Uluslararası belgesel festivali IDFA, Covid’in yoğunluğunu azaltmasıyla 9-20 Kasım tarihleri arasında Amsterdam’ı tekrar dünyanın belgesel film başkenti haline getirdi.
Festivalin yarışmalı bölümlerinde yer alıp dünya prömiyerleri IDFA’da gerçekleştirilen eserlere ek olarak geçtiğimiz aylarda gezegenin muhtelif organizasyonlarında gösterilerek seyircinin gönlünü fetheden ve jüriler tarafından ödüllendirilen belgeseller de seyirciyle buluştu.
IDFA belgesel endüstrisine hitap eden birçok faaliyetle sinemanın bu nadide kolunun aktif pazarı rolünü sürdürdü, gerçeklerin kamufle edilmeye ve çarpıtılmaya çalışıldığı günümüzde hakikate bir nebze de olsa yaklaşma misyonunu layıkıyla devam ettirdi. İnsan hakları irdelendi, muhtelif platformlarda tartışıldı, istikbale yönelik yapıcı adımlar atıldı.
35. IDFA’nın aklımda kalan altı belgeselini daha dikkatinize sunarken benzer organizasyonların Türkiye’de desteklenmesini temenni ederim.
Savaşta üç kadın muhabir
2. Cihan Harbinde görevlendirilmiş, bilinen ilk kadın savaş muhabirleri hakkındaki belgesel sizi derinden etkileyecek, savaşın korkunçluğunu iliklerinizde hissettirecek, görüntülere ve aktarılanlara dayanabildiğiniz takdirde size Nazi kamplarının dehşetini bir kez daha yaşatacaktır.
Tabii bunda filmin yönetmen hanesinde Luzia Scmid’i görmemizin büyük payı var, çünkü sözkonusu kadınların savaş alanından bildirdikleri, mektupları ve günlüklerinden alıntılar ancak bir kadının hemcinsleriyle kurduğu derin empati sayesinde bu kadar isabetli bir seçimle karşımıza çıkabilirdi.
Erkeklerin hâkim olduğu bir çevrede savaş öncesi parlayan ve bu sayede karşı cinsin harcı sayılan savaş muhabirliğine münasip görülmüş üç kadının hayatı savaş hususunda ibretlik anekdotlarla dolup taşıyor. ABD’li Martha Gellhorn, Margaret Bourke-White ve Lea Miller hevesle giriştikleri görevlerini uzun süre coşkuyla sürdürmüş olmalarına rağmen zamanla bitap düşmüş, ikisinin milliyetçi duygularla sarıldığı misyonlarını sorgular hale gelmişlerdi.
Aralarında Ernest Hemingway’in bulunduğu huysuz kocalarının kaprisleriyle de uğraşmak zorunda kalmış cesur kahramanlarımızın kabiliyetlerinin tam olarak değerlendirildiğini, ülkelerine faydalarının gerçek anlamda minnetle karşılandığını söylemek zor. Üçünün de savaş travmalarından kurtulamadığı zaten aşikâr.
Üç Kadın ve Savaş (Drei Frauen und der Krieg/Trained to See – Three Women and the War) adlı film birbirinden ilginç arşiv malzemeleriyle size savaşın saçmalığını bir kez daha yaşatacak, kadınların objektifinden gördükleriniz yepyeni perspektifler açacaktır.
2022 Almanya-İtalya ortak yapımı 106 dakikalık film IDFA’nın Frontlight bölümünde yer alıp uluslararası prömiyerini Amsterdam’da gerçekleştirmiş oldu. Mevzuyu gayet ciddi bir yaklaşımla irdeleyen, belki klasik belgesel formatı yüzünden tahammül sınırlarınızı zorlayabilecek filmin coğrafyamızda seyirciye mutlaka ulaşmasını dilerim.
Gazeteciler hedefte
Gerçeklerin saklanmaya çalışıldığı, gazeteciliğin hedefte olduğu gayet tehlikeli bir süreçle karşı karşıyayız: Afganistan’da yönetimin Taliban tarafından tekrar ele geçirildiği 2021 yılında Etilaat Roz gazetesi çalışanlarının etrafındaki çember gittikçe daralmakta, gerideki 10 yıl boyunca mümkün olduğunca bağımsız ve şeffaf bir gazetecilik sürdürme çabaları imkânsızlaşmaktadır.
Gazetenin merkezinde belirsiz bir geleceğe doğru yol alınırken editör Zaki Daryabi bir yandan etik habercilikten ödün vermemeye çalışırken gazete çalışanlarının güvenliği hususunda da sorumluluk üstlenmek durumundadır. Ne de olsa banka hesapları bloke edilmekte, yeni sansür kuralları dayatılmakta, hatta protesto yürüyüşlerinde mesleklerini yürütmeye çalışan gazeteciler acımasızca dövülüp gözaltına alınmaktadır. Uçak gümbürtüleri ve silah sesleri arasında Etilaat Roz merkezinde kalan gazete çalışanı Abbas Rezaie kamerasını Ağustos-Ekim ayları arasında meslektaşlarına yöneltirken endişelerini, korkularını, ümitsizliklerini ayrıntısıyla belgeliyor, kalmak ve gitmek arasındaki ikilemi yaşayanların psikolojisini detaylarla seyirciye yansıtıyor.
2022 Afganistan yapımı 93 dakikalık Etilaat Roz adlı belgesel IDFA’nın Frontlight bölümünde Avrupa prömiyerini gerçekleştirdi ve yönetmenlerin ilk filmleri klasmanında yarıştı.
Film için, tüm dünyada baskıcı rejimler hürriyet kısıtlayıcı yaptırımlar uygulayarak gazetecilerin gücünü gasp ederken örselenmişliğin vücuda gelmiş hali diyebiliriz.
Kayıp ruhlar
THE LOST SOULS OF SYRIA - TRAILER VOSTEN from The Party Film Sales on Vimeo.
Esad rejiminin Suriye’de 2011 yılından itibaren işlediği insanlık suçları ve işkence fotoğraflarını sızdırmış olan “Caesar” kod adlı askeri polis fotoğrafçısı tehlikeli misyonunu başarmış olmasına rağmen dünyada adaletin yerini bulması o kadar kolay olmuyor.
İşkenceyle öldürülmüş insanların 27 bin fotoğrafı ülkenin dışına binbir zorlukla çıkarılmış ve mesele Birleşmiş Milletler’in dikkatine sunulmuş olmasına rağmen Rusya ve Çin’in vetosuyla uluslararası hukuk yolu tıkanmıştı.
İspanya ve Fransa’da konuya hassas hukuk bürolarının açtığı münferit davalarda Suriye’de rejimin iktidarını sürdürüyor olması sebebiyle, Avrupa kapsamında bir türlü istenilen sonuca ulaşılamadığı gibi işkenceyle ölümlerin hız kesmediği de anlaşılmıştı.
Akabinde, Almanya’da işkencecilerin yargılanması ve cezalandırılması yönünde ilk hukuki başarı elde edildikten bir süre sonra 2018’de Suriye rejimi kayıp insanların ölüm kayıtlarını yayımlamış, işkence suçlularının Fransa’da da yargılanması yolu açılmıştı.
35. IDFA’nın Frontlight bölümünde yer alan İşkence Kurbanları (Les Suppliciés/The Lost Souls of Syria) adlı belgesel meşakkatli sürece ciddiyetle eğiliyor.
Yönetmen hanesinde Stéphane Malterre ve Garance Le Caisne adlarını gördüğümüz, iddialı ve cilalı olduğu kadar irkiltici, 99 dakikalık 2022 Fransa-Almanya ortak yapımı film dünya prömiyerini Amsterdam’da gerçekleştirmiş oldu. Böylesine trajik bir mesele mevzubahis olduğunda bile uluslararası arenada muhtelif kurumların entrikalarını ve ahlaksızlığını teninizde hissederken, kimin samimi, kimin art niyetli olduğunu anlamakta zorlanabilirsiniz!
Ölüm Dansı
Ülkenin yasaları gereğince edep, millî güvenlik veya kraliyete hakaret unsurları taşıdığından yasaklanma ihtimali yüksek olmasına rağmen Ölüm Dansı (Dance Macabre) adlı belgesel cesur, ısrarlı hatta obsesif bir tavırla, tam da bu yasakları delme niyetini açıkça ortaya koyarak ülkenin 90 yıllık karanlık cinayetler silsilesini afişe ediyor.
Devletin halkına zulmetmekten imtina etmediği 1976, 1992, 2010 yıllarındaki katliamlar ve kısa bir süre önceki öğrenci protestolarının güvenlik kuvvetlerince hunharca bastırılması arşiv görüntüleriyle hatırlatılırken, muhafazakârların ahlakçı duruşuna inat, eşcinselliğin Kraliyet ailesine hiç de yabancı olmadığı adeta gözümüze sokuluyor. Her fırsatta, simülatif bir tavırla da olsa kamera karşısında hoyratça sevişen iki erkek meseleye provokatif bir tavırla parmak basıyor, homoerotik koreografiler ve muhtelif video klipleri devletin olayları şiddetle bastırma döngüsüyle absürt olduğu kadar ironik bir tezat oluşturup kendine has bir müdahalede bulunuyor.
Mütemadiyen seks yapan çiftin ta kendileri olma ihtimalini hissettiren, yönetmen ikilisi Thunska Pansittivorakul ve Phassarawin Kulsomboon, filmi kiç bir estetiğe yaslayarak seyirciyi belirli bir hızda akmakta olan bir görüntüler bombardımanına tabi tutuyor. Hollanda prömiyerini gerçekleştirmiş olan 2021 Tayland-Almanya ortak yapımı 90 dakikalık filmin IDFA’nın Paradocs bölümünde yer alması tesadüf değil!
Scala’yı yıkarken…
Tayland’da azgın kapitalizmin yerle yeksan ettiği müesseselerden bir tanesi bildiğimiz anlamda sinema salonları. Bangkok’un merkezinde aynı mahallede kısa bir süre önce yıkılmış iki muhteşem sinemadan sonra belgeselin odak merkezi Scala’ya da miyadını doldurmuş gözüyle bakıldığından değişimin davulları zamansızca çalmakta!
İlk filmin gösterildiği 1969 yılının mimari açıdan estetik dokunuşunu, ferah fuayeyi, ihtimamla tasarlanmış süslemeleri ve iddialı avizeyi takdir etmemek ne mümkün. Zaten kırmızı koltuklar dahil olmak üzere mekânın mobilyalarını, muhtelif dekoratif unsurlarını yerlerinden titizlikle sökenler mimari dokuya kesinlikle saygı duyuyor, tekrar değerlendirilme ihtimalini gözeterek vandalizmden mümkün olduğunca uzak duruyor.
Fakat ที่ระลึกรอบสุดท้าย (Scala) adlı film bizi sadece sıradan bir mimari ögeye yerini bırakacak bir kentsel dönüşüm kurbanıyla tanıştırmakla kalmıyor. Ne de olsa mazide sinema binası tüm çalışanlarıyla kendine has bir organizma gibiydi. Orada yatıp kalkanlar, mutfağında çalışanlar, temizliğinden sorumlu olanlar dahil, müesseseye yıllarını vermiş vefalı sinema personeli hatıralarını tatlı tatlı aktarıyor. Ulaşılan yüksek samimiyet seviyesinde filmin yönetmen hanesinde adını gördüğümüz Ananta Thitanat’ın Scala’da büyümüş olmasının payı gayet yüksek. Babasının yıllar boyunca sinemada yöneticilik yapmış olması Ananta’nın erken yaşta sinema tozu yutmasına ve büyüdüğünde Scala’ya minnet borcunu ödemeye girişmesine sebep olmuş.
İnsanın aklına İstiklal caddesindeki muhtelif sinemaların ve bilhassa Emek sinemasının değer bilmezler tarafından yok edilmesi gelirken, böylesine şefkat dolu belgesellerin buralarda çekilmemesine hayıflanmadan edemiyorum.
2022 Tayland yapımı 65 dakikalık belgesel IDFA’nın Best of Fests bölümünde yer alarak Hollanda prömiyerini gerçekleştirmiş oldu. Filmde sinema emekçilerinin zorlu çalışma şartları da irdelenirken arka planda devletin şiddetle bastırdığı protesto yürüyüşlerinin seslerini duyuyoruz…
Varsa Yoksa Ölüm
Shakespeare’in muhtelif eserlerinden ve bilhassa Kral Lear’dan meşhur tiratları son nefesini verene kadar şevkle haykıran, sevimli olduğu kadar şımarık bir adam tanımak ister misiniz? Filmin kahramanı 35. IDFA’nın uluslararası yarışmasında en iyi yönetmen ödülünü kazanan Varsa Yoksa Ölüm’ün (Much Ado About Dyng) yönetmeni Simon Chambers’ın amcası David. Çöp ev haline gelmiş sıkış tepiş bir evde yaşayıp kendine bakabildiğini sanan, fakat kesinlikle başkasına muhtaç gerçek bir “drama queen”. Hindistan’da çekmekte olduğu filmi yarıda bırakarak öleceğine inanmış eski oyuncu ve öğretmen amcasının “geri dön” çağrısına uyduğu için neredeyse pişman olan Simon yine de iyi dayanıyor, yaşına ve hastalıklı bedenine rağmen “bir türlü ölemeyen” David’e sabırla katlanıyor.
Amcasının kaybolan paralarının peşine düşüp onu sömüren jigolomsu yakışıklıya hesap soruyor, David’in dağılmış örümcek ağını andıran elektrik kablolarından kaynaklanan yangın sonrasında ona başını sokacak yeni bir yuva buluyor, akabinde ilk başta çok mutlu olup sonradan yerin dibine batıracağı, emekli oyunculara tahsis edilmiş bir bakımevine yatırıyor. Fakat ne yaparsa yapsın David’e yaranamıyor, çünkü gittikçe paranoyaklaşan amcası mütemadiyen kendisine eşlik etmesini talep ediyor, gecenin ilerleyen saatlerinde arayıp sohbet etmeye girişiyor, beklediği ihtimamı görmeyince yeğenine muhtelif iftiralar atarak onu resmen suçluyor.
İkisinin arasındaki traji-komik münasebet muhteşem hadiseler dizisinin olağanüstü montajıyla gayet eğlenceli bir seyirliğe dönüşüyor, bir deri bir kemik kalmış, teşhircilikten asla gocunmayan David’in çırılçıplak bedeni seyircinin hafızasına kazılıyor.
2022 İrlanda-Birleşik Krallık yapımı 84 dakikalık belgesel Amsterdam’da dünya prömiyerini gerçekleştirmiş oldu.
Yönetmen Simon Chambers’la amcası arasındaki teatral olduğu kadar samimi anlar, oyunculukla gerçek hayat arasındaki ince çizgiyi size layıkıyla hissettirecektir.
(MT/EMK)