Bugün 24 Nisan: Kimisi için 23’ten sonra gelen sıradan birgün.
Ama kimisi için tüm varlığını ve hayatının anlamını vakfettiği, diasporanın insanı kurutan ikliminde “öteki”ne karşı hınçla bilendiği birgün. Kimisi için de vatanı ve ecdadının onurlu geçmişini büyük bir öfke ve acımasızlıkla savunma günü.
Bugün 24 Nisan: Bu topraklarda bir kez daha sokaklar birbirlerine çıkmamak üzere ilmek ilmek düğümlenmiş.. Geçmiş, dünü anlamak ve acıları paylaşmak yerine iktidar kavgalarının araçsallığına kurban edilmiş. Mahalle sakinleri ise insan yerine kuru ve egemen bir tarih okumasından bahis açmakta...
Hasılı kelam boğucu bir kasvet sarmış dört bir yanımızı.
***
Biz aslen Girit göçmeni bir aileyiz. Cumhuriyetten sonra din temelli bir homojenizasyon dalgasının sonucu olarak bizimkiler buraya getirilmiş doğdukları ve doydukları topraklardan –elbette pek çok vaat eşliğinde. Gelenlerin kimisi geldikleri yerde hayal ettiklerini bulamayınca ve dahası verilen sözler tutulmayınca üzülmüş bu gelişe. Kimisi de “öteki”nin zulmünden kurtuluş saymış bu toprakları...
Ben gelenlerin torunuyum –torunlar arasında kırık da olsa Rumcayı nadir anlayan bir torun. Eeeee kolay karar değildir elbet; geldikleri yerde kullandıkları dil için “yeterince” Türk sayılmayanların, konuştukları ve hayal kurdukları dili o topraklarda doğan torunlarına öğretmesi. Bana sorarsanız; torunların kendilerinin yaşadığı dışlanmayı yaşamaması ve gündelik hayatın Türkçe akması nedeniyle dil aktarımı kesilmiş ikinci kuşakta bizim ailede.
Ama dedim ya ben şanslıyım...
Şanslıyım, çünkü çalışan bir anne ve babanın çocuğu olarak Girit’ten gelen anneanne ve babaannenin bakıcılığında büyümüşüm. Anneanne, tümüyle isyankar bir kadın: Tek söz öğrenmedi Türkçe ve dahası son nefesini verene kadar bu topraklara ailesini getirenlere lanet etti. Hal böyle olunca onun büyüttüğü torun da “mecburen” anladı Rumca –ne iyi. Bu sayede ezber etti anlatılan hikâyeleri, menkıbeleri...
İnsan hafızasının bir yanı yanılmakla malul olsa da bir yanı kimi anları ve anıları silinmez biçimde kaydetmekle yükümlüdür. İşte Rumcayı bilen o torunun zihni kazıdı büyülü bir evi küçük hafızasına: Girit’ten gelen, çocuğu olmayan ve eşi de öldüğü için yalnız kalan büyükanneye devletin yardım olarak verdiği o büyülü evi...
Nasıl anlatsam bilmem ki o ev “farklı”ydı: Ahşap yapısı, kocaman sofası, yüksek ama pek yüksek tavanı, girişindeki devasa ahşap sütunları, bahçesi ve girmesi istenmeyen bodrumları ile farklıydı o ev. Pencere demirlerinde o torunun yaşadığı evde olmayan çizgiler, süsler, şekiller vardı. Tavanlar yüksek olduğu kadar görkemliydi de…
O evde oynamaya çok gitmek isterdi o torun. Nedeni belki o evin farklı odalarında farklı (Giritli) ailelerin kalmasıydı belki. Ya da belki arka taraftaki bahçede tüm çocukların birarada oyunlar oynaması... Aslında o kocaman evin her yeri koca bir oyun sahasıydı ve o ev, çocukların hep birlikte büyüdüğü ve kimliklerini oluşturdukları tarihsel bir mekandı.
Ama bodruma çocukların girmesi istenmez ve izin verilmezdi. “Neden?” sorusu Türkçe’nin dilsizliğinde ve sessizliğinde yanıtsız kalırdı. Ama yetişkinler, kendi aralarında Rumca sözcüklerle gidenlerin bodruma değerli eşyalarını gömdükleri ve birgün geri dönüp alacaklarını fısıldarlardı bir sır gibi –elbette torunların Rumcayı anlamadıklarını bilmenin de rahatlığıyla.
Ama o torun bu sırra vakıf olmuştu. Ve dahası nice zaman sonra Rumcayı anlaması nedeniyle öğrenmişti o torun, gidenlerin arasında birkaç kişinin yıllar sonra o evi görmeye geldiğini ve bodrumda hiçbir şey aramadan ve almadan ama oyunlar oynanan o koca sofada hıçkıra hıçkıra ağlayarak geldikleri gibi döndüklerini.
Ve o torun çok yıllar sonra tarihin karanlık sayfalarını araştıran az sayıdaki yazıdan öğrendi; devletin gidenler kadar gelenlere de güvenmediğini, “beşinci kol” faaliyeti yürütmesinler diye ayrı mahallelerde zorunlu iskan ettiğini, hepsinin kaydını tuttuğunu ve belki de en kötüsü büyükanne gibi ihtiyaç sahiplerine “devlet yardımı” diye el koyduğu Ermeni mülklerini verdiklerini.
Ve o torun belki de bu nedenle o büyülü evin hikayesiyle ezber etti en büyük değerin insanın geçmişine başka bir gözle bakabilmek, orada başka insanları ve onların acılarını bulabilmek ve orada o büyülü evin koca sofasında yıllar sonra gelenlerin döktüğü gözyaşlarına ortak olmak olduğunu.
Ve o torun belki de bu hikayelerin tanıklığı nedeniyle yıllar sonra İstanbul’da yüzbin çarpan yürekle elele kaybettiği kardeşi Hrant’ın ardından “Hepimiz Ermeniyiz” diyerek yürüyebildi –büyük bir öfke, utanç ve aynı zamanda onurla.
***
Hiç kuşkusuz bu topraklar acıların tarihidir. Ama bu geçmiş, insanın yok sayıldığı ve iktidar savaşlarına payanda edilmiş acıların tarihi olarak anlatılamaz, anlatılmamalı. Hepimizin dimağındaki önyargıları kıracak, kalplerindeki kini azaltacak ve dillerindeki lalı açacak olan kilit insanı anlatmak ve anlamaktır: Eş, çocuk, torun hikayeleridir bizi birbirimize yakınlaştırıp buluşturacak olan..
Bugün 24 Nisan: Anadolu’nun kadim halkı Ermenilerin önünde saygıyla eğilerek; onları ölüme ve kıyıma gönderen o günün muktedirlerine her daim karşı çıkarak; ama aynı zamanda o ölüm yolculuğunda onlara evlerini açanlardan gurur duyarak ve dahası dün başlayan bu kavgayı bugünün muktedirleri ve katilleri önünde vermeye devam ederek yaşıyorum.
***
Anita’cığım, acın acımdır. Yaran yaramdır. Gözyaşın gözyaşımdır.
Kim bilir belki birgün seni de anlatabilirim. (E/HK)