1994 yılını hatırlıyor musunuz? Ben bugün gazetelerde Uçaktan düşen bomba öldürmüş! haberlerini okuyunca hatırlamaya başladım, ben de herkes gibi unutmuşum elbette.
1994'ü düşünürken bir yandan da Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök'ün Harp Akademileri'ndeki yıllık değerlendirme, gerçi yıl gireli de çok oldu ama, konuşmasını dinliyordum.
Diyarbakır'da...
Diyarbakır'da yürüyorum, üzerimde yerlere kadar inen düzgün bir manto, küçük bir çanta. Yürüyorum, Diyarbakırlı gibi görünmeye, asla gazeteci gibi görünmemeye çalışarak yürüyorum. Gazeteci olduğumu anlarlarsa dolaşamayacağım, kimseyle konuşamayacağım, haber yapamayacağım özetle. Korkuyorum.
O yıl işte, 1994, 27 Mart genel seçimlerinde bölgeden haber yazmak için oradayım.
Galiba Doğru Yol Partisi İl binasındayken Mecliste, daha sonra 1 Mart muhtırası diye tarihe geçecek olayı öğreniyorum.
Demokrasi Partisi (DEP) milletvekili Leyla Zana'ya saldırıyorlar, Orhan Doğan'la birlikte karga tulumba bir arabaya atıyorlar, Emniyet Müdürlüğü'ne götürüyorlar.
Daha sonra, DEP Anayasa Mahkemesi kararıyla kapatılınca altı milletvekili tutuklandı, 13 DEP milletvekilinin milletvekilliği düşürüldü. Geçtiğimiz Haziran'da serbest bırakılan Leyla Zana, Selim Sadak, Orhan Doğan ve Hatip Dicle işte o gün cezaevine girmişlerdi.
Otel'de...
O akşam Demir Otel'in lobisinde televizyon haberlerini izliyoruz. Kürtler suskun, vekillerine yapılanları gördükçe başlarına daha neler geleceğini düşünüyorlar besbelli.
Oysa önceki iki gün peş peşe savaş uçaklarından düşen/atılan bombalardan Şırnak'ın köyleri Kumçatı, Sapaca, Kuşkonar, Çağlayan ve Hisar'da 40'a yakın kişinin öldüğünü ve yaralandığını henüz bilmiyorum.
Kaç gün (yoksa ay mı?) sonra öğreniyorum, ya da öğreniyoruz hatırlamıyorum.
Kayıtlarda...
Başkan Yavuz Önen Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) 1994 yıllığının önsözünde yıl boyunca silahlı ve bombalı saldırılarda 4 bin 41 kişinin öldüğünü, bin kadar köy ve mezranın boşaltıldığını yazıyor. Dönemin Devlet bakanı Azimet Köylüoğlu da köy boşaltmaları "devlet terörü" olarak adlandırmış.
1994'te yaşananları yazmak kolay değil, en iyisi meraklısına Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nın 1994 yıllığını önermeli.
Yine de, yıla damgasını vuran yerel seçimlerle ilgili bir iki cümle gerekiyor. DEP ve devamı olan Halkın Demokrasi Partisi (HADEP) Ocak-Şubat aylarında üyelerine, parti merkezlerine, oy vermesi beklenen Kürtlere yönelik silahlı, bombalı saldırıların artması, ama çok artması üzerine Şubat sonunda seçimleri boykot kararı almıştı.
Mecliste...
Tekrar, Milliyet'teki habere, 38 köylünün ölümüne dönüyorum. Hem Milliyet haberinde hem de TİHV yıllığında konuşan köylüler bombaları "koruculuğu kabul etmemeye" bağlıyorlar.
O dönemde DEP milletvekili Selim Sadak Meclis'te İçişleri Bakanı Nahit Menteşe'ye "olayla ilgili araştırma yapılıp soruşturma açılacak mı", "Bombalanan köylerdeki köylülerin ifadelerine başvurulacak mı", "bombalanan köylerdeki zarar tazmin edilecek mi" diye soruyor.
Meclis'te Sadak'a verilen yanıta, eğer verildiyse bu yazıyı yazarken ulaşamadım ama köylüler 1995'de Human Rights Watch'un (HRW- İnsan Hakları İzleme Örgütü) "Türkiye'ye silah transferleri ve savaş hukuki ihlalleri" araştırması için Türkiye'ye gelen James Ron'a göç etmek durumunda kaldıkları yeni memleketlerinde ve aynı çalışma için Kuzey Irak'a giden araştırmacılara Atruş kampında konuşmuşlardı.
Raporda
Raporlaştırılan bu tanıklıklarda köylüler bombaların nasıl düştüğünü, sevdiklerinin nasıl öldüğünü, yandığını anlatıyorlar.
Raporda, "köylülerin seçimleri boykota hazırlandıklarına ilişkin işaretler vardı" da deniyor ve ABD Dışişleri Bakanlığı bilgilerine göre Türk yetkililerin saldırıdan sorumlu olmadıklarını söyledikleri de aktarılıyor ve ekleniyor: "Ancak, ABD hükümeti Haziran 1995'te Kongre'ye sunduğu raporda ABD görevlilerinin 'akınların yapılmış ve bazı sivillerin öldürülmüş olduğu'nu saptadığını belirtti."
11 yıl sonra, Şırnak Cumhuriyet Savcılığı'na havale edilen dosyadaki olayın bugün gündeme gelmesi yine de önemli olmakla birlikte insan "o gün neden bu soruşturma açılmadı," demeden edemiyor.
Milliyet'te..
Human Rights Watch raporu Ekim 1995'te İstanbul'da bir basın toplantısıyla açıklanmış, gazeteler o zaman bu rapora yer vermişlerdi. Herhalde kimse Genel Kurmay'a "F-16'lar Kuşkonar ve Kumçatı'da ne yaptı?" gibi bir soru yöneltme cesareti gösterememişti, göstermemiştik.
Yine de bütün gazetecileri burada eşitlemeyelim! Soru sormak kolay değildi, ama kimileri askeri helikopterle dolaşıp haber yaparken araya sıkıştırabilirlerdi sanki...
Nedense sorulamıyor. O kadar ki bugünkü Milliyet'te haberi aktardıktan sonra hala "hangi durumda bomba patlar" ara başlıklı bir "uzman" bölümü yer alıyor; bombaların nasıl atılmadan düşebileceği ihtimali aktarılıyor. Nedense, hala inanmamız isteniyor.
Düştüyse bile halen sorulacak bir soru var! HRW raporunda bahsi geçen bombalar acaba nereye taşınıyordu? Keşke Milliyet, bu konuda da bir uzman görüşüne yer verseydi.
Mahkemede
HRW raporundaki "uzman" görüşüne göreyse; olaya Türk Hava kuvvetlerine ait savaş uçakları katılıyor: "Büyük olasılıkla ABD kökenli bir helikopter hava bombardımanı öncesinde Kuşkonar köyü üzerinde gözetleme amacıyla uçtu. Ardından büyük olasılıkla ABD'den sağlanan iki savaş uçağı gene büyük olasılıkla ABD'den sağlanan dört bombayı köye attı. ABD Dışişleri Bakanlığı'na göre, en az dört F-16 olaya karıştı. Sapaca'ya saldırıdaysa muhtemelen beş altı F-16 yer almıştı. "
Bu rapor, Türkiye'de yönetenlerce de esasında savaşa karşı çıkan çevrelerce de yeterince dikkate alınmadı ve üzerine gidilmedi ama İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi araştırmanın kıymetini hemen kavradı ve kitabı Türkçeleştiren Ertuğrul Kürkçü ile yayınlayan Belge Yayınları sahibi Ayşe Nur Zarakolu'ya "Türk silahlı kuvvetlerinin manevi şahsiyetini tahkir ve tezyif" iddiasıyla dava açtı.
Zarakolu ve Kürkçü 10'ar ay hapis cezasına mahkum oldular ve ceza tecil edildi. Olay tabii ki bu kadarla bitmedi, Kürkçü davayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne taşıdı ve geçtiğimiz aylarda davayı orada kazandı.
Kumçatı'da
Biz hala neyi konuşuyoruz? Türkiye dışında herkes Kumçatı'yı, Kuşkonar'ı biliyor; İnternet'te arama yaptığınızda belki de adını sizin ilk kez duyduğunuz bu köylerin Boston Globe'da bile haber olmuş olduğunu göreceksiniz.
Kumçatı'yı Cizre-Şırnak dolaylarında dolaşan gazeteciler elbette biliyorlardı. 100'den fazla insanın öldüğü 1992 Newroz'undan sonra, 1994 bombalamasından önce Kumçatılılar köylerini terk edip Cizre - Şırnak yolunun sağ tarafında çadırlarda yaşamaya başlamışlardı.
Baskılar nedeniyle köylerinde artık yaşayamayacaklarını anlatan köylülerle çadır köylerinde konuşurken yedi sekiz yaşlarında bir kız çocuğunu unutamıyorum, kocaman gözleriyle bize bakıyordu ve konuştuklarımızı anlamaya çalışıyordu. Aylardan muhtemelen Ağustos'tu, okulların açılmasına az kalmasını konuşurken "ben artık okula gitmek istemiyorum" demişti.
Okulda
O kocaman gözlü kız çocuğu şimdilerde 20'sinde olmalı, acaba nerede? Acaba, okula gitti mi? Milliyet'te Salı günü "Zübeyde ile Müzeyyen okula gitmek istiyor" ve Pazartesi günü "Bu görev hepimizin" haberlerine göre halen okula gitmeyen 570 bin kız çocuğunun 250 bini Batman, Diyarbakır, Muş, Siirt, Ağrı, Bitlis, Şırnak, Hakkâri, Şanlıurfa ve Van'da yaşıyor; kalan yarısı da 71 ile dağılmış durumda.
Milliyet, peşini bırakmadığı dizileşen haberde bugün "Önce Türkçe, sonra okul" diyor. Haberde, Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, bu yeni projeyi "pozitif ayrımcılık" olarak lanse ediyor. Bu pozitif ayrımcılık denen şey "ezilenlere, ayrımcılığa uğrayanlara, dışlananlara, ihmal edilenlere, yok sayılanlara" uygulanmaz mıydı?
Harp Akademileri'nde
O halde, başa dönüyoruz. 1994, yıllardan bir yıl değildi, onun gibi çok yıllar yaşadık. Şimdi, "ezilen, ayrımcılığa uğrayan, dışlanan, ihmal edilen ve asıl yok sayılanlara bakmanın çoktan geçen zamanını yakalayalım. Madem Bakan Çelik "pozitif ayrımcılık"tan söz ediyor, eşitlenmek için "11 yıl sonra şaşırtan süphe" gibilere bakmak gerek, daha neler, neler! Neden şaşırtıyorsa!
Sahi, o F-16'lar nereye uçuyordu? Keşke, bugün, Genelkurmay Başkanı geleceğe dair kehanetlerin yanı sıra, kesin olarak bilebileceği uzmanlık ve yetkisi dahilindeki bu soruyu yanıtlasaydı! (NM)