Duygu Asena'nın Kadının Adı Yok kitabı 1986 sonunda yayınlandı. İpek Çalışlar'ın Duygu'nun gidişi ertesinde Temmuz 2006'da Radikal İki'de yayınlanan "20 Yıl Sonra Kadının Adı Yok" yazısını, bu kez "30 Yıl Sonra Kadının Adı Yok" başlığıyla yayımlıyoruz. Neler değişti? Atıf Yılmaz, Kadının Adı Yok'un 1988'de filmini çekti; Hale Soygazi, Şahika Tekand, Aytaç Arman, Tarık Tarcan oynadılar. Merhaba Duygu!
20 Yıl Sonra Kadının Adı Yok
“Kadının Adı Yok” bütün dünya kadınlarının durumunu ifade eden kısa ama çok büyük bir cümle. Duygu Asena imzalı bir kitap olarak önümüze çıktığı gün pek de kıymetini bilememiştik.
20 yıl önceydi… Duygu ile birlikte Gelişim Yayınları’nda çalışıyorduk. Bir gün Ercan Arıklı hepimize nispet vermek istercesine elinde pembe kapaklı bir kitapla gelmişti. Üzerinde “Kadının adı Yok” Duygu Asena yazıyordu kitabın. Ercan Bey biz Nokta’cılara, yani Ayşim Alpman’a, Ayşenur Aslan’a, Tuğrul Eryılmaz’a, Güldal Kızıldemir’e, Haluk Şahin’e, Hilmi Yavuz’a, Gülay Göktürk’e, Dürrin Ababay’a, Neyyire Özkan’a, Nadire Mater’e şöyle demişti:
“Kıskanacaksınız, Duygu ilk kitabını yazdı ve bu kitap çok satacak.”
Kadınca dergisi için sabahtan akşama kadar masasında çalışan Duygu ne zaman vakit bulmuş da kitap yazmış diye hepimiz ikirciklenmiştik. Hatta Hilmi Yavuz, kapaktaki Duygu Asena ismi ‘sahte mi’ diye tırnağıyla kazıma denemesine bile girişmişti. Keşke ilk andan kıskansaydık Duygu’yu. Bizler daha ziyade kitabı “kadınlara mahsus hafif bir anı kitap kategorisinde” sayıp çok da önemsememiştik. Halbuki bir feminist manifesto yazmıştı Duygu. Bizler durumu yavaş yavaş kavrayacaktık.
“Kadının Adı Yok” çıktığı günlerde kadın hakları kavgası verenlerimiz acaba bu kitaba daha farklı mı yaklaşmışlardı? Kitaptaki kadın bakış açısını irdeleyen yazılar yazmışlar mıydı? Bu sorunun yanıtı için arşivlere girmedim. Zira kitabın çıktığı yıllarda Duygu’nun manifestosunu ciddiye alıp yorumlayanların sayısı hiç kalabalık değildi. Kız kardeşi İnci Asena’ya da sordum, o da aynı şeyi söyledi.
Duygu için ölümünün ardından AKM’de düzenlediğimiz uğurlama töreninde Şirin Tekeli, “Kadının Adı Yok” bir feminizmin manifestoydu değerlendirmesini yapınca pek çoğumuz “Ne iyi etti de bu değerlendirmeyi yaptı” diye düşünmekten kendimizi alamadık. Bir usta, bir başka ustayı onaylıyordu yüzlerce kişinin önünde. Duygu sarı güllerle bezenmiş tabutunun içinde sahnede yatıyordu. Aramızdayken onu mahrum ettiğimiz bu saptamayı ne yazık ki duymuyordu.
Gecikmiş bir yazı
“Kadının Adı Yok”u yayımlanmasından 20 yıl sonra yeniden elime aldım ve altını çize çize, sindire sindire okudum.
Duygu bu kitapta kendisine çok benzeyen bir kadını anlatmıştı. Daha okula başlamadan babasının sıkı namus denetimine girmiş iki kız kardeşin dünyasıyla başlamıştı kitabına.
Babasıyla yaşadığı gerginlikleri aktarırken bütün kadınlara tercümanlık ediyordu:
“Babamın oğlanları sevmediğini, kızları sevdiğini biliyorum, ama bunun neden böyle olduğunu bilemiyorum, çünkü babamın kendisi de oğlan!”
Kitaptaki baba, karısına sokağa çıkmadan önce hesap sormaktaydı:
“Nereye gidiyorsun, kaçta geleceksin, kaç lira harcadın?”
Duygu annesinin, bu soruları babasına bir gün bile sormadığını fark etmişti.
Annesiyle babası seviştiklerinde, annesinden hiç keyifli sesler yükselmediğini de…
Memeleri çıkmaya başlayınca duvarlar içine hapsedilen iki kız kardeşin kararan dünyası bir türlü aydınlanmıyordu. Kaldı ki, oğlanlarla konuştukları için kızlarını döven babalar da vardı yakın çevrelerinde.
Adeta babalar için yazılmış
Duygu’nun kitabı babalar için bir yüzleşme kitabıydı. Onun anlattığı babaya benzemeyen kaç baba var diye düşünmeden edemedim. Bütün tedbirleri kızlarının kendi cinslerine mesafeli davranması için alan babalar acaba yaptıklarının farkında mıydılar? Çok iki yüzlü davranmıyorlar mıydı? Yumuşak babaların politikası sert babalara göre daha mı az yıkıcıydı? “Ben kızıma güveniyorum, bu yüzden…!” diyen seslerine bir kulak verseler ne denli saçma konuştuklarını acaba anlayabilecek noktaya gelebilecekler miydi?
Kızlarını erkeklerden uzak tutmayı temel mesele olarak gören, bu konuda eşleriyle ve okul müdürleriyle işbirliği içinde olan babaları Duygu kitabında muhteşem bir biçimde teşhir etmişti. Erkek egemen topluluklarda bu egemenliğin aile içinde nasıl adım adım inşa edildiğini de bir mimar gibi anlatmıştı.
“Kadının Adı Yok”daki Baba, iki kızının da üniversiteye gitmesine itirazı olan bir baba idi. Kitabın tamamen otobiyografik olduğunu söylemek yanlış olacak ama, “Kadının Adı Yok”taki baba Duygu’nun babasına her bakımdan çok benziyordu.
Büyük kız, üniversite sınavına girmesine karşı çıkan babasına kafa tutarken şöyle diyordu:
“Baba, bak kartlarımız burada, bizi eve zincirleyecek değilsin ya, gireceğiz, eğer bir izin verme, evden kaçacağım, haberin olsun!”
Hiç beklemediği bir tepkiyle karşılaşan baba sadece gülüyor ve “Nasılsa kazanamayacaksın, kazanırsan da bitiremeyeceksin” demekle yetiniyordu.
İsyancı kız üniversite sınavına gerilla edasıyla girmiş ve elbette kazanmıştı. Tabii bu arada kendisine ve kız kardeşine yasaklanan gönül maceralarından da geri durmamıştı. Ancak hayatının ikinci penceresini açtığında bu kez de birlikte olduğu erkeklerin kadını aşağılayan görüşlerini keşfedecekti:
“Erkekler ilk olmak isterler, ilk ve tek, yalnız onu tanısın, başkalarını bilmesin, en iyi o sansın isterler… Onların zevk almaları gerek, biz almamalıyız, biz yalnızca onlara zevk vermeliyiz, verirken de damgalanmamalı, itilip kakılmalıyız. “
Duygu hayatımızdaki kara noktaları tek tek suratımıza vururken şu saptamayı da yapmıştı:
“…insanlar pardon bayanlar ikiye ayrılırlar: kadınlar ve kızlar. Genellikle evli olanlara kadın denir ama, evlenmeden kadınlığa ulaşanlar da çok iyi bilinir… Onlar aile içinde genç kızdırlar ama, kendi arkadaş çevrelerinde, ‘o kadındır biliyor musun’ diye dehşetle ve de tiksintiyle anılırlar. Bütün erkekler kadın diye bilinen o dişi genç kızın peşindedirler, onunlar yatmaktır bütün amaçları…”
Duygu’nun kahramanı evlenecek sonra da işe girecekti. Evlilikteki ve iş yaşamındaki erkek egemen ortam soluk almaya el vermeyecekti. Adı olmayan kadın, (gerçekten de kitap boyunca, anlattığı önemli kadınlara, kendisine, kız kardeşine ve annesine isim takmamış Duygu) erkeklerin dünyasında yaşayan boynu bükük kadınlar adına isyan ediyordu hep. Ama isyanını genelde küçümsüyordu, hayalinde daha fazlası vardı; aklından her geçeni söylemek istiyordu.
“Bütün bu içimden geçenleri, bir gün dışımdan geçiriversem ne olur diye öyle merak” ediyordu ki…
Kürtajı da çok teşhir edici bir tonda anlatmıştı Duygu. Doktorları, hemşireleri, spiralleri metalik bir gerçekçilik içinde aktarmıştı. Kocasının kendisine söylediği bir söz vardı, pek çok beraberlikte tekrarlanan:
“Hani sen ilk gebe kaldığında o çocuğu istemiştin, ben daha genciz demiştim, aldırmıştık, yine…”
Aklından geçirip de yüksek sesle ifade etmediği sözler şöyleydi aslında:
“Aldırmamıştık Gürkan, aldırmıştım. O çocuğu ben isterken, senin dediğin olmuştu erkeksin diye.”
Kararı da birlikte vermemişlerdi, ameliyat masasına da birlikte yatmamışlardı. Çoğul kullanılan “aldırmıştık” fiili gerçekten pek çok kadına çuvaldız gibi battığı halde belki de ilk kez Duygu’nun tercümanlığıyla karşı tarafa ulaşmış oluyor.
Patron ona “yavrum” demişti ama…
Kendisini işe kabul ettiğini haber veren patron ona “yavrum” deyip maaşın adını koymadığında “Maaşım kaç peki pis herif, yavrun batsın, kaça alıyorsun beni işe” demek istemişti.
İşe başladıktan birkaç hafta sonra da kendisiyle aynı anda işe alınan iki erkeğe daha fazla maaş ödeneceğini öğrenivermişti.
Duygu’nun kahramanı (aynen Duygu gibi) işyerinde evli bir erkeğe aşık olmuştu. Evli bir erkek işyerinde evli bir kadınla ilişki kurduğunda başına bir şey gelmezken o kendisini kapının önünde buluvermişti. Bu olay Duygu’nun gerçek yaşamında da başına gelmiş ve onda büyük iz bırakmıştı.
Duygu’nun kahramanı, yaşamdaki eşitsizlikleri gördükçe kuvvetleniyordu. Doğum günü kutlamasında kestiği pastadan ilk dilimi kendisine ayırmıştı. Çünkü, en çok kendisini seviyordu.
“Kadının Adı Yok” yayınlanalı tam 20 yıl oldu. Bir şeyler değişti elbette. Ama daha değişmesi gereken çok şey var… Duygu’cum, demokrasi, özgürlük ve kadın-erkek eşitliği için yazdığın her satırın kıymetini bileceğiz. Rol modeli olarak genç kadınlara ve gazetecilere sanırım daha yıllarca sesleneceksin. Çünkü sen ileriyi görerek kullandın kalemini. (İÇ/NM)
Duygu Asena'nın Kadının Adı Yok adlı eseri 1986 yılı Aralık ayında basıldı. Yani 30 yıl önce. Bir yıl içinde kırk baskı yaptı. Bu önemli bir rekordu. 1988 yılı Nisan ayında “Başbakanlık Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu” kitabı küçüklere zararlı yayın ilan etti. Poşette satılmasına karar verildi. Bunun anlamı şuydu. Kitap, sayfalarının açılmasını engelleyecek bir poşetin içinde satılabilecek ve üzerine “18 yaşından küçüklere zararlıdır” sözleri yazılacaktı. Ancak Duygu Asena bunu kabul etmedi. Dava açtı. Kadının Adı Yok müstehcen kategorisinden yasak kitapların arasına girmiş, satışı da durdurulmuştu. Yargılama süresince, iki yıl boyunca kitap uykuya yatırıldı, dava 1991 yılında sonuçlandı. Kadının Adı Yok masumiyetine kavuşmuş, kitabın yayımına mahkeme kararıyla yeniden izin verilmişti. |