Haziran direnişlerini başlatan Gezi Parkı isyanının üzerinden koskocaman bir yıl geçti.
Gezi direnişini biricik kılan, 2009’dan itibaren dünyayı sarsan özgürlük ve adalet taleplerinin hem bir parçası olması, hem de Türkiye’nin sosyo-politik tarihinde eşi görülmemiş bir kolektif eylemlilik tecrübesini kendi öz dinamikleri ile inşa edebilmesiydi. Tüm bileşenlerin kendi sözlerini söyleyebildiği, kendi olarak var olabildiği, karnavalla zulmü, umutla hayalkırıklığını beraber yaşadığı bir dönüm noktasıydı. Böylesine büyük bir toplumsal başkaldırış hakkında konuşmamak, tartışmamak mümkün değildi. Hal böyle olunca geçtiğimiz bir yıl boyunca Gezi ve etkileri üzerine bir dizi politik ve sosyolojik analiz ve siyasal çıkarsama yaptık; özne tanımları, kitlenin niceliksel özellikleri, eylemlilik biçimleri, direnişi sürdürme metotları üzerine konuştuk. Forumları birer doğrudan demokrasi pratiği olarak değerlendirdik ve tartışmalarımızı mahallelere taşıdık.
Gezi’nin “ne” olduğuna dair yorumların çeşitliliği, aslında bizatihi isyan hareketinin heterojenliğinin de kaçınılmaz bir yansımasıydı. Herkes kendi politik konumuna ve kavrayışına göre Gezi’ye bir isim taktı; kimimiz ayaklanma, kimimiz isyan, kimimiz ise direniş demeyi tercih etti. Kimimiz “öncü” işçi sınıfı aradı, kimimiz prekarya’ya işaret etti, kimimiz “Kürtler nerede” diye sormaktan usanmadı. Kimimiz için yeryüzü sofraları, devrim müzesi, çapulcu cafe, gezi kütüphanesi birinci derecede önemliydi; kimimiz için barikatlar, sapanlı teyze, direnen çocuklar… Fakat hepimizin üzerinde birleştiği bir nokta vardı ki o da isyan ve direnişin ceberut bir iktidara karşı gerçekleştirilmiş, çok katmanlı, çok boyutlu, çok bileşenli kolektif bir eylem olmasıydı. Bugün en azından her bileşenin, Gezi’yi Gezi kılan asli ve vazgeçilmez bir unsur olduğunu teslim ediyoruz gibi geliyor bana.
31 Mayıs’a dair sorular
Gezi’nin birinci yılında sokağa çıkmak anlamlı mı?
Birileri “takvim solculuğu” mu yapıyor?
Kendini ispat etmek ya da varlığını göstermek isteyen politik gruplar yıldönümünü bahane mi ediyor? Yoksa evde oturup iktidarı şaşırtmalı mı?
Bu sorular ve çok daha fazlası son bir haftadır dolaşımda. Bu ve benzeri soruların niyetini tartışmak ya da bu niyetin iyicil ve kötücül yanlarını saptamak değil önemli olan. Ancak soruların gündemde olmasına sebebiyet veren yakın tarihli bir dizi gelişmeyi hatırlamak ve bunların 31 Mayıs ile aynı analitik çerçevede değerlendirilip değerlendirilemeyeceğini tartışmak kıymetli. Bunların ilki 30 Mart yerel seçimlerinde AKP’nin büyük bir siyasi düşüş yaşamaması. 17 Aralık süreci sonrasında AKP’nin ayakta kalması, muhalif kesimlerin kayda değer bir çoğunluğunu umutsuzluğa sürükledi. Hâlbuki 17 Aralık soruşturması ile Haziran direnişleri aynı politik hattın bir parçası değildi hatta varoluşsal zeminleri birbirine zıttı. Direniş tabandan gelen bir başkaldırışken, 17 Aralık “yukarıdan” gelen bir operasyondu ve iktidarın son kertede işine yaradı. İkincisi ise 1 Mayıs sırasındaki abluka karşısında kitlelerin görece erken havlu atmasıydı. Ancak Gezi direnişi ile 1 Mayıs’ın kesişim kümesi olmasına rağmen aynı tabanın politik eylemliliği olmadığı aşikârdı. Üstüne üstlük bir kabullenilmişlik ve umutsuzluk atmosferi içinde 1 Mayıs’a gidilmişti. Tüm bunlara Soma katliamı eklendi, Soma’da yaşananlar sonrasında protestolara rağmen iktidar kanadında istifa dahi yaşanmaması “ne yapsak sonuç alamıyoruz” ruh halini besledi.
Özetle, yukarıda bahsettiğim soruların bir kısmına karşılık gelen olgusal örnekler, 31 Mayıs ile değil doğrudan vurucu netice almak için eylem ve böyle olmadığında eylemi değersizleştirme çerçevesi içinde düşünülebilir. Bu elbette bir tercihtir ama doğrudan 31 Mayıs’ı değil daha genel bir muhasebenin ya da tartışmanın parçasıdır.
Öncelikle 31 Mayıs’ın basit bir takvim hesabı olmadığının altını çizerek başlayayım. Gezi direnişinin fitili yakan, demokrasiyi çoğunlukçuluğa indirgeyen otoriter hükmetme tarzı halen varlığını muhafaza ediyor. Direnişin üzerine inşa edildiği politik ve vicdani hat yerli yerinde. Özgürlük-mekân/ekoloji-adalet taleplerimiz çok daha yakıcı bir biçimde gündemi sarsmaya sürdürüyor. Çünkü iktidarın ve onunla bütünleşik entelijansiyanın muhalif politik özneleri ve tüm toplumu korkutma ve yıldırma üzerine kurduğu siyasal düzen, bir yandan bürokratik – yasal zemindeki düzenlemelerle diğer yandan da söylemsel – sembolik eksende yeniden üretiliyor.
Şehirlerin merkezleri gündeliğe yedirilmiş bir olağanüstü hal rejimi içinde en küçük çaptaki eylemi dahi “ulusal tehdit” ile özdeş gören bir zihniyet tarafından kuşatılıyor; doğal alanlarımız, maden ocaklarına ve turizm şirketlerine verilen izinlerle geriye dönülemez bir çevre felaketine sürükleniyor. İktidar odaklı klientalist ağlar üretim-tüketim ilişkisini tümden yandaşlığa endeksleyerek sosyal adalet kavramını öldürüyor.
Tüm bunların ötesinde her şeye müdahale eden, sürekli azarlayan, had bildiren ebeveyn dili ile hükmeden bir siyasal otorite ve onun emrinde ya da etkisinde güçlenen, her an para-militer güçlere dönüşebilecek sokak güçleri de yaşam alanlarımızı sarıyor. Bu betimlemede oydaşanlar için 31 Mayıs bir kez daha iktidara “dur” deme fırsatı.
Neden 31 Mayıs’ta Taksim’deyim
31 Mayıs’ta salt sokağa çıkmak için sokağa çıkmayan, tıpkı bir yıl önce olduğu gibi siyasetin kanallarını genişletmek ve özgürlüğe, adalete, çevreye sahip çıkmak için sesini yükseltmek isteyen öznelerin çığlığı duyulacak. Hunharca can alan, adlığı canlara “ölmüştür geçmiştir” diyebilen, yaslı anneleri yuhalatan, katilleri koruyan, özgürlük talep edenlere, yaşam alanlarını korumak isteyenlere saldıran, Alevileri mezhepçi bir dille Sünni tabanı sıkı tutmak için aşağılayan bir iktidara böyle siyaset olmaz demek için sesimizi yükselteceğiz.
Elbette orta ve uzun vadede özgürlükten ve emekten yanan politik muhalefetin ajandası 31 Mayıs’a indirgenemez.
Elbette baskı ve tahakküm biçimlerine karşı çıkacak gevşek, çok merkezli, etkin yapılar ve kurumsallaşmalar üzerine düşünülmeli.
Elbette sadece eleştirmek üzere değil inşa etmek ve alternatifi göstermek amacıyla eşgüdüm mekanizmaları ve birleşik muhalefet arayışları devam etmeli.
Sivil itaatsizlik biçimleri, sarsıcı ama barışçıl eylemler, direnişin gündelik hayata yayılması elbette önceliklerimiz olmalı Ancak 31 Mayıs, tüm bunların ötesinde bir onur ve vicdan mücadelesidir. Tüm bu tartışmalar sürerken de 31 Mayıs adalet talebini kitleselleştirebilir. Eğer bir yıl önce olduğu gibi sinizme kapılmadan, inatla ve ısrarla, kitleler halinde taleplerimizi yineleyebiliyorsak o zaman bunca zorlu gün boşuna geçmemiş demektir. Ben kendi adıma 31 Mayıs’ta Ali İsmail için Abdullah Cömert için, Berkin Elvan için ve hayatını kaybeden tüm kardeşlerim için olduğum gibi, bayraksız, flamasız sadece çiçeklerimle Taksim’de yerimi alacağım… Varsın ablukaya alsınlar TOMA’larıyla, çevik kuvvetleriyle Taksim’i; Gezi bir yıldır hiç olmadığı kadar halkların. Ve biliyorum ki 31 Mayıs bir yıldönümünden çok öte… (GGÖ/HK)