24 Nisan 1915, İttihatçı hükümetin Osmanlı'daki Ermeni tebaasını tehcir yoluyla yok etme planlarının uygulamaya konulduğu tarihtir. Ve bu tarih, 1890'lardan bu yana Ermeni tebaasına zaman zaman uygulanan bölgesel kırımlardan kapsam olarak farklıdır.
24 Nisan'da İstanbul'daki Ermeni cemaatinin ileri gelenlerinin Çankırı ve Ayaş taraflarına sürgünüdür. Bu bir başlangıçtır! Asıl oyun, Haziran 1915'te sahnelenir.
24 Nisan, sürgüne gönderilen Ermeni müzisyen Gomidas Vartabed'in, Halide Edip gibi Osmanlı aydınlarının girişimiyle kurtulmasına rağmen olanlara dayanamayıp çıldırmasına sebep bir gündür.
24 Nisan, Osmanlı coğrafyasında geç kalmış milliyetçiliğin çok kanlı bir tezahürü olup dünya ölçeğinde bir katliamın ve insanlık suçunun imzasıdır.
24 Nisan devletin, tebaasını katlettiği gündür. İşte asıl mesele de burada yatmaktadır. 1915, iki halkın birbirini kırması, bir mukatele değildir. 24 Nisan, bir halkın bir başka halkı kırması da değildir. 1915, devletin kendi tebaasına/yurttaşına karşı örgütlediği bir soykırımdır. Devlet bu soykırımı yaparken, halkın bir kısmını kullanmıştır. Yurttaşının/tebaasının mal ve can güvenliğini sağlamakla yükümlü olan devlet, bizzat bunu kendisi çiğnemiştir. Bakmayın siz, devlete karşı bir başkaldırı, bir isyan olduğu için tehcir yapıldı yalanlarına. Böyle bir durum olsa bile, neden o hareketin sorumluları değil de, bir halk tümden cezalandırıldı?
24 Nisan, Osmanlı Sadrazamı Talat Paşa'nın, Amerika büyükelçisi Morgenthau'dan katledilen Osmanlı Ermenilerinin sigorta poliçeleri parasını isteme yüzsüzlüğüdür.
24 Nisan, Dâhiliye Nazırı olan Talat Paşa'nın, Ermeni siyasetçi Kirkor Zohrab'ın sürgün emrini imzaladığı gün, onunla gece yarısına kadar hiçbir şey olmamış gibi Tokatlıyan Oteli'nde kâğıt oynadıktan sonra Zohrab dışarı çıktığında onu hafiyelerin teslim ettiği gündür.
Sonuç olarak 24 Nisan, İttihatçı hükümetin bir insanlık suçudur!
Bir Düşünün!
24 Nisan nedir sorusuna daha pratik ve somut bir cevabı şöyle verebiliriz:
Yatağınıza tek başına yatın, ışığı söndürün ve düşünün.
Bırakın tarihi, bırakın siyaseti; çıplak bir insan olarak, insanı merkeze alarak ve aklınızı vicdanınızla test ederek bir düşünün.
Siz bir ülkenin tebaasısınız veya yurttaşısınız.
Sizin kimliğinizden birilerinin kurdukları ve kimlik haklarınızı savunan partiler var ve hükümete karşı siyasi ve velev ki silahlı mücadele ediyorlar. Siz Sivas'ın, Maraş'ın, Harput'un, Çankırı'nın veya Tokat'ın bir köyündensiniz. Bu partilerle hiçbir ilişkiniz yok. Diğer kimliğe sahip komşu köylüler gibi geçiniyor, ibadetinizi ediyor, arasıra kimliğinizden dolayı aşağılanıyor ve bazı mallarınız gasp ediliyor olsa da, kırsal hayatın tekdüzeliğinde yaşayıp gidiyorsunuz. Bir gün köyünüze sürgün emri geliyor ve o kimliğe ait olmanız nedeniyle devlet tarafından sürgüne çıkarılıyorsunuz.
Suçunuz, kimliğiniz!
Anadolu'nun her hangi bir şehrinden, köyünden çoluk çocuk, hasta yaşlı, o kimliği taşıyan herkes, ayırımsız olarak Der Zor çöllerine doğru yola çıkarılıyorsunuz.
Malınızı mülkünüzü bırakıp zorla düşürülüyorsunuz sürgün yollarına.
Sizi yurdunuzdan atıyorlar!
Sonra...
O göç yolları...
Ne göçü, ölüm yolculuğu bu. Devlet görevlilerinin, jandarmaların ve hapishanelerden serbest bırakılan suçlular eliyle uygulanan organize bir yolculuk!
Karınıza tecavüz ediliyor; bacınıza, ananıza.
Çocuğunuz taşa çalınarak paramparça ediliyor.
Dövülerek, sövülerek ve soyularak yol yürütülüyorsunuz.
Sürgün kafilenize eşkıyalar saldırıyor, üzerinizde değerli ne varsa hepsini soyuyorlar.
Jandarmalara rüşvet veriyorsunuz, hayatta kalmak için.
Tecavüzler ve öldürmeler yine devam ediyor.
Yöreden kimileri, kafileden gözüne kestirdikleri çocukları alıyorlar; bu çocuk oğlunuz, kızınız, kardeşiniz olabilir. Yine kendilerine kadınlık, evine kölelik yapsın diye gözüne kestirdikleri kadın ve kızları çekip alıyorlar kafileden. Atların terkisinde köleliğe gitmek, ölümden evla değil midir? Bir düşünün, öyle ya; ölümün korkunç yüzünü görmektense, açlığın dayanılmaz acılarıyla boğuşmaktansa, kaçıran erkeğin zevk aracısı ve o evin bir hizmetçisi olmak, o koşullarda bir 'şans' sayılabilir. Sonuçta sunulan bir hayat var; orada yaşama ihtimali çok daha yüksek. Onlar şanslı mıydılar?
Hayata bakın; ölüm karşısında kölelik, bir şans haline geliyor.
Göç yollarında kan, gözyaşı, ağıtlar, feryatlar.
Bir süre sonra ağlayacak haliniz de kalmıyor.
Baltayla parçalanan, bıçakla delik deşik edilen, kurşunlarla delinen bedenler serili yol boyu.
Uçurumlardan atıyorlar.
Gittikçe göç kervanının sayısı azalıyor.
Açlık ve bütün bu olanlar, ölümü aratıyor size.
Düşünün.
Karınızı, kızınızı, bacınızı, ananızı, babanızı düşünün.
Tecavüze uğramamak için kimileri kendilerini uçurumlardan aşağıya atarak intihar ediyorlar.
Amele taburlarında hayvan gibi çalıştırılmayı ve gereksiz hale geldiğinizi düşünenlerce de, kurşunlanarak bedenlerinizin kendi kazdığınız çukurlara düştüğünü bir düşünün.
Ya da köyünüz, kasabanız, mahalleniz basılıp yatağanların altında koyun boğazlanır gibi boğazlanıyorsunuz.
Kör kuyulara diri diri atılıyorsunuz.
Düşünün!
Yalnız ölümü düşünmenizi değil, ölümün biçimlerini de düşünün!
Halkınıza reva görülen ölümü ve ölümün biçimlerini!
İşte 24 Nisan budur!
İnsanın insana akıl almaz zalimliklerini hiçbir kimlik ayırt etmeden bir düşünün.
Kendinizi bu zulümlere uğrayanların yerine koymaya çalışın.
Ermeni olun, Yahudi olun, Süryani olun, Rum olun, Türk olun, Müslüman olun, karaderili olun, Kızılderili olun, Kürt olun; her kim zulme uğramışsa kimlik ayırt etmeksizin mazlumun yanında, zalimin karşısında olmayı bir düşünün.
Düşündüğünüzde Ermenilere yapılanların dünyadaki özgün yanını göreceksiniz.
Ve Hitler'in Yahudi soykırımına nasıl bir tarihsel ön plan sunduğunu göreceksiniz.
Şimdi bütün bu yaşanmışlıkları kendiniz için kurgulamanızdan sonra insan gibi insan olmanın zamanı değil midir?
Kaldı ki dönemin korkunç koşullarında (Bir Ermeni'yi saklayanın dahi idamla yargılanacağı emirlerine karşın) insan gibi insanlar vardı bu topraklarda ve bunun için diyorum ki, 24 Nisan, bu katliama karşı durabilen kimi devlet görevlilerinin ve kimi Müslümanların vicdanlarının haykırışı ve onurudur. Urfalı Hacı Halil, Konya Valisi Celal Bey, Kütahya Mutasarıfı Faik Ali Bey, Lice Kaymakamı Hüseyin Nesimi Bey (ki, dönemin Diyarbakır Valisi Reşit tarafından katledildi), Ankara Valisi Hasan Mazhar Bey ve daha birçok onurlu, vicdanlı ve tarihimizin yüz akı insanlara saygı duyup katliamcıları lanetlemek, insan gibi insan olmanın gereği değil midir?
24 Nisan, Talat Paşa'nın imzaladığı öyle bir metindir ki, çoktan insanlık suçunun bir simgesi haline gelmiştir.
Ve 24 Nisan, tarihin büyük bir kırılma hattı olup, bir travmadır!
Güneş balçıkla sıvanmaz.
Bir gün bu ülkeden de bir Willy Brand çıkacaktır!
Bir 24 Nisan daha geldi!
İnsan olan beri gelsin! (HŞ/HK)