Şükrü Hanioğlu
Bu ay bir büyük acının 95. yıldönümü idrak edilecek. Acı Ermenilerin, ama kayıp hepimizin, tüm Anadolu insanının. İster farkında olsun ister olmasın... Falanca ülkelerin parlamentosunun Ermeni Soykırımı'nı tanıma kararı üzerine; "cahil cesareti" tabirini hatırlatan bir pervasızlıkla bu tür tasarılar son bulmazsa kaçak Ermenistanlı işçilerin sınırdışı edilebileceği tehdidini savuran bir Başbakan'ın yönettiği bir ülkede yaşıyoruz. Aynı başbakan, aynı tabiri gene hatırlatırcasına "benim ecdadım soykırım yapmamıştır, yapmaz" diyebiliyor. Başbakan'dan muhtemelen nefret eden, ana muhalefet partisinin adını anma ihtiyacı hissetmediğim nasyonal sosyalist milletvekili, konu Ermeni Soykırımı oldu mu nefret ettiği kişiyle aynı sürgün önerisinde buluşabiliyor.
Yüz binlerce satan günlük gazetelerde köşe yazan koca koca adamlar "Birinci Dünya Savaşı'nda Doğu Anadolu'da yaşayan Ermenilerin liderleri büyük bir dangalaklık yaptı. İşgalci Rus ordularından yana olup Osmanlı ordusunu arkadan vurdular... Bundan sonra karşı-dangalaklık devreye girdi. Ülkeyi aptalca bir savaşın içine sokan İttihat ve Terakki yönetimi, her konuda olduğu gibi bu konuda da akla hayale gelmeyecek bir işe girişti. Doğu'da yaşayan Ermenileri çoluk, çocuğuyla başka yerlere sürdü" gibi satırlar kaleme alabiliyor, ya da İsveçli Kürt parlamenter Gulan Avcı'ya istinaden "[onun] "soykırım" olarak tanımladığı şey, Doğu Anadolu'daki Ermenilerin bir bölümünün Ruslarla ve daha sonra Fransızlarla birleşerek tebaası oldukları Osmanlı Devleti'ne karşı isyanının bir sonucudur" yazabiliyor. Bunu yazan insan bir gazetenin genel yayın yönetmeni olabiliyor. Uyanmak istemeyen sabah mahmurunun yastığına gömülmesi gibi, memleketin mühim ve mühimce şahısları cehaletin güven veren can simidine sarılmakta ısrar ediyor.
Tepemizdekine "Ey Tayyip Erdoğan! ABD'ye kızıyorsun, ama gücün Amerikan emperyalizminin İncirlik üssünü kapatmaya yetmediği için evlerde yaşlılara ve çocuklara bakan, Laleli'nin konfeksiyon atölyelerinde çalışan, demir dökümhanelerinde sağlıksız koşullar altında boya-kaporta işi yapan insanları, atalarının kovulduğu topraklardan kovma tehdidinde bulunuyorsun. Bu nasıl Müslümanlık?" diye sormak lazım. Onun bize vereceği cevap "edepsizlik etme" olur, varsın olsun. Bizler de "uysal koyun" değiliz.
Cehalet milliyetçi körlükten
Peki cehalet mevzuuna dönersek, o konuda neler söylemeli? Aslında söylenecek o kadar çok şey var ki. Bu internet çağında asgari bir entellektüel düzey ve sağduyu seviyesi ile, çöp "bilgi"lerin arasından nitelikli bilgiye ulaşmak son derece kolay. Heyhat, milliyetçi körlük...
BM'nin 1948 tarihli Soykırım Sözleşmesi, bir ulusal, etnik, dinsel veya ırksal gruba karşı şu eylemlerden herhangi birinin yapılması hâlinde soykırım suçunun sabit olduğunu buyurur: Gruba mensup olanların öldürülmesi; grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi; grubun, tamamının veya bir kısmının fiziksel varlığını ortadan kaldıracak yaşam koşullarına kasten maruz bırakılması; grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler almak; gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletmek. 1915-16 Ermeni tehcirinde, yukarıdaki, doğumları engellemek dışındaki bütün eylemler vuku bulmuştur.
Ermeniler Ruslarla savaşan Osmanlı ordusunu arkadan vurmuş değildir. O dönemde faal Ermeni silahlı örgütleri ("komitaları") vardır, ama ne İstanbul'daki Ermeni aydınlarının (milletvekilleri, yazarlar, gazeteciler, hukukçular, doktorlar vs.) kısa süre sonra yok edilmek üzere tutuklandığı 24 Nisan 1915'te, ne de tehcir kararnamesinin yayınlandığı 27 Mayıs 1915'te Anadolu'da kayda değer bir Ermeni isyanı vardır. Daha da önemlisi, sadece Doğu Anadolu'dan değil, Anadolu'nun her yerinden Ermeniler Suriye çöllerine doğru yollara dökülmüştür (hatta Trakya'dan da). İstanbul ve İzmir gibi birkaç yerdeki Ermeniler tehcirden kurtulmuştur.
Çok değerli bir sözlü tarih çalışması niteliğinde olan Sarkis Çerkezyan'ın anılarında ('Dünya Hepimize Yeter', Belge Yayınları); Çerkezyan ailesinin Karaman'dan tehciri (Karaman'ın Rus cephesiyle alâkasını siz değerli okurlarımızın takdirine bırakıyorum), yolda yaşananlar, Suriye çöllerindeki zorlu yaşam koşulları, Fırat Nehri'yle göçmenlerin arasına set çeken jandarmaların insanların nehirden su almasına mani olması, insanların açlık, susuzluk ve hastalığa mahkûm edilmesi -söz gelimi bir gece Çerkezyan ailesinin yanındaki çadırda kalan bir çocuğun bütün gece "açım açım" diye ağladıktan sonra açlıktan ölmesi ve ertesi gün annesi tarafından gömülmesi-, katliam yaşanan bölgeler ve buralardan kaçan insanlar... Tüm bunlar ayrıntılı şekilde anlatılır.
Karşı çıkan paşalar
Gene Belge Yayınları'nın Vahakn N. Dadrian'ın makalelerinden derlediği bir kitap olan 'Ermeni soykırımında kurumsal roller'de; soykırım sürecinde Teşkilat-ı Mahsusa'nın birincil, ordunun da ikincil rolü detaylı işlenir. Soykırımın tasarlayıcısı bir bütün olarak İttihat ve Terakki yönetimi değil, İttihat ve Terakki'nin içindeki çekirdek iktidar kadrosudur ve başlıca uygulayıcılar da Teşkilat-ı Mahsusa milisleri ve hapishanelerden salınan katillerdir (Kürt aşiret milislerini de unutmamak gerekiyor).
Ordu içinde bu kıyım planına karşı duranlar da vardır, Cemal Paşa ve Vehip Paşa gibi. Hatta Vehip Paşa inşaat işleri için gönderilen 2 bin silahsız Ermeni askerini (bu birliklere amele taburları deniyor) katlinden sorumlu iki Teşkilat-ı Mahsusacıyı darağacına yollar. Görevli olarak Cemal Paşa'nın yanında bulunan Alman General Kress von Kressenstein da anılarında Paşa'nın katliamlar karşısında "milliyetimden utanıyorum" dediğini aktarır. Dadrian'ın kitabında; Ankara, Yozgat, Halep ve Kastamonu gibi yerlerde, tehcir emrini katliam emrine dönüştürmekten kaçınan veya itiraz eden valilerin sessizce görevlerinden alındıkları da belirtiliyor.
Çeşitli kaynaklarda Mustafa Kemal Paşa'nın da katliamlardan son derece irrite olduğuna dair bilgiler bulunuyor. Sefa Kaplan'ın Hürriyet Yayınları'ndan çıkan '1915'te ne oldu?' kitabında Mustafa Kemal'in Misak-ı Milli'ye (Ocak 1920) tehcirin sorumluları için bir tecziye (cezalandırma) maddesi koydurduğu bilgisi yer alıyor. Ben tarihçi olmadığım için bu konuda bir değerlendirme yapmaya yetkin değilim, aktarmış olayım sadece. Mustafa Kemal'in 1926'da Los Angeles Times'a "Savaş sırasında katledilen binlerce Hıristiyan vatandaşımızdan İttihat ve Terakki sorumludur" minvalli bir açıklamada bulunduğu da kimi kaynaklarda geçiyor, ancak Ermeni kırımı meselesinde Türkiye devletinin paralelinde yer alan tarihçiler böyle bir konuşmanın olmadığını savunuyor.
"O zamanın Çatlı'ları..."
Son kez Dadrian'ın eserine dönecek olursak, burada Adalet, Harbiye ve Dâhiliye nezaretlerinin koordine bir çalışması sonucu, özel düzenlemelerle bir takım suçluların katliamlarda kullanılmak üzere hapishanelerden salındığı belirtiliyor. Bir yazışmamızda tamamen farklı bir bağlamda 1913 tarihli 'Dar-ül Harbe gidecek esas hakkındaki takibat ve mücazatın teciline dair Kanun-i Muvakkat' adlı yasadan bahseden araştırmacı yazar Tayfun Er üstadıma "Bu kanunla serbest bırakılan suçlular 2 yıl sonraki Ermeni Soykırımı'nda kullanıldılar mı?" diye sordum ve o da şu cevabı verdi:
"Evet aynen öyle oluyor. 1913'teki kanun ipten kazıktan adam toplamak için çıkarılmış. Hazırlıklar çok önceden başlıyor. O zamanın Oral Çelik'leri, Abdullah Çatlı'ları bunlar".
Soykırım sürecinde silahsız askerlerden oluşan amele taburlarındaki Ermenilerin durumu da önemli bir konu başlığı teşkil ediyor. Bu konuda Erik Jan Zürcher'in güzel bir makalesi var, Bilgi Üniversitesi Yayınları'ndan çıkan 'Savaş, devrim ve uluslaşma' adlı kitabında okunabilir. Sarıkamış'taki bozgun üzerine 25 Şubat 1915'te ordudaki Ermenilerin silahsızlandırılması kararı alınıyor ve bunların Doğu Cephesi'nde yer alanları amele taburlarına aktarılıyor (Sina Cephesi'nde ise 1916 Baharı'nda halen ön cephede görev yapan Ermeni askerlere rastlanabiliyor öte yandan).
Amele taburlarındaki Ermeniler daha Mayıs'ta kitlesel tehcir başlamadan önce öldürülmeye başlıyorlar. Başlarında silahlı muhafızlar olduğu için kendilerini savunamayacak durumda bulunan bu insanlar asker ve jandarmalar tarafından ellişer ila yüzlü gruplar hâlinde, silah ve süngüyle katlediliyorlar. Bu katliamlara Kürt aşiretlerinin yollardaki amele konvoylarına saldırıları eşlik ediyor. Zürcher katliamların 1915-16'daki büyük tehcir harekâtının başında ve sonunda yoğunluk gösterdiğini belirtip ekliyor: "Son terör dalgasının hedefi ise, o zamana kadar hâlâ gerekli oldukları düşünülenlerdir". Bu yazıda daha önce bahsedilen, Vehip Paşa'nın 2 Teşkilat-ı Mahsusa üyesini astırmasına yol açan katliamın da bu son dönemde olduğu anlaşılıyor.
Zürcher'den önemli bir alıntıyla devam edelim:
"Bazı Ermeni askerler Müslümanlığı kabul ederek kurtulur. Sarafian, Osmanlı Ermenilerinin yüzde beş ile onunun, Müslümanlığı kabul ederek ölüm yürüyüşünden kurtulduğunu söylemektedir... Zor kullanarak Müslümanlaştırma uygulaması ise, Müslüman evlerine ya da yetimhanelerine alınan Ermeni kadın ve çocuklar aracılığıyla gerçekleşir. Öyle gözükmektedir ki, zorla ve kitlesel Müslümanlaştırma, orduda da uygulanmıştır. Sina cephesinden bir görgü tanığı, çok sayıda Ermeni askerinin Müslüman olmayı, isimlerini değiştirmeyi ve sahra hastanelerinde sünnet olmayı kabul ettiğini ve bunun resmi törenlerle kutlandığını anlatır".
"Başka bir gruba transfer edilenler": Yaşayan kayıplar
Hatırlayacağınız gibi, Sabiha Gökçen'in de yukarıda bahsedilen yetimhanelere alınmış Ermeni çocuklarından biri olduğunu Agos'un ortaya çıkarması, Hrant Dink'in katliyle sonuçlanan süreci başlatmıştı. Tabulara dokunmak hep maliyetli olur. Anneannesinin Ermeni olduğunu yıllar sonra öğrenen ve 'Anneannem' adlı bir kitap yazan Fethiye Çetin ile öz anneannesi bellediği, dedesinin "Ümmühan" adlı ikinci karısının aslında Ermeni olduğunu bir yazısında dile getiren Bekir Coşkun; belki de pek çok kişiyi Hrant Dink'in "yaşayan kayıplar" diye adlandırdığı bu "hakikatle" tanıştırdı.
Şu ana kadar 1915-16'da olanların BM Soykırım Sözleşmesi'ndeki maddelerle ne denli uyum içinde olduğunu okudunuz... Şimdiyse bu yazıyı geçen yıl kaybettiğimiz, komünist marangoz Sarkis Çerkezyan'ın (Çerkezoğlu) sözleriyle noktalayacağım. Sonsözlüğe yakışacağı inancındayım:
"Ben hayattaki safımı iyi seçtiğime inanıyorum. Komünist oldum. Bu yaşa kadar hep insanların iyiliği için, düşmanlıkları gidermek için çalıştık. Halklarımızın bir daha benzer acılar yaşamaması için, aralarındaki gereksiz perdelerin kaldırılmasına uğraştık. Emeklerimin boşa gitmediğini düşünüyorum. Halklarımızın çektiği acıların tekrarlanmaması, gelecek hiçbir neslin benzer yıkımlar, kıyımlar yaşamaması en büyük dileğim..."(BC/EÜ)