Kara, uzun, sessiz genç erkekler günbatımında tek sıra halinde Bodrum’un zeytin ağaçlı yollarının kenarında tek sıra halinde yürüyorlar. Sessiz, küçük çocuklar annelerinin, abilerinin ellerinde savrularak. Midilli’nin öğle sıcağında ışıldayan mavi koylarında dağınık bir küme olarak yürüyorlar. Sessizce. Hep yürüyorlar. Gören herkes onlardan bahsetmeden duramıyor. Yürüyorlar. Mülteciler yürüyorlar.
Yanımızdan yürüyüp geçiyorlar. Hepimiz onlardan konuşuyoruz. Bireysel hayatlarımızın en büyük krizi bu şu anda: Şehir merkezinde en sevdiğimiz kafenin yanındaki çadırlarla nasıl bir ilişki kuracağız? Kobaneli Aylan’ın kıyıya vurmuş cesedini Facebook sayfamızda yayınlamalı mıyız?
Bu soruların yanıtı bizi nereye götürecek? Bireysel vicdan muhasebelerimizden kamuoyuna, oradan politika yapım süreçlerine nasıl bir yol var?
Türkiye’de bulunan Suriyeli mültecilerin sayısı 2 milyonu aşmış durumda. Yıllardır geçiciliğinin ne zaman biteceği belli olmayan bir iltica rejimi altında yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Yeni yasa ve Göç İdaresi kurumuyla mültecilerin geçici koruma rejimi altında kayıt altına alınmaları sağlansa, üçüncü ülkelere sevkleri, hala ülke içindeyken eğitim, sağlık gibi temel hizmetlerden faydalanmalarını ve istihdama erişimlerini yapılandırma çalışmaları olsa da, Türkiye’de zorluklarla dolu yaşamları onları başka seçenekleri düşünmeye itiyor.
Ancak, mültecilerin Türkiye’de gördükleri muamele ve Türkiye’de geleceklerinin belirsizlikleri, tek başına Türkiye’ye doğru artan mülteci sayısını ve insan kaçakçılığı yoluyla Türkiye’den Avrupa’ya giderek artan tehlikeli geçişleri ve bununla birlikte ortaya çıkan insan hakları sorunlarını açıklamaya yetmez. Türkiye, büyük resmin sadece bir parçası, mülteci krizinin bir ayağı.
Yunanistan’a her gün Türkiye’den gelen 2000 kişinin vardığı söyleniyor. Bu sayı Eylül’ün ilk haftasında daha da artmış durumda. Çok uzun zamandır iltica akınlarını kontrol etmeye çalışan Yunanistan ve Türkiye’nin artık kapasitesinin yetmemeye başlaması, iç politika gündemlerinin ağır basması ve Avrupa’dan uzun zamandır bekledikleri adil yük paylaşımının gerçekleşmemesi artışların sebepleri olarak değerlendirebilir.
Avrupa’nın süre giden iltica politikasını aynı katılıkta sürdüremeyeceğini anlamış olması da bir diğer etken. Örneğin, Merkel’in Almanya’nın yeni mülteci akımıyla ilgili Türkiye ve diğer ara ülkelerle işbirliğine açık olduğuna dair açıklamaları her ne kadar iltica hukukunu bilenlerde uygulanması imkansız bir ‘ilk ülkeye iade’ rejimi yaratacağına dair kaygıya neden olsa, son durak olarak Avrupa’yı hedefleyen mültecilerde umut yaratmış durumda. Bu haberler, Suriyeli mültecilerin yanı sıra yıllardır BM tarafından terk edilmiş hisseden Afganlar gibi Türkiye’de yerleşik mültecileri de hareketlendirdi. Aynı belirsizlik hali, sahil güvenlik gibi yereldeki kolluk kuvvetlerini de gevşek davranmaya itiyor. Sonuç, yaz aylarında göç tsunamisi.
“Ulus-devlet çağında bir kavimler göçü” seviyesine varmış olan mülteci akınlarına karşı gerek hedefteki ulus-devletlerin gerekse süreci düzenlemesi beklenen uluslararası ve bölgesel örgütlerin (sırasıyla, Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği gibi) bu umudu karşılayacak düzenlemeleri ise henüz çok yetersiz.
Midilli’de Eylül’ün ilk haftasında artan mülteci akını karşısında yaklaşık 17 bin mültecinin bulunduğu adanın limanı fiili bir sığınmacı kampına dönüşmüş durumda. Limanın dayandığı metruk kale surlarından başlayarak limana doğru kıvrılarak inen yolda binlerce çadır, onbinlerce insan ağaç gölgelerinde Avrupa’ya ilk giriş noktası olarak Yunanistan’da kaydolabilmeyi bekliyor.
Çoğu Türkiye’den gelen sığınmacılar Türkiye’de kayıt olmayı tercih etmiyor çünkü olası bir geri gönderilme durumunda kayıtlarında Türkiye’nin ilk giriş ülkesi olarak kabul edilmesini istemiyorlar. Türkiye, kayıt yaparken parmak izi alıyor, bu da mültecinin takip edilmesini olanaklı kılıyor. Buna karşılık Yunanistan kayıt sisteminde beyan esas – daha doğrusu, beyandan başka bir yönteme dayanabilecek sistem henüz Midilli’de yok.
Böylece, tüm mülteciler yalnızca isim beyanıyla kaydolabiliyorlar. Kamplarda ve limanda Suriye’nin yanı sıra Irak ve Afganistan’dan da yüksek sayıda sığınmacı var ama herkes kendini Suriyeli olarak kaydettiriyor çünkü şu sıralar Suriyeli sığınmacıların kabul edilme olasılığı en yüksek. Suriyeli mülteci, “popüler” mülteci kimliği olarak Filistinli mültecinin yerini almış durumda. Diğer kamplardan gelen haberlere benzer olarak, Midilli’de de etnik guruplar arasında kavgalar görülüyor.
Midilli mülteci kamplarında tuvalet ve banyo olanağı yok, kayıt numarası olmayan mülteciler maddi imkanları olsa bile otellere, lokantalara ve taksilere kabul edilmiyor. Liman polisi mültecileri şehre yollamaya çalışıyor, şehir polisi onları şehirden uzak tutmaya. Sonuç, Atina’ya geçebilmek için gereken belgelerini beklerken ada boyunca durmadan yürüyen binlerce insan.
Midilli liman-kampında resmi görevli görmek çok zor. Kayıt kabul merkezi adanın içindeki bir kamptan limana taşınmış, kısa bir süre sonra tekrar Karatepe kampına geri taşındı. Kayıt kabul merkezinde sivil giyimli, elleri coplu kişiler mültecilere kimlik beyanatlarına karşılık elle yazılmış kimlik numaraları verip resimlerini çekiyor. Sonra “ne olur ne olmaz” diyerek copla şöyle bir sıra dayağından geçiriveriyor.
Resmi giyimli liman polisleri ise çevik kuvvet donanımında ve sadece limana mal girişinin engellenmemesi için sığınmacıları kovalayarak yol açmakla sorumlu. Kayıt kabul merkezi tam limana mal girişinin yapıldığı yolun üzerinde kurulduğu için yol sıklıkla sıraya giren binlerce insan tarafından tıkanıyor, liman polisi yolu açmak için insanlara saldırınca mülteciler saatlerdir bekledikleri sıralarını kaybediyorlar ve tekrar başlamak zorunda kalıyorlar. Bu kısırdöngü içinde günler geçiyor ve mülteciler kısıtlı mali birikimlerini daha Avrupa’ya ilk adımlarında harcamaktan korkuyorlar. Bu bunaltı içinde Türkiye’deki günlerini arar duruma gelmişler, “en azından fiiliyatta kimse bize kötü davranmıyordu” diyen çok. Limanda gerilim çok yüksek, gün içerisinde polisle mülteci grupları arasında biber gazi kullanımına varan tartışmalar ve protestolar yaşanıyor.
4 Eylül’de polisin çok sert müdahalesiyle sonuçlanan ve Afganistanlıların ve Suriyelilerin farklı olarak aktardıkları kavga ve isyanın ardından liman mültecilerden temizlendi. Karatepe ve diğer kamplar çoktan dolmuş olduğundan limandan çıkanlar şehrin zaten dolu olan park alanları dışındaki tüm açık alanlara, kaldırımlara, dükkanların önlerine, tam anlamıyla kıvrılabilecekleri neresini bulurlarsa oraya yerleşiyorlar. Karatepe kampında elektrik yok, kampta çadır, yiyecek, giyecek gibi malzemeleri temin eden seyyar satıcılar var, mobil fast-food büfeleri de kampın girişine konuşlanmış durumda. Bazı mültecilere göre burada daha çok bekletilmelerinin bir sebebi de yerel esnafa iyi para kazandırıyor olmaları.
Şehirde gece, gelinen insanı krizi gözler önüne sermekte. Kaldırımlarda, kıyı şeridinde yüzlerce insan uyuyor. Kıyının öte yanında ise adanın ölmeye yakın turizm hayatı devam ettirilmeye çalışılıyor, müzik dışarıda ne olduğunu duymak istemiyoruz dercesine yüksek. Limana girişleri engellemek için liman girişinde duran üç polis dışında etrafta kimse yok, adanın tamamında görmüyoruz duymuyoruz hali çok bariz.
Krizin büyüklüğü göz önünde bulundurulduğunda yerel halktan gönüllü grupların ya da yeteri sayıda sivil toplum kuruluşunun burada olması beklenir ancak bu koyvermişlik halinin, mültecilerin kendilerini de hayrete düşüren bu insanı olmayan koşulların Yunanistan’ın politikasızlık politikasının ne kadar derin olduğunu gösteriyor. Ne de olsa burası devlet için de halk için de mültecilerin sadece geçiş bölgesi ve Yunanistan’ın bu kadar sayıda mülteci insanı bir şekilde karşılayacak, barındıracak işlemlerini yürütecek bir kapasitesinin olmadığı ya da bu kapasiteyi oluşturmaya gönüllü olmadığı açık. Kriz kontrol edilemeyen bir noktaya şu an ulaşmış olsa da, varışlar aylardır devam etmekte ve uluslararası toplumun ve kuruluşların hala hazırlıksız olmasını anlamak zor.
Midilli liman-kampında ve Karatepe kampında beş on kişilik bir BM Mülteciler Yüksek Komiserliği ekibi “işlerin bu duruma geleceğini hiç beklemiyorduk” diyorlar. Alanda küçük bir Sınır Tanımayan Doktorlar ekibinin yanı sıra birkaç yerel sivil toplum örgütü var. Örneğin kampta çadır dağıtımını düzenleyen bu sivil toplum kuruluşları (STK). Aynı şekilde, Arapça çevirmenleri olanlar da gene bu sivil toplum kuruluşları. Mülteciler muhatap alabilecekleri bir otorite figürü göremiyorlar, bilgi kirliliği var. Gündüzleri gelen az sayıda STK çalışanı ve tek tük gazeteci dışında muhatap kimse yok. Karatepe kampında mülteciler bilgiye erişmelerinde şu an tek araç gibi görünen telefonlarını şarj etmek için aydınlatma direğinden elektrik çekiyorlar. Mülteciler için “kimse yok mu” dedirtecek bu manzara, yeterli bilginin sağlanmamasının onları kaçakçılara daha da bağımlı kıldığı aşikar.
Bu manzara yalnızca Midilli’ye ya da Yunanistan’a özgü değil. Türkiye’de de BM Mülteciler Yüksek Komiserliği, Uluslararası Göç Örgütü ve diğer uluslararası kurumlar tez elden bu yeni durumu çözmek için strateji geliştirme çabası içindeler. Fakat bu kurumların hantal bürokratik yapısı daha önce kullandıkları kapasite geliştirme yöntemlerinin bu yeni durum için yeterli olmayacağını, yerelden bilgilenen yeni uygulamaların planlanması gerektiğini yavaş algılamalarına neden oluyor. Bir de bunun üzerine, Avrupa Birliği ve üye ülkelerin bölgesel ve ülkesel çıkarlarla uluslararası örgütlerin politikalarını engelleme çabaları var.
Ülkeler ve örgütler karşılarındaki gerçekliğin ne olduğunu kavrayıp harekete geçmeye çalışırken o gerçeklik gün be gün değişiyor, “mülteci krizi” yeni dönemeçler alıp başka dönemlere geçiyor.
Mültecileri, Avrupa diye vardıkları bu topraklarda sadece temel ihtiyaçlarını bile karşılayamıyor olmaları değil, onurlu bir muamele göremiyor olmaları hayal kırıklığına uğratmış görünüyor. Ne de olsa, onlar da bizim gibi, hiç bir zaman ülkelerinde savaş çıkıp da bu şekilde yollara düşeceklerini öngörememişlerdi. Yaşam döngüsünü kendileri ve aileleri için olabildiğince iyi bir şekilde sürdürmeye çalışan insanlardı sadece.
Bu nedenle de mültecilik deyince ilk akla getirilen sürekli bir muhtaçlık hali vurgusunun aşılması faydalı olabilir. Evet, yaşamlarının bu döneminde mülteci oldular ancak bu dönemi atlatacaklar ve vardıkları yer her neresi olursa olsun çalışmaya, üretmeye, öğrenmeye bizler gibi devam edip, yaşam döngüsüne kaldıkları yerden devam edecekler. Bu yüzden, onurlu, insan haklarına yarışır bir muamele ve desteğe ihtiyaçları var. (CE/EKN)
* Yazının belkemiğini oluşturan bilgiler için göç ve iltica konularında çalışan Lare Ilgın’a, fotoğraf ve mülakatlardaki katkıları için de Serap Emil ve Navid Fozi’ye teşekkür ederim.