye bizi sahiplenen olmadı? Niye bizim acımızı kimse paylaşmadı? Biz ikinci sınıf vatandaş mıyız?" (4)
Sonuçta kadınlara yönelik hak ihlallerinin "namus" kisvesi altında adeta norm haline geldiği bu coğrafyada, işin içine şovenizm ve devlet şiddeti de girince bu tür trajik hikayeler halkların gündelik yaşamının bir parçası haline gelebiliyor. Siyaset ve diploması eliyle devletler tarafından oluşturulan sahte kimlikler bir tarafa bırakılırsa ezilen ulusların, ezilen cinsleri olan kadınların aslında ne kadar benzer şeyler yaşadıkları kolayca görülüyor. Bu anlamda, konuşulan diller ne kadar farklı ve aradaki sınırlar ne kadar keskin olursa olsun çekilen acı ortak. (SZ/TK)
(1) M.R.A.'yla ilgili haber.
(2) İsmi Welat olan çocuk Türkiye'ye giremedi.
(3) Çocuk da, kadın da olsa gereken müdahale yapılır.
(4) Ceylan'ın annesi: "Önce tuhaf bir hırıltı oldu..."