Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri, askeri vesayet rejiminin, iktidarını devam ettirmek için kullandığı birkaç temel politika vardır. Farklı dönemlerin ihtiyaçlarına hizmet eden bu korku siyasetlerini; irtica tehdidini, bölünme tehdidini ve komünizm tehlikesini, iç ve dış mihrakların oyunları olarak da yakından tanırız.
1990'ların başından itibaren, yoksullar için bir umut olarak "Adil Düzen" vaadinde bulunan Refah Partisi'nin oylarını hızla arttırması, devlet bürokrasisini alarma geçirdi. Sivas katliamı, Uğur Mumcu suikastı gibi bir dizi olayla, toplumda dindarlara karşı bir nefret oluşturulmaya çalışıldı. Oysa örneğin, kontrgerillayla ilgili araştırmalar yapmaya başladıktan kısa bir süre sonra öldürülen Uğur Mumcu'nun ardından, binlerce kişi Ankara'da çetelerden hesap sormak için gösteriler düzenlemişti. Ancak failleri hâlâ yakalanamayan Mumcu suikastının suçu İslamcıların üzerine atıldı.
Keza, Susurluk'ta derin devlet ilişkilerini ortaya çıkaran kazadan sonra, bazı tahminlere göre 21 milyon kişinin katıldığı ışık açıp kapama eylemleri de, bir süre sonra askeri lojmanlardan da katılımın sağlanmasıyla "irticaya karşı" protestolar hâline getirildi. Bunların hepsinde, şu an Ergenekon olarak bildiğimiz örgütlenmenin bilinçli müdahaleleri vardı.
Bütün bunlar, 1997'deki 28 Şubat sürecine, yani Milli Güvenlik Kurulu (MGK) kararlarıyla Refah Partisi hükümetinin baskı altına alındığı ve birkaç ay sonra istifa etmek zorunda bırakıldığı post modern darbeye giden yola zemin hazırladı. Dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir, Sincan'da tankların yürümesiyle ilgili olarak "Demokrasiye balans ayarı yaptık" derken haklıydı.
Darbe, hem siyasal demokrasiyi hem de tüm toplumu, şeriatçılar ve laikler olmak üzere yapay bir bölünmeye tabi tuttu. Emek örgütleriyle işveren örgütleri, birlikte 28 Şubat kararlarını desteklediklerini açıkladılar. MGK'nın ideolojisine yenik düşen sol, darbeye karşı çıkmak yerine "Ne şeriat ne darbe!" mitingleri düzenleyerek, bugünün ulusalcılığına kadar varan radikal bir rejime yedeklenme sürecine girdi.
Darbenin asıl önemli yanı dönemin orgenerallerinden Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun yaptığı "28 Şubat bin yıl sürecek" açıklamasında gizliydi. Hakikaten de öyle oldu. 28 Şubat'tan sonra, onbinlerce başörtülü kadın üniversitelere alınmadı. 13 milyon kişi fişlendi. Kürt halkının üzerindeki baskılar arttırıldı, savaş ve faili meçhuller tüm hızıyla devam etti. 90'lı yıllarda özellikle kamu çalışanlarının etkin olduğu sınıf hareketi geriledi, darbeyi izleyen yıllarda tek bir grev olmadı. Emekçilerin alım güçleri yüzde 40 oranında azalırken, OYAK ülkenin üçüncü büyük holdingi hâline geldi.
Ancak toplumun tepkisi, darbeci generallerin oyununu bozmaya başladı. 2002'de Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) iktidara gelişiyle birlikte yapılan darbe planlarını, bunlar gerçekleştikten birkaç yıl sonra öğrenebildik. Hatta Ergenekon operasyonunda ortaya çıkan belgelerin ışığında, cunta faaliyetlerinin bitmiş olduğunu söylemek hâlâ mümkün değil.
Kafes, Balyoz gibi darbe planlarında, irtica tehdidinin güncel tutulmasına yönelik sahte planlardan, kaos ortamı yaratmak için yapılacak provokasyonlardan ve katliamlardan söz ediliyor.
Camilere saldırılarla, ilkokul öğrencilerinin müze ziyaretlerinde patlayan bombalarla, Yunanistan'ın Türk Silahlı Kuvvetleri'nin (TSK) savaş uçağını düşürdüğü şeklindeki yalanlarla, toplum İslam düşmanlığı ve milliyetçilik ekseninde yeniden şekillendirilmek isteniyor.Nitekim "Halk plajlara akın etti, vatandaş denize giremiyor" cümlesindeki 'halk' ile 'vatandaş'lar arasındaki mücadele, gün geçtikçe sertleşiyor.
İlker Başbuğ, internete düşen son ses kaydında, Bülent Arınç'a suikast gerçekleştirecekleri iddia edilen personeli kendisinin görevlendirdiğini söylüyor. Özel Harp Dairesi'ndeki aramaların, kendi izni olmadan gerçekleşemeyeceğini argo tabirler kullanarak ifade ediyor.
Darbecilerin, güncel planlarında dikkatle üzerinde durdukları bir durum daha var: Darbeye karşı direniş ihtimali. Balyoz planında, direnişçilerin üzerine ateş açılacağından bahsediliyor. Kafes planında ise Hrant Dink cinayetinden "operasyon" olarak söz edilirken, bu operasyonun cenazeye katılan yüzbinlerce kişi yüzünden işe yaramadığı ifade ediliyordu.
Evet, darbeciler haklılar. Artık toplumda darbeye karşı direnme isteği var. Örneğin, Darbeye Karşı 70 Milyon Adım Koalisyonu, 21 Haziran 2008'den beri dört kez büyük kalabalıklarla birlikte gösteri yaptı. Her yürüyüşe beş ila on bin arasında insan katıldı. Eylemlerde yalnızca 28 Şubat değil; ayrım gözetmeksizin tüm darbeler, Hrant Dink cinayeti, Sivas ve Maraş katliamları, HSYK'nın yargı darbeleri, Diyarbakır Cezaevi'nde yaşananlar, Kürt illerindeki faili meçhul cinayetler, başörtüsü yasağı gibi bir dizi olay protesto edildi.
27 Nisan e-muhtırasının mağduru AKP, 3 ay sonraki seçimlerde oyunu bir buçuk katına çıkarmıştı. Ergenekon operasyonuyla ilgili tüm kamuoyu yoklamalarında, halkın ezici çoğunluğunun bu örgütü darbe yapmak isteyen bir çete olarak gördüğü ve ona karşı çıktığı görülüyor. İnsanlar darbe karşıtı eylemlerde "Tankların üzerine çıkarız!" diyor. Kürtler, Müslümanlar, sosyalistler ve daha birçok kesim, darbe tehdidine karşı direniyor.
28 Şubat 2010'da bir kez daha direnecekler. Darbenin etkilerinin silinmesi için 987 yıl daha beklemeye vakti olmayanlar, saat 15.00'te Taksim Tünel Meydanı'nda buluşup, İstiklal Caddesi'ni binlerce kişiyle baştan başa geçip Taksim Meydanı'na varacaklar ve darbecilere "Erken final: Bin yılın sonu!" diyecekler. (OT/BB)