*Fotoğraf: Agos
108 yıl önce bugün Ermeni Golgota’sının* ilk kafilesi İstanbul’dan Ankara Ayaş ve Çankırı’ya doğru yola çıkarıldı. Ermeni aydınlarından, siyasetçilerinden ve ileri gelenlerinden toplamda 2 bin 234 kişi sürgüne gönderildi. Kısa sürede bu insanların büyük bir kısmı katledildi.
27 Mayıs 1915 tarihinde çıkarılan Tehcir Kanunu ile Osmanlı Ermenileri, ilk kafile ile açılan bu kapıdan kan revan içinde sürgüne çıkarıldılar. Tehcir, devletin amaçladığı imhanın hem yolu hem de örtüsüydü.
II. Abdülhamit döneminde de Ermenilere karşı yaygın yerel katliamlar yapıldı. Ancak Osmanlı Ermenilerinin asıl tasfiyesi İttihat Terakki iktidarı tarafından 1915 yılında uygulandı. Osmanlı dönemindeki azınlıkların tasfiyesi, Cumhuriyet döneminde de şu veya bu şekilde devam etti. İttihat Terakki ile şekillenen Türklük-İslamlık ideolojisi, Cumhuriyet devletinin temel karakteristik özelliği olarak bugün de devam ediyor.
24 Nisan 1915, Ermeni Soykırımın simgesel tarihi olarak tarihin kayıtlarına girdi.
Ermeni Soykırımı literatürü bir hayli zengin kaynaklara sahip. Ermeni fecaatinin neden ve sonuçları, yaşanan trajediler farklı açılardan ele alınabilir. Soruna yaklaşımlardan biri de hala güncelliğini koruyan aşağıda ifade ettiğim sorular (ki, bu sorular artırılabilir) kapsamındadır.
Bu trajik süreçte öldürülen, sürülen ve malları gasp edilen toplumdan geride kalanlar hayatlarını nasıl devam ettirdiler? Onca acının, onca katliamın kanlı ve ağır yükünü nasıl taşıdılar? Aradan en azından üç kuşak geçtikten sonra bu sorunla başa çıkabildiler mi?
Başa çıkmak derken trajik bu geçmişin gündeme getirilmemesi, unutulması, üstünün kapatılması anlamına gelmiyor. Tam tersine, insanların ve iktidarların sınırsız kötülüğünün özgün bir eylemi olan soykırımların unutulmaması ve “Bir daha asla” demek için, başta eğitim alanında olmak üzere hep işlenmeli, gündemde tutulmalı. Soykırım suçluları her yerde ve her zaman yargılanmalı.
Ölüsünü sırtında taşıyanlar
Başta Ermeniler olmak üzere Çerkez sürgünleri, Balkan Savaşlarının felaketleri, Rum, Süryani, Nasturi, Kürt katliamları ve Ortadoğu coğrafyasındaki nice katliamların, trajedilerin bu topluluklarda bıraktığı hasarlar var. Ancak tarihin en büyük zulümlerinden birini yaşayan Ermenilerde bu hasar günümüzde de ağır biçimde devam etmekte. Öyle ki neredeyse yaşayan her bir Ermeni, hala kendi ölüsünü sırtında taşımanın yorgunluğunda.
Ermenilerin yaşadığı soykırım felaketi, Ermeni kültürünü o korkunç anıların acısının fasit dairesine sokmuştur. Travmatik hayatlar bir yandan acı ve gözyaşını üretirken, diğer yandan da toplumun belleğindeki acı ve gözyaşları, travmaları tetikleyerek bir paradoks oluşturmuştur. Bütün Ermeni edebiyatı, sanatı ve entelektüel hayatı neredeyse 1915 ana başlığı altındaki üretimlerle sınırlı kalmıştır.
Ermeni toplumunun bütün enerjisini yönelttiği 1915 travmasından çıkışı, büyük ölçüde diğer toplumların desteğiyle mümkündür. Bu destek ise, 1915'te Ermenilerin başına getirilenlerin bilinmesinden ve kabulünden geçer.
Bunların iddialı görüşler olduğunu ve yanılıyor olabileceğimi peşinen belirtmeliyim.
Elbette tarihin en kanlı katliamlarına uğramış atalarını anmak için o günün yaşam koşullarını fotoğraflarla, anılarla, etnografik objelerle, müziklerle yeniden üretmeye, simüle etmeye çalışmaları, aynı zamanda felaketin kurbanlarına bir borç ödeme olarak doğal, gerekli ve anlaşılır bir faaliyettir.
Konunun bir başka boyutu da Ermenilerin yaşadıkları tarihsel felaketlerin büyük devletler tarafından yeterince dikkate alınmaması, kimi yerlerde 1915’in tarihin bir dipnotu olarak görülmesi, hatta inkâr edilmesi Ermeni entelijansiyasını sürekli bu tarihsel gerçeklikleri anlatma çabasına sevk etmiştir. Bu çabalar son yıllarda Ermeni Soykırımının tanınır ve bilinirliliğini artırdı. Ama sonuçta bu sorun bütün ağırlığıyla ortada duruyor.
Elbette Ermeni sorununun çözümü devletlerin parlamentolarından değil, toplumların konuyu sahiplenmelerinden, gerçeğin olduğu gibi kabulünü ve barışı savunan güçlü sivil oluşumların varlığından geçer. Çözümün asıl tarafları ve merkezleri olan Türkiye ve Ermenistan arasında sağlıklı diyalog ve adımların atılması için, uluslararası kamuoyunun kolaylaştırıcı rolü önemlidir.
Kimsesizlik, güçsüzlük, yalnızlık
Soykırım (jenosid) kavramı ilk defa Polonya Yahudi’si hukukçu Raphael Lemkin tarafından kullanıldı. Lemkin’in çabalarıyla 1948 yılında Birleşmiş Milletler tarafından soykırım kavramı uluslararası hukuk tarafından bir suç olarak tanımlanıp kabul edildi.
Yahudi katliamı böylece hukuk literatürüne soykırım suçu olarak girdi. Nazilerin yargılandıkları savaş suçları maddelerinden biri de bu soykırım suçuydu. Yahudi diasporası Nazilerin soykırımı üzerine on binlerce materyal ortaya çıkardı, sanat, edebiyat ve özellikle sinema sektöründe çok geniş yelpazeli ürünler sergiledi.
Yahudi soykırımı birkaç marjinal çevrenin inkâr ve komplocu iddiaları dışında dünyada kabul görmüş durumda.
Soykırım denilince ilk akla gelen Yahudi soykırımıdır.
Ya Ermeniler?
Bu soru bir yarış anlamında değildir. Yahudilerle karşılaştırdığımızda Ermenilerin kapitalist dünyadaki (Özellikle Batı’da) varlığının sınırlı ve zayıf bir etkiye sahip olduğunu görüyoruz.
Elbette Ermenilerin de bu tarihi trajediyi anlatma yönünde yoğun çabaları var.
Ermeni trajedisini uluslararası alana taşıyan sanat, edebiyat, basın-yayın, kültürel ve diplomatik etkinlikler yoluyla bu tarihsel sorunun olabildiğince bilinirliğini sağlayan güç, Ermenistan’dan çok, Ermeni diasporasıdır. Ancak Ermeni diasporasının sermaye, bilim, sanat, entelektüel gücü de sınırlıdır.
Ermenistan ise 1920’den 1990’lara kadar 70 yıl boyunca Sovyetler Birliği Cumhuriyetlerinden biri olarak ‘kapalı’ bir ülkeydi. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra da kendini uluslararası alanda bir ölçüde de olsa etkin bir güç olarak konumlandıramadı. Ermenistan’ın verimsiz bir coğrafyaya, sermaye girişinin olmadığı ve özellikle iktisadi geriliğe sahip olması, o ülkeyi kimsesiz ve güçsüz bırakmaktadır.
Uluslararası ilişkilerin belirleyici ölçüsü hala hukuktan çok, devletlerin askeri ve ekonomik gücü olarak devam ediyor. Güç merkezlerinin çıkarlarına göre üretilen uluslararası politikalarda zulme uğrayan toplumların haklarından ne ölçüde söz edilebilir?
Tamamen kendi devletlerinin veya işgalci güçlerin insafına bırakılmış toplulukların travmatik yaralarına bir merhem dahi sürülemiyor. Hatta o katı devlet çıkarları gözlüğüyle zulme destek bile olunuyor. Ancak zalimin zulmüne uğrayan o halklardan/topluluklardan büyük güçlerin bir çıkarı varsa ya da dünya kamuoyunun çok rahatsız olduğu durumlar oluşmuşsa, müdahale ediliyor.
Dünya hâlâ güçlülerin hakimiyetinde ve böyle bir dünyada kimsesizler, güçsüzler travmalarıyla baş başa kalıyorlar. Geriye bu egemenlik biçiminin karşısında insan haklarını ve demokratik değerleri savunmak kalıyor ki, işte mesele de bu olup acılarla ve zulümle baş etmenin tek çözüm yolu da buradan geçiyor.
Devletlerin çıkarlarının insan haklarını baskıladığı, adaleti görmezden geldiği yerde, geriye tarihte inşa edilmiş zulüm surlarında kimsesizlerin çığlığı yankılanıyor.
Dünyada soykırıma uğrayan bütün halkların anısına saygıyla.
*Golgota, Kudüs’te İsa’nın çarmıha gerildiği tepenin adı.
(HŞ/RT)