Yazının Kürtçesi için tıklayın.
Yaşadığımız coğrafya çetin günlerden geçiyor, zor günlerden geçiyoruz hepimiz. Dört bir yanımız 'ölüm', 'öldürme', 'katliam' 'göç' ve 'sığınmacılığın sıradan olaylar olarak görüldüğü bir cehenneme dönüşmüş. Bizi bu günlerde birbirine yakınlaştıracak, bizi yan yana getirecek, 'dil'dir, dillere saygıdır, 'dillerin barışı'dır.
Antropologlara göre dil, yani konuşma yeteneği insanı diğer primat türlerinden ayıran temel öğedir (Calvin Wells, İnsan ve Dünyası, 1994:157). İnsanlar dil ve konuşma aracılığıyla toplumsal ilişki kurar, birbirlerini tanır, duygu ve düşüncelerini birbirlerine aktarır ve birbirlerini anlarlar. Bu nedenle de dil, kültür ile birlikte toplumun oluşmasında ve devamında önemli bir yer tutar.
Kuşkusuz her toplum, her halk 'kendi' diliyle, kendi anadiliyle toplumsal süreğenliğini sağlar. Kendi kültürünü gerek sözlü gerekse yazılı olarak kendi anadiliyle sonraki kuşaklara aktarır. Bundan dolayıdır ki anadil, annenin dili ciddi bir önem taşımaktadır. Bundan dolayıdır ki, anadili eğitiminin yasaklanması veya önüne engeller konulması, aralarında eşitsiz, ezen-ezilen ilişkisini ortaya çıkardığı için 'toplumsal barışı'n da yolunu kapatmaktadır.
Temellerini eşitlik ilişkisi, temellerini çok dillilik ve çok kültürlülük üzerine inşa eden toplumlarda toplumsal barış ve aynı zamanda 'dillerin barışı' da daha ileri bir düzeydedir. 21 Şubat bir sembol olarak bunu ifade eder.
Dünyada 21 Şubat 'Uluslararası Anadil Günü' olarak kutlanmaktadır. Bu günün tarih ve hikayesi de bu yazının başlığı ile çok ilişkilidir. Barış ve dil, barışın dili veya dil(lerin) barışı. 21 Şubat 1952 yılında Bangladeş'in (O zamanlar Pakistan'a bağlıdır ve Güney Pakistan olarak anılır) Dakka Üniversitesindeki Bengalli öğrenciler anadil hakları, anadillerinin resmi dil olarak kabul edilmesi için bir eylem gerçekleştirirler. Polisin eyleme saldırır ve 4 öğrenciyi öldürür. Bu sonradan 'Uluslararası Anadil Günü'nün temelini oluşturur.
21 Şubat UNESCO tarafından 17 Kasım 1999'da dünyadaki halkların konuştuğu bütün dillerin korunması ve geliştirilmesi' düşüncesiyle 'Uluslararası Anadil Günü' olarak kabul edilir ve o günden beri çok dillilik ve çok kültürlülük çerçevesinde etkinlikler gerçekleştirilir.
Bu konuda UNESCO genel direktörü Irina Bokova şunu söylüyor; "Anadiller çok dilli yaklaşımda eğitimin temel öğesidirler, ki tek başlarına kadın ve erkeklerin güçlendirilmesinin ve toplumlarının temelini oluşturmaktadır. Hiçbir kimseyi arkada bırakmamak için, herkes için daha haklı ve sürdürülebilir bir gelecek oluşturmak için bizim bu gücü tanımamız ve beslememiz gerekmektedir".
Dolayısıyla, iyi bir eğitim, güçlü kadın ve erkekler, toplumsal barış için her şeyden önce anadilde eğitimin teşvik edilmesi gerekir. Çünkü anadil eğitimi insanın sosyal ve psikolojik gelişmesi için çok önemlidir ve bireyin kendine güvenini de arttırır.
Türkiye ve anadillerin durumu
Yaşadığımız bu coğrafya ve dört bir yanımız kültür ve dil bakımından zendin bir coğrafyadır. Fakat ne yazık ki bu coğrafyanın muktedirleri bu durumun farkında değillermiş gibi görünüyorlar ya da bunu iktidarları için bir tehlike olarak gördüklerinden böyle bir durum yokmuşçasına davranıp dile getirmemeyi tercih ediyorlar. Bunu dile getirenler de onları gözünde 'kötü niyetli' olanlardır. Bu yaklaşım toplumsal barışın da önünü kapatmaktadır.
Türkiye'deki muktedirler de yıllarca aynı tavırla görmezden geldiler, bu coğrafyadaki dil ve kültürleri tanımadılar, ve böylece hem bu dil ve kültürlerin gelişmesinin, hem de toplumsal barışın, toplumlar arasında barışın önünü kapattılar.
Son yıllarda o kadar can ve zaman kaybından sonra bu konuda bazı adımlar atıldı, bazı ilerlemeler kaydedildi. Devlet televizyonundan çok dilli yayınlar başlatıldı, üniversitelerde 'yaşayan' diller bölümleri açıldı, okul müfredatına seçmeli diller girdi, yine de bütün bu olumlu gelişmelere rağmen ne yazık ki devletin o eski yaklaşımını değiştirdiğini söylemek mümkün olmuyor. En başta, bu diller 'tanınmadı' ve hala 'yaşayan dil' olarak adlandırılıyorlar, bu gelişmeler anayasaya yerleştirilmedi, anadilde eğitim hakkı kanunlarda tanımlanmadı ve öyle görünüyor ki bilinçaltlarında o eski yaklaşım değişmemiş. Belediyeler tarafından açılan 'Kürtçe okul'ların kapatılması bunu gösteriyor. Kuşkusuz bu konuda Kürt siyasetinin bu gelişmelere sahip çıkmayışı da -özellikle de ilk dönemlerde- eleştirilebilir ya da onlar kendilerini eleştirmeli ki bu konuda geleceği değiştirebilsinler.
Yukarıda dile getirilenler her ne kadar Kürt dili için söylenmiş olsa da durum bu coğrafyada konuşulan diğer diller için de geçerlidir. Hatta kaybolmakla yüz yüze kalan dillere daha özenle yaklaşılmalı ki bu diller tekrar gelişebilsin, kaybolmasın. Çünkü her kayboluş bu coğrafyanın kültürel zenginliğini biraz daha zayıflatıyor. Çünkü dil sonbaharda dökülüp baharda yeniden açan bir ağaç yaprağı değil, kaybolduğunda bir daha 'canlanmıyor.
Bu nedenle, bir zamanlar bir bakanın Kürtçe için söylemiş olduğu 'günlük konuşma dilidir, bilim dili değil' yaklaşımı değil, fakat bütün dillerin 'eşit' olduğu ve eğer imkanlar verilirse bütün dillerin dünya ormanında yerini alabilir yaklaşımı gereklidir.
Başta bu yaklaşımla ve şimdiye kadarki gelişmelerle birlikte, her şeyden önce dillerin varlığının tanınması, anadilde eğitim hakkının kabul edilmesi ve bunun hukuksal zeminin yaratılması gerekmektedir. Bununla beraber açılan bölümlerin arttırılmalı, bu bölümlerden mezun olanların atanmaları yapılmalı, var olan enstitülerin arttırılmalı ve yüksek öğrenim (Yüksek lisans ve doktora) imkanları geliştirilmelidir. En önemlisi de bunların 'yaşayan diller enstitüsü' adlandırılmasında olduğu gibi 'utangaç' bir şekilde yapılmaması gerekir. Yine bunların siyasi ölçütlere göre değil akademik ölçütlere göre yapılması gerekmektedir. Şimdiye Bugüne kadar Mardin Artuklu Üniversitesindeki Kürt Dili ve Kültürü doktora programının kabul edilmemiş olması ilginç bir örnek teşkil etmektedir.
Bunlardan da önce o köklü zihniyetin değişmesi gerekir. Başta 'üst düzey'dekilerin ve muktedirlerin kendi kafalarında anadilde eğitimin önemini herkes ve bütün diller için kabul etmeli ve sonra da toplumun anlaması için adımlar atmalılar. Bu toplumsal barışın, toplumlar ve diller arasındaki barışın da temelini oluşturacaktır.
Sonuç:
İnsan dünyaya geldiği gün 'ana dili'ni tanır ve bu dille yetişir, anlar, dünyayı bu dille tanır. Bundan dolayı duygu ve düşüncelerini en iyi şekilde anadiliyle ifade eder. Söz Nelson Mandela'ya ait;
"Eğer bir insanla [anladığı] herhangi bir dille konuşursanız bu onun kafasına girer, fakat eğer onunla anadiliyle konuşursanız bu onun yüreğine girer".
İçinde yaşayanların kendilerini rahatça 'yürek'ten ifade edebildikleri bir toplum gelişmiş bir toplumdur, barış içindeki bir toplumdur. Bu nedenle, bütün diller kendilerini 'yürekten' ifade edebilmeli ki toplumsal barış içinde birlikte yaşayabilsinler. Çünkü toplumların barışı ve toplumsal barış dillerin barışı üzerinden yükselecektir. (NK-SÖ/HK)