Hergün sabahın ilk ışıklarıyla, bazı günler lacivert gökyüzünde, yıldız yağmuru altında, gün doğmadan sırtınızda çantanız, yola koyulduğunuz bir yolculuk düşünün.
Kentlerin keşmekeşinden uzakta, doğayla baş başa patika yolları adımlarken, kah bir dağın doruğunda, kah bir ağaç gölgesinde, kah bir akarsuyun kenarında soluklanırken yorgunluk mu ağır basar, yoksa yolculuğun güzelliği mi?
Yoksa yol boyunca gördüklerinizin, duyduklarınızın ve yaşadıklarınızın hayatınıza kattıkları mı?
Santiago yürüyüşü öncesinde birisi kilometrelerce yürümek üzerine fikrimi sorsaydı, büyük bir ihtimalle hergün güneş altında kilometrelerce yürümenin zorluklarını öne çıkarır ve anında itiraz ederdim.
Üstelik yaşım ve sağlık sorunlarımla da itirazımı desteklerdim.
Şimdi, Santiago Yolu’nu yürüdükten sonra, bu yürüyüşün oğlum Akocan’la birlikte bizim için taşıdığı özel anlam bir yana kesinlikle olanağı olan herkesin bu türden yolculuklara çıkmasını, özel olarak da Santiago Yolu’nu yürümelerini önerirdim.
Yolculuğun başlangıç noktasında bize verdikleri plana göre, tam 34 yerde konaklanıyor.
Günlük yürüme mesafesini 15 km.’den az olmamak kaydıyla kendiniz belirliyorsunuz.
Biz Akocan’la Pireneler’i aştığımız ilk gün güzergah üzerinde konaklama yeri olmadığı için mecburen 29 km yürüdük.
Günde 23-25 kilometre yürüdük
Sonraki günlerde ortalama 23-25 km. arası yol katettik.
Her yürüyüşçü bunu günlük yürümek istediği kilometreye göre rahatlıkla saptayıp, tercih edebilir.
Güzergahla ilgili verilen planda, belirlenen konaklama yerlerinin dışında yol güzergahı üzerinde şu an gerçekten sayısını hatırlayamayacağım bir çok kasaba, köy ve kentten geçtik.
Bu yürüyüşte Pireneler’den sonra ulaştığımız en yüksek nokta, 1500 metre yükseklikteki Rabanal del Camino idi.
O gün yolumuz uzun olduğu ve doruktaki tek alberge olduğu için Akocan hızlı yürüyerek önden gitti.
Bütün gün tırmandıktan sonra dağın doruğundaki bu doğa harikası yere ulaştığımda, Akocan’ı aradım.
Bir saati aşkın bir süredir kuyrukta kayıt yaptırmak için bekliyordu.
Albergenin girişinden aşağı doğru uzayan kuruğu görünce, Akocan’ı önden göndermekle isabetli davrandığımızı düşündüm.
İşlemleri yaptırdıktan sonra o müthiş manzarayı doyasıya yaşamak için kendimizi dışarı attık...
Göz alabildiğine önümüzde uzanan yeşilin neredeyse her tonunun olduğu, dağları birleştiren vadiler bir doğa harikası Rabanal del Camino dağın doruğunda, turistik bir köy görünümündeydi.
Böyle bir yerde arada bir yaptığımız gibi Akocan’la kendimize ziyafet çekmeye karar verdik.
Başımızın bulutlara yaklaştığı her durumda, Gebze Hapishanesi’ndeki mapusdaşlarım aklıma geldi...
O zamanlar 18 yıllık, şimdilerde ise tutsaklığının 20 yılını geride bırakmış Gülazer’la yaptığım röportajda özlemle anlattığı geceler boyunca yaptıkları yürüyüşler, insanın başının bulutlara değecekmiş gibi yükseklere tırmanmasının, göz alabildiğine doğayı seyretmenin yarattığı özgürlük duygusunun nasıl bir şey olduğunu yaşadım...
Şanssızlık bu ya!
Birgün önce Akocan gitarının keyzini çimenlerin üzerine bırakmıştı.
Gitarı ben taşıdığım için, o gün gün boyu omuzlarıma musallat olan kaşıntıdan kurtulamadım.
Dorukta ne bir eczane, ne de sağlık ocağı diyebileceğimiz bir yer mevcut olmadığı için, ancak Alouvera bitkisinden yapılan ve kaşıntıya iyi gelen bir krem bulabildim.
Ama o gün sabaha kadar ne krem yardım etti, ne de başka bir şey ve resmen sabahladım.
Saat 05.00’de Akocan’ı uyandırdım beni hastaneye götürmesi için.
Hızla toparlanıp, 06.00’da en yakın kente gidecek olan otobüse yetiştik.
Böcek ısırmasından alerji olmuşum.
Hemen bir iğne yaptılar, bir kaç gün düzenli kullanmam için ilaç yazdı doktor.
İğneden bir süre sonra kendime geldim...
Burada bir parantez açıp, böyle bir geziye katılmak isteyenler için küçük bir bilgiyi paylaşmak istiyorum.
Yolculuğa çıkmadan önce mutlaka seyhat sigortası yaptırmak gerekiyor.
Bunun için ödenmesi gereken para çok büyük değil, ancak her hangi bir sağlık sorununda hastaneye gidildiğinde ücretsiz sağlık hizmeti almak için şart.
Bir kere huylanmıştım...
Yerleştiğimiz albergede uyku tulumları dahil, bütün çamaşırları çamaşır makinesine attıktan sonra içim ancak rahat etti.
Daha sonraki günlerde gördüm ki, böcek ısırmasının tek mağduru ben değilmişim.
Böcek tarafından ısırılmış tecrübeli biri olarak, her böcek mağdurunu gördüğümde hemen ilacı çıkarıp en yakın eczaneden almaları tavsiyesinde bulundum...
Astorga’da Roma Festivali
Özel olarak ayarlamak isteseydik, bu kadar tutturabilir miydik, bilemiyorum.
Yol boyunca konakladığımız bir çok kentte festivaller olması, yolculuğumuza bir başka renk kattı.
Festivallerden en ilginci bizim için Astorga’daki Roma Festivali oldu.
Roma İmparatorluğu’nda yaşayan halkların tümü bu festivalde giysileriyle sembolize edilmişti.
İnsan bir an kendini topluluğun ortasında zaman tünelindeymiş gibi hissedebiliyor.
Akşam üzeri Astorga meydanında toplanan izleyiciler, bandolar eşliğinde bayrakları ve tarihi giysileriyle alandaki yerlerini alan toplulukları “Sezar ve Kleopatra” Saray’ın (Belediye Binası’nın) balkonundan halkları selamladıktan sonra, meşaleli yürüyüş başladı.
Bu arada ben fotoğraf ve video çekmeye çalışırken, Akocan arkamdan sesleniyor, “anne kral ve kraliçeyi çek” diye...
Kentin ana caddesini bir baştan öbür başa yürüyerek geçen festivalciler, o akşam geç saatlere kadar eğlenecekleri sazdan yapılmış kulübelerine dağıldıklarında artık akşam karanlığı iyice bastırmış ve etrafı aydınlatan meşalelerle, kendimizi “Roma İmpatarotrluğu”nun bahçesinde bulmuştuk.
Aslında gecenin geç saatlerine kadar festival meydanında kalmak vardı ama, akşam 23.00’de albergenin kapısı kapatılacağı için, o şenlikli meydandan ayrılmak zorunda kaldık.
Ertesi gün sabah gün doğmadan yeniden bir başka güzelliğe doğru yola koyulduk...
Haftaya Santiago ve dünyanın sonu dedikleri sisler ülkesi Fisterra ile yazı dizisini noktalayacağım. (FE/HK)