Her 24 Nisan Ermeniler için başka başka duygularla ve muhakemelerle yaşanan bir tarihtir. Bu tarih "kılıç artığı" diye tabir edilen hayatta kalanların, evlatları, torunları için takvim yaprağında salt bir tarih olmaktan öteye geçer, hakikatlerini, bugünkü durumlarını, içlerindeki kederi, "keşke"lerini, hep bu kara tarih inşa etmiştir. "Hayatta kalmayı başarabilenler" hayata çok eksilerek yeniden başlamak zorunda kalmışlardır. Geride kalanlar, bedenen olmasa da, her biri ruhsal ve psikolojik bir yok edilişe maruz kalmışlardır. Var kalışları her daim yokluklarına, kaybettiklerine ayna tutar olmuştur.
Kimi Müslüman olup kendine Türk kimliğini edinip, yaşarken hakikatini, yani asıl kimliğini mezara gömmüştür, daha doğrusu devam edebilmek için mezara gömmek zorunda kalmıştır. 1915’de sonlanan hayatları, yine 1915’de başlayan farklı bir ömürle devam eder. Kimisi ise kimliğine yeniden sarılabilmek için "yokluğunu" varlığının karşısına alıp, var gücüyle mücadele etmiştir. Bir kısmı da imkan bulup göç etmiştir doğup, büyüdükleri topraklardan, bir daha dönmemek üzere.
Acı bir tarih
Çok acı bir tarihtir 24 Nisan, hani öyle "soykırım", "katliam", "mezalim", "fecaat", "kırım" gibi tek kelimeye sığdırılamayacak kadar elem doludur. İşin en acı yanı da dünyada hiçbir Ermeni yoktur ki bu acıdan kendini muaf tutabilsin. Acı kimliğin, aidiyetin bir parçası haline gelmiştir. Ve her bir Ermeni’nin de bu acıyla tanışma hikâyesi çok farklıdır.
Kimi aileler çocuklarının içinde olur da öfke tohumları yeşerme ihtimaline karşı saklar acıyı uzun süre. Fakat aile söylemezse çocuk sokakta öğrenir, sokakta öğrenmezse okuduğu okulda öğrenir. Sonuçta gerçek bir şekilde ortaya çıkar. Geçmişin geleceğe devrettiği yaralar, bir sonraki neslin Ermeni bireylerinin kalbinde de açılır. Onlar da bir nevi kurbandır. Asıl kurbanlar ise elemini, kurbanlığını farklı hallerde yaşar.
Unutmamalı ki her kurbanın maruz kaldığı zulümle kurduğu ilişkisi farklıdır. Kimisi yaşadığı olayı bastırmayı, inkar etmeyi seçer. Acının yükü kaldırılamayacak kadar ağır gelir ve hafızasının üzerine bir halı serer, acısı üzerine susmak, bu acıyı kalbine gömmek tek çıkar yol olarak görünür.
Kimisi tevekkül eder, travmayla ancak tevekkül yoluyla başa çıkabilir. Umut olağandışı bir duygu haline gelir ve birey güçsüzlük, çaresizlik duyguları altında silikleşir. Artık kaybedecek başka bir şeyinin olmadığının bilincine varıp acısına karşı zamanla kayıtsızlaşır.
Kimi kurbanlar zulümle uzlaşır, bir şekilde barış sağlar, olayları kabul edip, geçmişe mazi der ve geleceğe doğru yol alır.
Kimisi için acı tek hakikati olmuştur, o hep kurbandır, kurban kalacaktır. Kurban kimliği içersinde kendisini hapseder ve kaldığı yerden yola devam edemez. Yaşadığı olayın ardına bir nokta koyamaz, her daim geçmişe ait şimdiki zamanlarda yaşar.
Kimi kurbanlar ise daimi bir öfkeyle teslim etmişlerdir kendilerini. Öfke beraberinde öç alma fantezilerini da getirir. Öte yandan kolektif bir zulmün kurbanları için öfke onları birbirine kenetleyen bir çimento gibidir. Yaşamış oldukları travmayı canlı tutarlar ve bu travma grup kimliğinin muhafazası ve zarar görmemesi için bir kalkan haline gelir. Bu Vamik Volkan’ın deyimiyle seçilmiş bir travmadır. Travmanın yoğunluğu azaldığı zaman çeşitli yollarla travma yeniden canlandırılır. Hatta bazen öyle bir hal alır ki zulmün vahameti, hakikat, tarihsel gerçeklik, önemini yitirir, önemli olan grubu bir arada tutmaktır.
Acıyla uzlaşılır mı?
Peki 1915’den kurtulan bir Ermeni nasıl yaşar kurbanlığını, hangi yolu seçer, mesela acısıyla uzlaşır mı? Yoksa öfkeyi merkeze koyup, seçilmiş travmasını güçlü mü tutmak ister? Ya da tevekkül edebilir mi? Veya daimi bir kurban kimliği altında mı kurar hayatını?
Muhakkak ki bu sorulara net bir cevap vermek pek mümkün değil. Her insanın kurban olmayla, kurbanlıkla kurduğu ilişki farklı olacaktır. Sessiz kalan Ermeniler olduğu gibi, tevekkül edenler, öfke duyanlar da olacaktır.
Ya 1915’i yaşamayıp, anlatılan, duyan, dedelerinin gözlerindeki acıyı hisseden bizler. Bizler nasıl yaşarız bu kurbanlığın sonuçlarını? Nasıl bir yaradır kalbimizdeki? Büyüdükçe, öğrendikçe, yüzleşmek zorunda olduğumuz hakikatler arttıkça kimlikle ilişkimiz ne hal alır?
İlla resim, belge, kanıt lazım mıdır? Somut belgelerin olmaması, olup da gösteril(e)memesi, imha edilmesi, ortaya konulmak istenmemesi ne kadar önem taşır ailenizin soyağacından eksilen bireylerin yokluğunun en "somut" ve "hakiki" kanıtının yanında? Ve kimi zaman cevaplayabildiğim, kimi zaman cevap alamadığım daha nice soru…
Paravon dedem
Kimse için söz söyleme yetkim olmadığımdan kendimden örnek verebilirim bu üçüncü nesil "kurbanlığı" nasıl yaşadığıma. Ben en çok kayıplarıma yanarım, dedemin babasız büyümesine, babamın halasını göremeyişime,babamın hala hayatta olan 95 yaşında olan dayısı, Paravon dedemin kardeşlerini kaybetmesine yanarım.
Ey Paravon dedem, Samatya’nın Paravon Ağası, Yozgat Burunkışla’nın kıymetlisi.. Hani seneler önce fiziksel olarak daha iyiyken insanların onun heybetine bakıp, hiçbir acının onu yıkmayacağını sandıkları dedem..
İşte biz büyüdükçe, merakımız arttıkça, geçmişimizi bilmek istedikçe dedeme anlat dedik. Daha önemli resim, belge var mıdır yaşayanın hakikatinden ve o hakikati dile dökmesinden başka. Dedem dillendirince hakikatini, o heybetli adam gider, un ufak olur, "kundakta bebeğidim….." diye başlar, kardeşlerinin, akrabalarının nasıl hayatlarının yok edildiğini anlatır. İçindeki zifiri karanlığa gömülür, sözleri o karanlıktan dile gelir. Aslında anlatamaz, dili damağı, elleri titrer, öyle bir titrer ki biz sus pus oluruz, onun da dili bir süre lal olur, dile gelemez.. Biz dedeme bakar daha çok üzülürüz. Sonra kaybettiklerinin ardından yazdığı şiiri okur, ezberindedir o şiir, öyle yürekten okur ki, titrek titrek okur, gözünden yaşlar süzülür. Ey Paravon dedem, Samatya’nın Paravon Ağası, 95 yaşındaki dedem birden içindeki çocuğun sesiyle konuşmaya başlar. O bir başka üzülür, biz başka elemleniriz.
Dedem geçmişe mazi diyememiş, geçmişe ait şimdiki zamanlarda yaşamış hep ama kendine bir hayat kurabilmeyi yoktan bir hayat var edebilmeyi başarmış dedem. Başarabilmiş. Paravon dedemin acısı baki, ama ben dedemden bir kere olsun öfke dolu bir söz işitmedim. Bilirim onun da tek dileği gözün bakışının değişmesi, acısının paylaşılması. Ermeni olmayalar da gelip dedeme "Sizlerin yokluğunun yarattığı eksiklik, kaybettiğimiz onca değer, ruhdaşlık, paylaşım, kültür yüzünden aslında biz de bir nevi kurbanınız, acın benim de acımdır " diyebilse.. Dedem şiirini okurken onun titreyen ellerini tutabilse. Biliyorum ki Paravon dedemden tutun da, en gencinden, en yaşlısına kadar her birimizin temennisi bu... Evet geçmişe mazi diyemeyiz bu aşikar ama geçmişe ait şimdiki zamanlarda yaşarken, geleceğe dair umutlu olmak, mutluluk rüyalarımızın gerçekleşmesini umut etmek her birimizin hakkı.
Beyza ve Cemil Bey
Bu satırları yazarken, aylar önce Londra’ya uçarken, uçakta yanımda oturan Cemil bey geliyor hatırıma. Benim için çok kıymetli bir yolculuk olmuştu. Uzun uzun sohbet etmiştik, Ermeni olduğumu öğrenince birden gözlerinin içi gülmüştü;,
"Ben de Ermeni sayılırım, anneannem Ermeniydi aslen. Asıl ismi Nıvartmış, ama 1915’den sonra ismini değiştirmiş, Nıvart’ın anlamı parlak olduğu için ona Parlak demişler. Sivaslıymış, keşke geride kalan akrabalarımı bulabilsem, ne güzel olurdu."
Cemil bey kızının ismini de parlak manasına gelen Beyza koymuş. Nıvart, Parlak ve Beyza, aslında tüm hakikatimizi özetleyen aynı topraklardan ayrı ama aslında bir o kadar da aynı olan "üç" kimlik.
Beyza isminin hikayesini duyunca ne hissetti acaba? Peki Beyza nasıl yaşar 24 nisanı? Beyza Paravon dedemi görse, Cemil bey Paravon dedeme gelip "yayasının* " hikayesini anlatsa. Daha nice Cemil beyler kökeninde Ermenilik olduğunu saklamasa, bunu bir utanç olarak görmeyip, Cemil Beyin yaptığı gibi gururla, gözlerinin içi gülerek anlatsa. Birisinin aile bireyleri arasında aslen bir Ermeni olması hakaret olarak kullanılmasa, okullarda ufacık çocuklara Ermenilere karşı nefret söylemi içeren Sarı Gelin "belgeselleri" gösterilmese, bebekten katil yaratılmasa, sınır kapısı açılsa, gelecek 24 Nisanda iki halk sınırda acıyı beraber paylaşsalar... Gözün bakışı değişse.. Belki açgözlülük edip çok şey düşlüyorum, hatta belki kimilerine göre "haddimi" fazlasıyla aşıyorum. Ama 24 nisanda her ne kadar acı hakim olsa da o acıya bu düşlerle merhem bulmaya çalışmaktan kendimi alıkoyamıyorum. Bunları en çok da Paravon dedem, Beyza, Cemil Bey, Nora, Nare ve daha niceleri için düşlüyorum…(NK/BÇ)
* Nine
* Fotoğraf: Bawer Çakır / Türkiye-Ermenistan Sınırı / Kars