İstanbul 35. Ağır Ceza Mahkemesi Büyükada'da gözaltına alınan ve 113 gün sonra ilk kez hakim karşısına çıkan Günal Kurşun, İlknur Üstün, İdil Eser, Nalan Erkem, Peter Steudtner, Özlem Dalkıran, Ali Garawi ve Veli Acu'nun tahliyesine karar verdi. Özlem Dalkıran'ın 25 Ekim 2017'de görülen bu duruşmada verdiği beyanı yayınlıyoruz. |
Üç aydan uzun süredir özgürlüğümden mahrum bırakıldım. Neden, bilmiyorum. Elime ulaştığından beri, iddianameyi defalarca okudum. Yine de, bir grup hak savunucusunun, bilgilerini artırmak için biraraya geldiği bir atölye çalışması, nasıl oldu da “silahlı terör örgütüne yardım etmek” suçlamasına yol açtı, henüz çözemedim.
Hayatın bir ironisi olsa gerek. Stresle nasıl baş edebileceğimizi öğrenmek için biraraya gelmiştik. Şimdiyse yoğun stresle geçen, yüz günü aşkın bir tutukluluk süreci yaşıyoruz, haksız yere alıkonmanın verdiği bir stres içindeyiz. Üstelik neden buradayız, bilmiyorum.
Bildiğim bir şey var ama. Yaklaşık 30 yıldır insan hakları için mücadele ediyorum. Çalışmalarımın odağında hep hak, hukuk, adalet ve barış oldu. Hakların herkes için olduğunu savundum, şiddete karşı oldum. Bu yüzden, hakkımdaki “silahlı terör örgütüne yardım etme” suçlamasını reddediyorum. Bu suçlama, hayatımı üzerine inşa ettiğim değerlerle, var oluşumla taban tabana zıttır.
Verilerin korunması ve stresle baş etme yollarını öğrenmek için düzenlediğimiz atölye çalışmasından, 11 kişinin yargılandığı bugüne gelme sebebimizin bir “ihbar” olduğu söyleniyor. Muhbir de söylemiş zaten: “gizli” olduğu iddia edilen toplantının, açık tutulan kapısı önünde beş dakika geçirmiş. Bu sürede, neredeyse yarım saat içinde konuşabilecek kadar çok şey duymuş; yetmemiş içerideki beş altı kişiyi detaylı tarif edecek kadar da bakmış. Öyle iddia ediyor! Bu iddia için ancak şu denebilir: Bizim “dijital verileri nasıl kaybetmeyiz”, “belgelerimizi saldırılardan nasıl koruruz” gibi endişelerimizi, kendi duyduğu kadarıyla ve belli ki önyargılarıyla besleyerek böyle bir senaryo üretmiş. Ya da önceden planlanmış bir komplonun kurbanıyız, bilmiyorum. Ne de olsa, henüz kimseyle görüşememişken, avukatlarımızın nerede olduğumuza, neden alındığımıza dair bile bilgileri yokken, bazı gazeteler hakkımızda büyük senaryolar oluşturmaya başlamış, bizlerden “casus” üretmişti bile.
Dolayısıyla, aslında neyle suçlanıyoruz ve bu suçlamanın dayanağı ne; bilmiyorum. Duyuru yapmadan toplandığımız için mi, söylemediğimiz sözler için mi, yoksa medyada yaratılan izlenimi desteklemek için mi? Bilmiyorum.
Uzun ve birbirine bağlanmayan devrik cümleler sebebiyle anlamakta zorlansam da; iddianamede yer aldığı sırayla hakkımdaki iddialara yanıt vereceğim. Bunu yapmadan önce, burada yargılananların kim olduğuna ilişkin birkaç cümle söylemek isterim. Belki böylece tüm bu iddiaları çürütecek bağlamı, zemini kurabiliriz.
Mesleklerimiz ne olursa olsun, hepimizin ortaklaştığı temel özellik insan hakları savunucuları olmamız. Birbirimizi uzun süredir tanıyoruz; birlikte birçok çalışma yürüttük, ironiye bakın ki bugün de birlikte yargılanıyoruz.
Peki insan hakları savunucusu derken ne kast ediyoruz?
Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi, AGİT gibi hükümetler arası kuruluşların da benimsediği tanımla, hak savunucuları “yerel, ulusal, bölgesel ve uluslararası alanda bireysel olarak ya da diğerleriyle birlikte, insan haklarının ve temel özgürlüklerin geliştirilmesi, korunması ve hayata geçirilmesini desteklemek ve bu doğrultuda gayret göstermek üzere çalışan kişilerdir. Hak savunucuları, insan haklarının hiçbir ayrım gözetmeden, herkes için evrensel olduğunu kabul eder ve bu hakları şiddet içermeyen yollarla savunurlar.
Çalışmalarının doğası gereği, hakları ihlal edilen kişilerle ve onlar adına hareket ederler. Bu sebeple sık sık “ihlalci”lerin hedefi haline gelirler. Ayrıca tanık oldukları ve dinledikleri ihlal öyküleri yüzünden yoğun stres ve travma içinde çalışırlar.
Hak savunucuları yalnızca başkalarının değil, kendilerinin ve kurumlarının da güvenliklerini, ruhsal ve zihinsel esenliklerini korumakla yükümlüdür. O yüzden, bize başvuranların, kurumlarımızın ve kendimizin onurunu, fiziksel ve psikolojik bütünlüğünü korumak için gerekli tedbirleri almaya çalışırız. Söz konusu eğitim toplantısı da, bu amaçla gerçekleştirilmiştir.
Bu noktadan sonra, iddianamedeki “suçlamalara” ve ileri sürülen “delillere” karşı kendimi anlatmaya çalışacağım.
Toplantının “gizli” olduğu iddiası
İddianamenin ilk paragrafındaki “… önceden herhangi bir duyuru yapılmaksızın “çalışma atölyesi” adı altında bir toplantı organizasyonu gerçekleştirildiği…” tespitine cevaben şunları söylemek isterim:
Gözaltına alındığımız andan itibaren, bir kısım medya bu toplantının büyük komploların tartışıldığı, büyük casusluk faaliyetlerinin planlandığı bir toplantı olduğu hikayesini, bu “gizlilik” iddiasına dayandırdı. Bu toplantı “gizli” değil “kapalı” bir toplantıydı. Bunun altını çizmek isterim.
Açıktır ki; bir toplantı için yapılacak davet, o toplantıya katılması istenen, beklenen kişilere yapılır. Bu da öyle yapıldı. Tarihçesine bir bakalım, muhataplarını tanıyalım.
Atölye çalışmasının kararı İnsan Hakları Ortak Platformu’nun Nisan 2017’de yaptığı mutad değerlendirme ve planlama toplantısında alındı.
İnsan Hakları Ortak Platformu, kısa adıyla İHOP, 2005 yılında insan hakları alanında çalışan beş sivil toplum kuruluşu tarafından kurulan bir çalışma ağıdır. Mevcut üyeleri Uluslararası Af Örgütü, İnsan Hakları Derneği, Yurttaşlık Derneği, İnsan Hakları Araştırma Derneği ve İnsan Hakları Gündemi Derneği’nden ibarettir. İHOP’un çalışmaları dört temel hedef etrafında yoğunlaşır. Bunlar “sivil toplum örgütleri arasında ortak çalışma ve dayanışma kültürünü güçlendirmek”, “insan hakları alanında üretilmiş evrensel bilgiye erişimi kolaylaştırmak”, “Türkiye’de insan haklarına ve hukukun üstünlüğü ilkelerine saygılı bir ortamın güçlendirilmesine katkıda bulunmak” ve “insan hakları savunucularının ve örgütlerinin bilgi ve becerisinin güçlenmesine katkıda bulunmak”tır. Söz konusu atölye çalışması da bu son hedef bağlamında planlandı.
7-9 Nisan 2017 tarihleri arasında yapılan ve üye dernek temsilcilerinin katıldığı yıllık toplantı sırasında arşivleri koruma, belgeleri dijital ortama aktarma ve güvenliğini sağlama, iletişim ve web sitelerini saldırılardan koruma gibi konularda bilgi eksikliğimiz olduğunu, bunun yanı sıra fiziksel ve zihinsel güvenliğimizi nasıl sağlayabileceğimizi bilmediğimizi konuştuk. Sonuç olarak, bu konularda bir eğitim çalışmasının faydalı olacağını düşündük.
Toplantı sonrasında, bu atölye çalışmasına katılmak isteyenler iletişimi sürdürdü ve ortak bir toplanma tarihi belirlenmeye çalışıldı. Her ne kadar aynı medya kuruluşları, bu toplantının Temmuz ayında ve Büyükada’da yapılmasından derin anlamlar çıkarmaya çalıştıysa da, toplantının Haziran olarak planlanan ilk tarihi, Ramazan ayı sebebiyle bayram sonrasına ertelendi. Büyükada ise alternatifler içinde hem bütçe, hem de ele alınacak konu –yani stresle baş etme- açısından en uygun yer olduğu için tercih edildi.
İlerleyen günlerde, bazı arkadaşlarımızın katılamayacağı anlaşılınca, İHOP bileşeni olmayan ama birlikte çalıştığımız derneklerden toplantıya ilgi duyabilecek kişileri davet ettik.
İnsan ister istemez merak ediyor. Bu toplantı, örneğin mayıs ayında, İzmir’de yapılsaydı şimdi sizin huzurunuzda olur muyduk?
Sınırlı katılımcıyla yapılan bu tür iç eğitim toplantıları için açık çağrı ya da duyuru yapmak olağan uygulama değildir. Ya zaten birlikte kararlaştırılır, ya da katılımcılar doğrudan davet edilir. Ama toplantıyı planladığımız gibi tamamlayabilseydik, emin olun hem İHOP’un, hem katılan kurumların faaliyet raporlarında ve web sitelerinde bu atölyenin haberi yer alacaktı.
Kaldı ki basit bir akıl yürütmeyle bile, söz konusu atölye çalışmasının “gizli bir toplantı” olarak planlanmadığı görülebilir. Şöyle ki;
1- Bir otelde gizlice toplanılabilir mi? Otellerin müşteri listelerini bulundukları yerin mülki amiri ve emniyetle paylaştığını herkes bilir. Bizim daha ilk günden itibaren Ascot Hotel’de kaldığımız ve toplantı yaptığımız aşikardır.
2- Çok gizli planlar için biraraya gelen kişiler, gizlilik kuralı gereği tanımadıkları hiç kimseyi aralarına almaz. Oysa, katılımcıların çoğunun İngilizce bilmesine ve aralarında, biri ben olmak üzere, iki çevirmen bulunmasına rağmen profesyonel simultane tercümanlar tüm toplantı boyunca bizimleydi. Ayrıca, otel çalışanları da servis için odaya rahatça girip çıkıyordu.
3- Toplantı yapılan yer prefabrik camekanlı bir odaydı ve otelin en kalabalık yeri olan havuzun hemen yanındaydı. Üstelik kapı da çoğunlukla açıktı. Zaten bu durum hem muhbirin ifadesinde, hem de polis tarafından hazırlanan yakalama tutanağında yer alıyor.
4- Toplantının katılımcıları sosyal medya hesaplarından fotoğraflar paylaşır, Büyükada’da toplantı yaptıklarını söyler miydi? Adada yaşayan arkadaşlarımıza otelin konumunu gönderdik, “toplantıdan vakit kalınca buluşalım” diye sözleştik. Aynı tarihlerde Büyükada’da, başka bir otelde eğitim çalışması yapan Bağımsız İletişim Ağı’nın (Bianet) davetiyle, 100 (yüz) kişilik bir akşam yemeğine, bizim ekipten üç kişi halinde katıldık. Burada da hem toplanma sebebimiz üzerine sohbetler ettik, hem de hangi otelde olduğumuzu anlattık.
Özetle, toplam on hak savunucusunun bir iç eğitim toplantısı için biraraya gelmelerine “gizli”, “duyurulmadan düzenlenmiş” denerek, bir suç işlenmiş izlenimi yaratılmaya çalışılmıştır. Böylesi bir iddiaya itibar edilirse, bundan sonra tüm sivil toplum kuruluşları ne açık ne kapalı herhangi bir toplantı bile yapamaz hale gelir.
“Kuruluşların faaliyet alanlarıyla ilgisi olmadığı” iddiası
İddianamenin ilk paragrafından alıntılıyorum: “…katılımcıların mensubu oldukları kuruluşların faaliyet alanlarıyla ilgisi olmadığı vareste olan…” Yani bizim içeride konuştuğumuz, verilerin korunması ve stresle baş etmeyle ilgili konuların insan hakları savunucuları ve örgütlerinin ilgi alanına girmediği iddia ediliyor.
Her ne kadar toplantı sırasında dile getirdiğimiz, elimizdeki bilgileri koruma, dijital ortamda da güvenliklerini sağlamaya ilişkin sorular “polisten bilgi gizlemek” gibi lanse edilmişse de, bu doğru değildir. Açıktır ki, sivil toplum kuruluşları bilgi gizlemez, aksine bilgi açıklar, ifşa eder, kamuoyuyla paylaşır. Bu iddiaya da açıklık getirecek şekilde, neden bütünsel güvenliğinin –yani hem verilerin, hem fiziksel ve ruhsal bütünlüğümüzün korunmasının- insan hakları kuruluşları ve savunucularının faaliyet alanına gireceğini anlatacağım.
Haklar ve özgürlükler alanında çalışanlar, hakları ihlal edilen kişilerle de çalışırlar. Hakikatin ortaya çıkması ve adaletin yerine gelmesi için bu kişilerle birlikte ve onlar adına hareket ederler. Bu kişiler hak savunucularıyla çok özel ve hassas bilgileri paylaşırlar. Bu bilgiler ve belgeler, yetkili mercilerle – yani emniyet, mülki amirlik veya savcılık gibi- paylaşmaya hazır hale gelinceye kadar özenle korunmalıdır.
Bu verilerin kötü niyetli kişilerin eline geçmesi hem mağdurun, hem hak savunucularının fiziksel güvenliğini tehdit edecek, itibarlarını zedeleyecek, misillemeye yol açabilecek ve en nihayetinde hakikatin ortaya çıkmamasına ve adaletin elde edilememesine yol açabilecektir.
Hekimle hastası arasında, avukatıyla müvekkil arasındaki mahremiyet ve gizlilik şartı gibi; bir gazetecinin haber kaynağını açıklamaması gibi bizler de -yayımlamaya hazır oluncaya kadar ve kimlikleri gerektiğinde saklı tutarak- bu şartlara uymakla yükümlüyüz.
Ayrıca sivil toplum kuruluşları kendilerinin derlediği, zorlu şartlarda ve kısıtlı imkanlarla ürettikleri bilgi ve belgeleri de güvenceye almak için gerekli önlemleri almak zorundadır. Derneklerimizin arşivlerini, ürettiğimiz raporları kaybetmemek için bunları dijital ortama aktarıyoruz. Hem mağdurlarla, hem meslektaşlarımızla iletişimimiz dijital ortamda gerçekleşiyor. Çalışmalarımızdan hoşlanmayanlar sık sık siber saldırılar düzenliyor, web sitelerimiz, e- postalarımız hackleniyor, veriler çalınıyor.
Sahte bağlantı adreslerine bilmeden tıklayarak telefonlarımıza, bilgisayarlarımıza zararlı yazılımlar yükleniyor. Bunlar artık her gün yaşanan güvenlik zaafları haline geldi. Daha geçen hafta, 20 Ekim’de Başbakan Yıldırım Bilgi Güvenliği Konferansı’nda açılış konuşması yaptı. Konuşmasında siber saldırıların ekonomiye verdiği milyon dolarlık zarardan söz etti. Bizim durumumuzda ise, bunun maliyeti insan yaşamı bile olabilir.
Son olarak, herkesin özel hayatının gizliliğine ve kişisel verilerinin korunmasına hakkı vardır. Anayasa güvencesindeki bu hak, 2016 yılında çıkarılan Kişisel Verilerin Korunması Kanunu ile yasal düzenlemeye kavuştu. Hemen her gün bu konuda eğitimlerin, konferansların yapıldığını görüyoruz. Yani bu konu yalnızca hak savunucularının, sivil toplum kuruluşlarının değil, şirketlerin ve kamu kurumlarının da gündemindedir.
Eğitim toplantımızın diğer konusu olan stresle baş etmek, stresten uzak bir ortam yaratmak da hak savunucularının faaliyet alanlarıyla doğrudan ilişkilidir. Tüm dünyada şiddet, ayrımcılık, nefret suçlarında ve devlet görevlileri ve devlet dışı aktörlerin gerçekleştirdiği hak ihlallerinde, ciddi bir artış yaşanıyor. Bu ortamda, çalışma konusu haklar, özgürlükler, adalet ve hakikat olan kişilerin de, ağır stres altında olacağı bir gerçektir. Yanı sıra tanık olduğumuz, dinlediğimiz her ihlal öyküsü, bizde de ikincil travmaya yol açmaktadır.
Stres altında ve travma içinde verimli ve etkin çalışmak mümkün değildir ve bedeli, hakları ihlal edilen kişiler için adalet ve hakikati elde edememek, onları riske atmak olabilir. Kendimizi, kurumlarımızı ve adlarına hak mücadelesi verdiğimiz kişileri koruyabilmek için, hem bilgi ve iletişim güvenliği, hem ruhsal ve zihinsel bütünlüğümüzü korumanın yollarını öğrenmek, kendimizi geliştirmek zorundayız. Bu içerikte eğitimler almak, toplantılar yapmak, elbette, bizim doğrudan faaliyet alanımızdır.
Şimdiye dek anlattıklarım iddianamenin daha genel yorumlarına ve dolayısıyla tüm sanıklara yöneltilen savlara ilişkindi. Bana özel olarak atfedilen suçlamalara gelince, ilk olarak şuna dikkat çekmek isterim.
İddianamede her adım geçtiğinde “toplantıyı organize eden” ibaresi kullanılarak adeta bir toplantı, bizim durumumuzda bir iç eğitim toplantısı düzenlemenin suç oluşturduğu izlenimi yaratılmaya çalışılmış. Ve sanki ben, bu toplantının lojistik hazırlıklarını yaparak, bir suç işlemişim algısı oluşturulmak istenmiş. Yukarıda açıkladığım gibi, birlikte kararlaştırdığımız bu atölye çalışmasına katılmak da, toplantı organizasyonunu yapmak da suç değildir ve hiçbirimiz bir toplantıya katıldığımız için suçlanamayız. Organizasyonu bir şirkete yaptırsaydık, onlar da bugün, burada bizlerle birlikte mi yargılanacaktı? Toplantı hakkı, Anayasa’yla güvence altına alınmıştır. Söz oyunları yaparak, cümle yapılarıyla oynayarak toplantı düzenlemenin ve katılmanın suçmuş gibi gösterilmesi, kasıtlı ve zorlama bir çabadır ve toplantı hakkına yönelik bir tehdittir.
İddianamede aleyhimde delil olarak gösterilen, ancak hiçbiri suçla bağlantılandırılamayan dört belgeye ilişkin:
Bedriye İştar Tarhanli ile telefon görüşmesi
İddianamede, “İzmir Cumhuriyet Başsavcılığının 2015/109066 sayılı soruşturması kapsamında, 20.12.2016 tarihinde İzmir Mali Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğünce FETÖ/PDY terör örgütüne yönelik yapılan operasyon kapsamında yakalanarak tutuklanan Bedriye İştar Tarhanlı isimli görüşme kaydının olduğu…” belirtilmiş ve soruşturma dosyasına 1 (bir) adet telefon kayıt dökümü konmuş.
İştar Gözaydın -iddianamede yer aldığı haliyle Bedriye İştar Tarhanlı- benim 90'lı yıllardan bu yana tanıdığım biri, arkadaşımdır. Üyesi olduğum Yurttaşlık Derneği’nin kurucuları arasındadır ve birçok proje de birlikte çalıştık. Saygın bir akademisyendir, tutuklanması, dünya çapında büyük tepki çekmiştir.
Yaklaşık üç ay tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakıldı ve ilk duruşması Eylül’de görüldü. Halen tutuksuz yargılanıyor, yani Türkiye Cumhuriyeti ve uluslararası hukuk normlarına göre suçsuz, özgür bir vatandaş. Beraat kararı verilmesini bekliyoruz.
İştar’ı arama sebebim de, serbest bırakılmasından sonra “geçmiş olsun” demek içindir. Ne
İştar yargılandığı için, ne de ben onunla konuştuğum için FETÖ/PDY bağlantılı sayılabiliriz. Bu telefon görüşmesini delil olarak ortaya koymak, isnat edilen suça zorlama bir gerekçe oluşturma çabasıdır.
Whatsapp grubu konuşmalarından alıntılar
İddianamede “… cep telefonunun yapılan incelemesinde CHAT-47.İXT isimli whatsapp grubundaki konuşmaların tamamını içeren tutanağın soruşturma evrakına konulmuş olup, önem arz eden kısımlarının aşağıya çıkartıldığı; buna göre…” denerek konuşmalardan dört pasaj seçilmiş. Ne var ki, bunların neden önem arz ettiğine dair bir açıklama yapılmamış. O yüzden nasıl yanıt vermem gerektiğini bilemedim. Yine de deneyeceğim. 39 sayfalık dökümden alınanlar şöyle:
- “Toplantı için mail attım. Tarihlerle ilgili sorunu olan var mıdır? Sadece eğitim 3-4-5-6 Temmuz. 1 ve 7 Temmuz eğitimcilerin toplantısı.”
Bu, anlaşıldığı üzere toplantı tarihlerini kesinleştirmeye çalıştığım bir mesaj. Herhalde bu alıntı, toplantı yapacağımıza dair “delil” olarak düşünülmüş!
- “İstanbul ekibine soru-toplantıyı Büyükada’da yaparsak otelde kalmanızda sorun yok di mi? yani her gün git gel yapmak yerine”.
Bu mesaj da çok açık! Üstelik “lehimize delil” olarak kabul edilmesi gereken bir mesaj. Çünkü Büyükada’nın toplantı yapılacağı yer seçeneklerinden sadece biri olduğunu, gösteriyor.
- “Benim için de esasta sorun yok. Ancak bizim, planlamadan sonra Figen Yüksekdağ’ın tutuklu olduğu dosyanın duruşması 4 Temmuza verildi. Ve Ankara’da yapılacak o duruşmaya katılmak zorundayım. Bu yüzden 4’ü hariç kalan günlerde orada olabileceğim. Bu durumda 3’ü ve 4’ü gecesi adada kalamam”.
Bir avukat arkadaşımızın, kendi program değişikliği ile ilgili bilgi verdiği bu mesajın alıntılanma sebebi nedir, bilemedim. Sanırım, Figen Yüksekdağ’ın adı geçtiği için yine bir şüphe/ bağlantı yaratılmak istenmiş!
- Çok önemli görüldüğünden olsa gerek kalın puntolarla yazılmış mesaj ise şöyle:
“Şimdi ciddi bir şey yazıyorum. Kolaylaştırıcımız Ali’den tercüme ediyorum: İlk ödeviniz, vapura binmeden önce tüm teknolojik aletlerinizi kapatacaksınız. Telefon, laptop, tablet, smart saat vs. Etrafı seyrederek, keyfini çıkararak seyahat ederek, otele girinceye kadar açmayacaksınız. Okuyan “ok” desin ki herkesin gördüğünden emin olalım.”
Savcılık sorgusunda, bu mesajda ne demek istediğim sorulduğunda “yazdığım şey neyse onu demek istedim demiş ve şöyle açıklamıştım: Atölye çalışmasında stresten uzak durmanın yolları üzerine de çalışacaktık. Bu nedenle eğitmenlerimizden Ali, dijital aletlere bağımlılık, sürekli haber, bilgi, mesaj okumak önemli bir stres sebebi dedi ve bağımlılığımızdan kurtulmak, bununla ilgili bir farkındalık yaratmak için bunu istedi.
Ancak daha sonra, aynı basın organlarının bu mesajı “teknik takibe takılmayalım diye yazdığımı” iddia ettiğini gördüm. Eğer iddianamede yer alma sebebi gerçekten buysa, ciddiye alınması mümkün değildir. Zira mesaj açıktır: “telefonlar sadece denizin üstündeyken kapalı olacak”. Mesajda telefonların otele, yani toplantı mekanına gelince açılması istendiğine göre, nasıl teknik takipten kaçmayı planlamış olabiliriz? Ayrıca neden kaçalım? Hatırlatmak isterim ki, polislerin toplantı odasına “baskın” yaptığında hepimizin telefonu açıktı.
Aynı sohbet dökümünden (whatsapp gruptaki yazışma dökümünden), bu mesajdan sonra yazılan mesajları okuyarak da, bu iddiayı (teknik takip iddiasını) çürütebiliriz.
“Ben Eminönü iskeledeyim, burada olan varsa 18.30 vapuruyla geleceğim”.
“Ben Beşiktaş İDO iskelesindeyim”
“Ankara’dan keyifli ada akşamı diliyorum ben size”
Zaten 39 sayfanın tamamı okunduğunda, bu “çok gizli” ve “komploların hazırlandığı” iddia edilen toplantı sırasında bol bol havuz, deniz, yemek ve gezip tozmakla ilgili konuşulduğu da görülecektir.
- Nihayet son mesaj da “toplaşmaca buluşmaca olur da ali ve peter’a ulaşamazsanız bana yazın, ben iletirim signal üzerinden”
Bu mesajla ilgili yorum bile yapamadım. Bu da, herhalde Ali ve Peter’ın de Büyükada’da bizimle olduğunu gösterir bir “delil” olarak konmuş!
İstanbul Hayır Meclislerine ait word belgeleri
İddianamede, “üst ve otel aramalarında elde edilen dijital materyallerin incelenmesinde; “İstanbul Hayır Meclisleri Buluşması-Tartışmalar” isimli word belgesinin bulunduğu, belgenin Tartışmalar başlıklı kısmında DHKP/C terör örgütü içerisinde faaliyet göstermek suçundan tutuklanan ve Ankara Ağır Ceza Mahkemesi’nin 2017/137 esas sayılı dosyası üzerinden yargılanan Semih Özakça ve Nuriye Gülmen ile ilgili yazılar ve Berkin Elvan’ın öldürülmesi olayı gibi terör örgütünün toplumsal taban kazanarak isimleri üzerinden propaganda faaliyeti yürüttüğü şahıslarla ilgili toplumsal yürüyüşlerin ilçelere nasıl yayılacağı şeklinde yazıların olduğu…” diyerek devam eden bölümle ilgili açıklamalarım şöyledir.
Tam olarak hangi dijital materyalden çıktığını bilmediğim ve metnin tamamını iddianamede ve dosyada bulamadığım bu word belgesine veya belgelerine birkaç kez atıfta bulunuluyor.
Anlayabildiğim kadarıyla bu belge, İstanbul Hayır Meclisleri’nin, 18 Haziran günü Kenter Tiyatrosu’nda düzenlediği toplantıda konuşulanların yazıldığı bir belge. Yani bir toplantı tutanağı. Ayrı bir belge olduğunu düşündüğüm “sonuçlar” isimli word dökümanında ise toplantıda yapılan öneriler listeleniyor.
Bu iki belgenin içeriğinde herhangi bir suç unsurunun olup olmadığı apayrı bir tartışma konusu. Gerekirse bu da tartışılabilir. Ancak şu an benim üzerinde durmak istediğim daha teknik bir konu; bu belge neden bu iddianamede yer almamalı ve hakkımızdaki suçlamalara temel oluşturmamalıdır; bunu anlatmak istiyorum.
400 kişinin katıldığı belirtilen bu toplantıya, ben gitmedim. Gitmediğim için de ne bir konuşma yaptım, ne de bir öneride bulundum. Muhtemelen üyesi olduğum bir yazışma grubuna gönderilmiş. İnternet ortamında kolayca bulunan bu aleni belge iddianamenin adeta temel dayanağı gibi olmuş! Bu toplantının sonuç belgesini alıp, bizim atölye çalışmasına götürmüşüz ve burada yer alan öneriler üzerine tartışıp, planlar yapmışız gibi bir izlenim yaratılmaya çalışılıyor.
Binlerce kişinin erişebildiği bir belgenin aleyhimizde delil olarak gösterilmeye çalışılması, büyük bir tehlikeye de işaret ediyor. Artık herkes kendisine gönderilen belgelerden, mesajlardan, e-postalardan hukuken sorumlu tutulacak, nitekim tutuluyor da. Bu anlayış suçun şahsiliği ilkesinin ağır ihlalidir. Daha kötüsü, ciddi bir tehdit unsuruna dönüşebilir. Hoşlanmadığımız, husumet içinde olduğumuz kişilere, kanunen “suç” delili olarak kullanılabilecek belge, resim, mesaj gönderip bir de ihbarda bulunursak mesele hallolur! Nitekim Cumhuriyet davasında Kadri Gürsel’in kendisine gönderilmiş mesajlarla bir ilişkisinin olmadığını çaresizce anlatmaya çalıştığına hepimiz şahit olduk.
Gelen bir belge veya mesajla ilgili karşılıklı bir iletişime girmediysek, bu mesajın içeriğine ilişkin bir eylemde bulunmadıysak, iletilen kişi yani iletişimin pasif tarafı olarak, bundan nasıl sorumlu tutulabiliriz? Her gün yüzlerce mesaj ve e-postanın bizim arzumuz hilafına gönderildiği bu dijital çağda, böylesi bir iddia akla da, hukuka da aykırıdır.
Yok eğer savcılık bu belgede yer alanların suç olduğunu ve benim bu toplantıya katılıp, suç teşkil eden bir konuşma yaptığımı düşündüyse, neden bunu kanıtlama yoluna gitmedi? Örneğin telefonumun baz istasyonları kaydıyla, toplantıda olup olmadığımı kanıtlayabilirdi. Toplantıda olduğuma dair bir iddiada, bu içerikte bir delil de dosyada yok.
Olan şey, benim dijital materyallerimden çıktığı söylenen ve benim ilk kez Terör Şubedeki ifade sırasında gördüğüm bir belgeden suç üretme çabası.
Büyükada’daki atölye çalışmasında savcılığın atıfta bulunduğu konuların hiçbirinin gündeme gelmediği açıktır. Ne Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’dan, ne zaten o sırada sona ermek üzere olan Adalet Yürüyüşü’nden, ne de Hayır Meclislerinden söz ettik. Tek konuştuğumuz, “verilerimizi nasıl koruruz”, “siber ve fiziki saldırılara karşı ne yaparız” ve “bunca strese karşı ruh sağlığımızı nasıl koruyabiliriz”di.
MASAK raporları
Mali Suçları Araştırma Kurulu Başkanlığı’nın raporunda yer alan dökümlerden Eylül 2014, Aralık 2015 ve Ocak 2016 tarihli üç para hareketi tespit edilmiş.
1 Eylül 2014’te Roboski için Adalet, Yeryüzü İçin Barış Derneği’ne 250-TL bağış yapmışım. Bu para transferinden yaklaşık 2,5 yıl sonra, OHAL döneminde çıkarılan bir KHK ile dernek kapatılmış. Peki bu durum, beni nasıl zan altında bırakabilir? 2014 yılında faal olan, banka hesapları aktif bulunan bir derneğe bağış yapmak suç mudur?
15 Aralık 2015’te Aşur Can Acar adlı bir kişiye “Iraklılar İçin” diyerek 200-TL göndermişim.
Belli ki mülteciler için bir yardım çabası bu. İddianame bu kişinin “Silahlı Terör Örgütü üyeliğinden 2016 yılında ceza aldığını” söylüyor. Öncelikle, maddi hata söz konusu. MASAK raporu bu şahsın hala yargılandığını, yani bir suçtan hüküm giymediğini söylüyor.
Her halukarda, bu kişiye dava açılma tarihi, benim para transferimden çok daha sonra gerçekleşmiş. Bu durumda ben neyle suçlanıyorum?
Son olarak 6 Ocak 2016 günü Batı (Rojava) Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği’ne “gıda desteği için” ibaresiyle 350-TL göndermişim. Bu dernek de 10 ay sonra yayımlanan bir KHK ile kapatılmış. Belli ki bir kampanya çağrısına cevap vermiş ve bağış yapmışım. Bağış yaptığım dönemde faal olan bir dernek ve aktif olan bir hesap söz konusu olduğuna göre, tekrar soruyorum ben neyle suçlanıyorum?
İnsani yardım amacı güdülerek bağış yaptığım bu yerler üzerinden “terör örgütü bağlantısı” kurulmaya çalışıldığı aşikar. Bağış yaptığım tarihlerde hiçbir suçlamayla karşı karşıya olmayan bu yerler üzerinden nasıl suçlanabilirim?
Ayrıca bu yorum, bugün yapılacak tüm bağışların, yarın bir dava dosyasında ve “suç” olarak karşımıza çıkmasına yol açabilecek kadar tehlikelidir. 3 milyon mültecinin yaşadığı bir ülkede, vatandaşları bireysel bağış yapmaktan korkar hale getirilmesi, üstünde ciddi olarak düşünülmesi gereken bir sorundur.
Telefon Şifresini Hatırlamama
İddianamede (s.15) “Özlem Dalkıran isimli şahsın ‘cep telefonu şifresini hatırlamadığı’…” hatırlanmadığı yönündeki beyanların hayatın olağan akışına aykırı olduğu söyleniyor. Bu konu da açıklamaya muhtaçtır.
Hakkımda sunulan deliller arasında, whtasapp yazışmaları gibi, cep telefonumdan elde edilen “dijital veriler” yer alıyor. Yani telefonumun açık ve ulaşılabilir olduğu ortada.
5 Temmuz sabahı polislerin geldiği sırada telefonum açık ve çalışır durumdaydı. Telefonlarımıza el koyduktan sonra polis memurları benim telefonumla oynadı, kurcaladı. Daha o anda whatsapp yazışmalarıyla ilgili sorular sormaya başladılar; ara ara birbirlerine telefonumdan bir şeyler gösterdiler. Bunun hukuka uygun olmadığını biliyordum ama o an itiraz etmedim çünkü telefonumda yer alan bilgilere ilişkin bir endişem yoktu. Yani zaten her türlü veriye ulaşabildiklerini bildiğim pin kodunu neden gizleyeyim?
Cep telefonumun bir şifresi yok, ancak sim kartımın pin kodu var. Polis memuru telefon şifrelerimizi gözaltındaki 4. veya 5. gün sordu. Kendisine telefonumun şifresiz olduğunu, pin kodunu ise hatırlamadığımı söyledim. Bir telefon gösterirse, el hafızamla pin kodunu hatırlayabileceğimi vurguladım ama memur “önemli değil” diyerek gitti. Yardımcı olmamasını, bir suçlamaya zemin oluşturmak diye mi yorumlamalıyım?
Savcı bey “hatırlamamak hayatın olağan akışına aykırıdır” demiş. Doğrudur. Ancak bu soru sorulduğunda hayatım olağan akışında seyretmiyordu.
Stresten uzak, arkadaşlarımla bir buluşma hedeflerken, Hollywood filmlerini aratmayacak bir sabah baskınıyla derdest edildik. Saatlerce toplantı odasında tutulduktan sonra Adalar Karakolunun havasız nezarethanesine konduk. Gece yarısı motorlara bindirilip farklı karakollara dağıtıldık. 30 saat herkesten gizlendik. Sonra da İstanbul Terörle Mücadele Şubesinin nezarethanesine konduk. Işığın 24 saat açık olduğu, havasız, parmaklıklar ardında ve en önemlisi bunların başımıza neden geldiğini bilmeden alıkonduk.
Zaten telefonum sürekli açık olduğu için çok az kullandığım pin kodumu hatırlamamak, benim o anki “hayatımın olağan akışına” uygundu.
Bilgisayar şifremi ise gözaltındayken hiç sormadılar. Buna rağmen savcılık ifademde neden bilgisayar şifremi vermediğim soruldu. Cevaben, bu soruyla ilk kez karşılaştığımı söyledim ve şifremi sürekli değiştirdiğim için o dönem kullandığımı düşündüğüm parolayı iki seçenek halinde söyledim. Daha sonra, mahkemede dönüşümlü olarak kullandığım diğer iki şifreyi de beyan ettim. Yani bilgi gizleme çabası içinde olmadım.
Üstelik bu bilgileri vermemek de bir suçlama sebebi olmamalıdır. Zira, hiç kimse aleyhinde kullanılabilecek ifade ve bilgi vermeye zorlanamaz.
İddianamenin öne sürdüğü delil ve savlara ilişkin açıklamalarım bundan ibarettir. Söz konusu iddiaların hiçbiri benim “terör örgütleri ve mensuplarıyla irtibatlı”, “terör örgütleri lehine faaliyette bulunmak suretiyle yardım kastıyla hareket ettiğimi” kanıtlamak için yeterli değildir. İddia edildiği gibi suç işlemek kastı olsaydı, tanık Ahmet Tunç Tunçten’in ifadesinde söylediği gibi, “signal, wire gibi sohbet programlarını kullanmanın yasal bir sorun oluşturup oluşturmayacağı sorulmaz”, bundan endişe edilmezdi.
Hayatımı hakikatlerin ortaya çıkmasına, adaletin yerine gelmesine ve ayrım gözetmeksizin herkesin hak ve özgürlüklerini kullanmasına adadım. Her türlü şiddetin karşısına çıktım, silaha ve silahlanmaya karşı kampanyalar yürüttüm. Bugünse, yaklaşık 30 yıllık bir hak savunucusu olarak, “silahlı terör örgütüne yardım etmek”le suçlanıyorum.
Bu suçu asla kabul etmiyor, beraatimi istiyorum. Hukukun üstünlüğü söz konusuysa, adil olan budur. (ÖD/ÇT)