1 ocak'ta yeni yıla "günaydın" derken türkiye'de haiti'de yaşandığı gibi 4 bin kişinin öldüğü bir kolera salgını yaşanmıyordu. ama aynı gün sağlıkla ilgili haberlerin manşetlerinde "torba yasa", "şeker ölçüm çubuklarının bedelleri", "karekodu olmayan ilaçların bedellerinin ödenmeyeceği", "ilaç krizi", "aile hekimliği yönetmelik değişikliği", "sigara yasağının 'mobese' kameraları ile izleneceği" yer alıyordu.
akp'ye siyaseten muhalefet edenlerden örneğin mhp "akp'nin sağlığı çöktü" derken, hekimler ve sağlıkçılar "sağlıkta dönüşüm programı"na ve bunu yerleştirmek için getirilen pek çok uygulamaya yönelik itirazlarını "örgütlü" ve "örgütsüz" olarak sağlık kurumlarında, sokaklarda, mahkemelerde ve gündelik yaşamlarında buldukları "kendi çözüm"leriyle yıl boyu sürdürdü. bu anlamda 2011'e "sağlık için mücadele" yılı da denebilir.
aile hekimliği uygulaması
yılın ilk günü artık ülkenin her yerinde uygulamaya konulan "aile hekimliği" modelinin de "ilk günü"ydü. yıl boyu sıklıkla "baştan iflas etti" değerlendirmeleri yapıldı. ocak ayında pek çok yerde "kaos" yaşandı. bunu aşmaya yönelik desteklerden birisi "aile hekimin kim hattı"ydı.
bu hattan insanlara aile hekimlerin adları ve yerleri bildirildi. ama henüz aile hekimi belirlenmemiş yerler ve kişiler de oldukça çoktu. bu haberle birlikte, daha sonra herkesin sağlıkla ilgili giderlerine "4 tl"lik bir ek getireceği açıklanan "hastane randevularının merkezi olarak 182 no'lu hattan alınacağı" haberleri eşlik etti.
yıl içinde aile hekimliği uygulaması çeşitli sorunlar yaşansa da genel olarak benimsendi ve sosyal güvenlik kurumu (sgk) kapsamında olan yoksulların ve yeşil kartlıların ilk başvuru yeri oldu. onlar herhangi bir karşılık ödemeden belki biraz sıra bekleyerek bir hekime ulaşıp, bir reçete alabildiler.
eğer reçetede yer alan ilaçların katkı payını ödeyebiliyorlarsa tedaviye de ulaşabildiler. ama sağlık yalnızca hastalıkların tanı ve tedavisinden ibaret değildi. sağlık ocaklarının diğer tüm hizmetleri artık buralarda sunulmayacaktı.
aile hekimleri ise çok çalıştılar ve çok yoruldular. işe başlarken aldıkları "yüksek" gelirleri de giderek azalmaya başladı. 2012'den itibaren her yerde uygulanacağı duyurulan, fazla ilaç yazdıklarında ve/veya hastalarını bir üst basamağa sevk ettiklerinde "performans ücretlerinin kesilmesi" nin ilk denemeleri yıl boyunca günden güne uygulamaya girdi.
eksik, yanlış yaptıkları ya da yapmadıkları "çeşitli iş ve işlemler" nedeniyle "ücret kesintisi ceza"sıyla karşılaştılar.
sözleşmeyle çalışan birer hekim olarak pek çok haktan yoksundular. yılın ilk günlerinde yapılan bir düzenlemeyle diğer kazanç getirici başka işlemler yapamayacakları, ilaç firmalarından "promosyon" bile(?) alamayacakları kuralı getirildi. ayrıca çalıştıkları yerler eğer devletinse kira ücretleri artırıldı, harcadıkları elektrik, su, ısınma ve iletişim giderlerini daha yaygın olarak kendilerinin ödemeleri istendi. onları savunacak kuvvetli örgütleri yoktu, ama yine de itirazlarını alanlara çıkarak dile getirdiler.
hastanede tanı ve tedavi hizmetleri
aile hekimliği uygulaması temel olmakla birlikte, ülkedeki tanı ve tedavi hizmetinin büyük bölümünü kamu ve özel hastaneler tarafından yerine getirdi.
dünyadaki örneklerden farklı olarak hastanelerde verilen sağlık hizmetleri için 2012'den itibaren başlayacak olan "sevk" koşulu bu yıl boyunca da gündeme getirilmedi. onun yerine bu kurumlara başvurulduğunda artan oranda bir "başvuru ücreti" alındı.
kurumdan kuruma değişen oranlarda başvuru ücretiyle birlikte tanı ve tedavi işlemleri için belirli pay ödeyen sgk'lılar, kamu / özel sağlık kurumu ayrımı olmaksızın, hekimlerin kendilerine önerdiği her türlü hizmetten yararlandılar. onlara yapılan her türlü işlemin karşılığında hekimler ve sağlık çalışanlarının performansları, dolayısıyla aldıkları ücretler arttı.
sonuç başvuru sayısı, yapılan tıbbi işlem sayısı, ilaç tüketiminin ve sgk'nın bu kurumlara ödediği paranın artışıydı.
bu sayede ortalama olarak yıllık başvuru sayısı kişi başına "7,7"ye, bunlar için harcanan toplam para da "50-60 milyar tl'ye" ulaştı. sunulan verilerden bir başkasın ise daha dikkât çekiciydi: "diyabetli hasta sayısının 10 yılda iki kat arttı".
dolayısıyla bu aynı zamanda "sağlık ve sağlıklılık" anlamına geliyor muydu, bunun ölçütü yoktu. ama basında yer alan haberlere göre daha şubat ayında "hastaların yüzde 81'inin sağlık hizmetinden memnun" olduğu vurgulanıyor, seçimden sonra ve yıl sonuna doğru sağlık bakanı bu oranı daha da yukarıya (%85) çekiyor ve modelin başarısından söz ediyordu.
sgk güvencesi içinde olmayanlar ve yeşil kartı bulunmayanlar ise, eğer ceplerinde gereksindikleri hizmetin karşılığını ödeyecek paraları yoksa, hiç bir şekilde ücret alınamayacağı karar altına alınan ve bu yüzden "vezneleri kaldırılan" acil servislere başvurdular.
sgk kapsamında olup cebinde başvuru ücretini ödeyemeyecek olanların bazıları da aile hekimine gitmek yerine yine acillere hücum etti. hekimler ve yetkililer sıklıkla bundan yakındı ve acil servislere yapılan başvuruların yüzde 60'ından fazlasının "aslında poliklinik hastası" olduğu söylediler.
kapatılan ve işlevsizleştirilen sağlık kurumları
kamu / özel sağlık kuruluşları çalışanları da asıl olarak bu uygulamadan kazançlıydılar. ama bazı kurumlar vardı ki, onların hizmetleri, kendilerini döndürecek kadar para kazanmalarını sağlamıyordu. bu grup içinde "sosyal hastalık" diye adlandırılan verem, cüzzam gibi hastalıklar vardı. bu hastalıklara yakalananlar için açılmış hastaneler teker teker kapatıldı. yıl içinde bunlardan bir tanesi, "istanbul lepra deri ve zührevi hastalıklar hastanesi" hukuksal başvuru sürecinin sonucunda kurumsal kimliğini yeniden kazanarak "hastane" oldu. ancak bu kez de yeterli sayıda "doktor ve peronel" atanmadı. çünkü sağlık sistemi için "sağlık değil para" önemliydi.
özel muayenehaneler, poliklinikler, hastaneler
sağlık bakanlığı ve özel olarak da sağlık bakanının "özel muayenehane"lere muhalif olma tutumu nedeniyle, bu mekanlara ilişkin kimi "akıl dışı" sayılan standartlar getirildi. amaç "bakkal-market" tercihinde söz konusu olan dinamiklere benzer nedenlerle, hekimlerin önündeki seçenekleri ortadan kaldırmaktı.
yasal olarak bu düzenlemelerin bazıları iptal edildi ve uygulanmanın başlangıç tarihi olan 4 temmuzdan hemen önce bunların bazıları geri çekildi ve geçiş dönemi uzatıldı.
aslında yasal olarak da birer özel muayenehane statüsünde olan "aile hekimleri"nin hizmet sunduğu yerlerin ise bu düzenlemelerdeki tanımlara uygun olması gerekmiyordu.
bu süreçte özellikle kentlerin yoksul bölgelerinde önemli hizmetler sunan, genel amaçlı, bir çok uzmanın birlikte çalıştığı "poliklinikler" yine kendileriyle ilgili çeşitli düzenlemelere uymadıkları gerekçe gösterilerek kapatıldı. ayaktan hizmet veren özel dal merkezlerinin bir bölümü de bundan etkilenerek kapandı. amaç yine aynıydı, "hekimlerin seçeneklerini ellerinden alarak direnmelerini önlemek".
özel hastaneler ise sgk tarafından kırpılan ve geç ödenen alacaklarından yakınıyordu. özellikle hekim yönünden getirilen kısıtlamalar onları zorluyordu. bu noktada çok para kazandıran alanlarda "hekim borsa"larının kurulduğu haberleri kamuoyuna yansıdı. ama genel olarak özelde çalışan sağlıkçıların ücretlerinin "yarı yarıya" azaldığından yakınıldı. oysa yıl boyunca sıklıkla atılan bir başka manşet "hastaların tercihi artık özeller" şeklindeydi.
daha çok para kazanmak için bulunan yöntemler arasında ise "sağlık turizmi" konusu yer aldı ve 2020 yılı için "10 milyar dolar"lık hedef konuldu .
hekim, sağlıkçı sayısı
sağlıkta dönüşüm uygulamaları sonucunda "7 ayda 884 hekim"in istifa ettiği ortaya konulurken, bakanlık hizmet açığı olmadığını söylüyordu.
diğer yandan hekim sayısının yetersizliğini sürekli dile getiren sağlık bakanı ise yabancı hekim çalıştırma konusundaki ısrarını ancak yıl sonunda kasım başında yürürlüğe giren 663 sayılı kararname ile aştı ve öncelikle özel sağlık kurumlarında istihdam edilmek üzere, "türkçe" bilen yabancı hekimlerin çalışması mümkün hale geldi.
diğer yandan yıl içinde yayınlanan dünya istatistikleri "yeni tıp fakültesi açma hızı" konusunda dünya birincisi olduğumuzu ilan ediyordu. resmi veriler bir hekime 640 kişinin düştüğünü duyursa da hedef 200 bin hekime ulaşmaktı.
türk tabipleri birliği ve tabip odalarında örgütlenmiş hekimler ise tüm bunlara itiraz ediyordu. sağlık bakanı ise bu itirazları "tabip örgütü sosyalist bir iktidarın peşinde" diyerek karşılıyor,i ama uygulamaya konulan ve genellikle hekim örgütlerinin yasal yollardan yaptığı itirazların da haklılığı mahkeme kararlarıyla tescil ediliyordu: "sağlık bakanlığı beş yılda 125 davayı kaybetti"
oysa sağlık hizmeti açısından daha öncelikli ve önemli olan hemşire sayısı bakımından açık çok daha büyüktü ve 100 bin hemşire açığı vardı. eksikliği hasta yakınları "gönüllü olarak" kapatıyordu. konudaki veriler yine basın aracılığıyla kamuoyuna "ebede beşinciyiz, hemşirede sonuncu" denilerek duyuruldu.
sgk ve sağlığın finansmanı
ülke çapında 13 milyon kişi kapsam dışında olsa da sağlığın finansmanı bakımından "genel verici / ödeyici" olan sgk'nın da çok büyük ve aslında "çözümlenemez" sorunları vardı:
aktif sigortalı sayısı kasım 2010 itibariyle artıp 16 milyon kişiyi aşsa da, yıl içinde yapılan bir açıklamaya göre kayıt dışı istihdamın 9,7 milyon kişi olduğu belirtiliyor "kayıt dışı çalışanın zararı 24 milyar lira, kayıt dışı olmasa sgk açıkları kapanır" şeklinde yorumlar yapılıyordu.
kısacası sgk'nın kasasına giren ile çıkan arasındaki açık giderek büyüyordu. 2012 bütçesinde hazineye gider olarak konulan ama nereye harcanacağı açıklanmayan 25 milyar liranın asıl olarak sgk'nın açığını kapatmak için konulduğu iddiası ileri sürülüyordu.
oysa 2002 öncesinde sağlığa tüm olarak harcanan para bu miktarın yarısından daha azdı. sağlığa çok para harcandığı, en yetkili ağız olan sağlık bakanı tarafından da dile getiriliyor, seçim öncesinde "2002 yılı öncesine göre sağlık alanına üç misli para aktardık" diye övünüyordu.
bakan övünse de sgk genel müdürleri sağlık alanında artan giderlerin azaltılması için pek çok yolu denediler: bunların başında hizmet talebine ilişkin çeşitli zorlaştırmalar ve sınırlamalar getirildi. amaç talebi azaltmaktı. burada bir "paradoks" vardı: 2011 içinde bir genel seçim yapılacaktı.
"sağlık alanında gerçekleştirilen dönüşüm" ile iktidara geldiği kabul edilen akp bu inancı ve desteği sürdürmek için daha önce yaptıklarını yine sürdürmek zorunda kaldı: örneğin 2012'de tümüyle iptal edilecek olsa da, özel hastanelere başvurularının yolu kesilse de, daha 2011'in ilk günlerinden başlayarak, verilen "yeşil kart"lar ve "yeşil kart" sahibi olanların sayısı sürekli arttı.
sgk'nın sağlıkla ilgili giderlerini azaltmaya yönelik olarak uygulamaya konulan ikinci önemli unsur katkı ve katılım paylarıyla ilgili yeni düzenlemeler oldu. daha önce başvuru ücreti alınmayan aile hekimi muayenelerine 3 tl. başvuru ücreti getirildi, diğer kurumlar için mevcut miktarlar artırıldı.
yıl biterken kabul edilen bir yeni yasa ile 2012'den başlayarak üç ilaca kadar her reçete için 3 tl., reçetedeki daha fazla her ilaç için ilaç başına ilave olarak 1 tl. kullanma ücreti ödenmesine karar verildi. ilacın fiyatına koşut olarak alınan "katkı payları" bunun dışındaydı. böylelikle tanı tedavi hizmetleri ancak parası olanlar için mümkün hale getirilmiş oldu.
bunun dışında hemen hastalar dahil, her kesime kesilen cezalar, ilaçta iskonto oranlarının artırılması, çeşitli "yolsuzluklar"ın ispatlanması, "neşter operasyonları" ve kovuşturmalar vardı. bunlardan birisi olan sahte hastalık raporları konusunda "30 kişi bu şekilde rapor aldı, vurgunun boyutu 2 milyon" manşeti atıldı.
663 sayılı kararname
"sağlıkta dönüşüm programı"nın yasal örgütlenme alt yapısı, "istim arkadan gelir" mantığı ile kasım ayı başında gerçekleştirildi. nisan başında çıkarılan yetki kanunu çerçevesinde bu kararname ile artık sağlık bakanlığı bir "icra/uygulama bakanlığı" olmaktan tümüyle çıktı.
hastanelerin tümü bir ayrı kuruma bağlanarak, en üstüne bir "holding ceo"su gibi, erzurum'un eski vergi müdürü atandı. bu kurumlarla ilgili her konuda yetki sahibi olan bu yönetici, asıl hizmeti sunacak olan her hastane için ayrı ayrı atanacak "ceo"larlar birlikte ülkemizin sağlığından sorumlu olacak. kararname pek çok konuda tam bir dönüşüm getirdi.
eski sağlık bakanlarından osman durmuş "sağlık bakanlığının adı adeta 'hastalık bakanlığı' oldu" dedi.
toplum temelli bulaşıcı hastalıklar
her yılın ilk haftasında gerçekleştirilen 'veremle savaş haftası'nda "veremin arttığı" söylendi. aynı ay içinde ortaya çıkan toplum temelli enfeksiyon hastalıkları görüldü: ankara'da yıllardır görülmeyen "difteri" ve istanbul'da da "kızamık salgını" olguları bahara kadar tartışıldı, bu arada "korkutan hepatit gerçeği" gündem oldu.
kuş, domuz ve keçi gribi salgınlarından hep birlikte kaygılandık. baharda ve yazın çoğu ölümle biten, kenelerle yayılan "kırım kongo kanamalı ateşi" gündemimize oturdu ve ölenler oldu. yazın ise sudan kaynaklanan barsak enfeksiyonları toplumu tehdit etti. '3 aralık dünya aids günü'nde ise yeni saptanan "hiv (+) ve aids" olgularında sayısal olarak "önemli artışlar" olduğu bir kez daha açıkça ifade edildi.
kanser
genel olarak "arttığı" iddia edilen, ama daha önceye dair somut veriler olmadığı için bir türlü "bilimsel" olarak doğrulanmayan "kanser" tanı ve tedavisiyle ilgili harcanan paranın fazlalığı, yakıcı bir sorun olması, yalnız yaşayanı değil, çevresindekileri de yakından etkilemesi "kanser" konusunu başat tartışma alanlarından birisi haline getirdi.
kanser nedeniyle sağlık alanındaki hizmet ve kaynak yükünün büyüdüğü bir gerçeklikti.
haberlerde "her gün 55 meme kanseri" olgusu saptandığı, yılda "üç bin çocuğun" kansere yakalandığı yazıldı. bu yüzden sağlık bakanlığı kanser için özel çalışmalar yaptı ve bakan akdağ'ın "kanser çalışmalarına açık çek" verdiği ilan edildi.
diğer yandan sivil toplumun sıklıkla dile getirdiği ve çernobil'den kaynaklanan karadeniz bölgesindeki "kanser gerçeği" ise yetkililer tarafından bir türlü kabul edilmedi.
çevreyi etkileyerek sağlığı olumsuz etkileyen başka konular gibi nükleer santrallar ve sağlığa yönelik etkileri, japonya'da yaşanan fukuşima santralı örneğine karşın yöneticilerin kararlılığını değiştirmedi. hatta dilovası'ndaki çevresel nedenli sağlık etkilerini ortaya koyan bilimsel çalışmalar yapan "bir tıp profesörü" hakkında idari soruşturma ve sonrasında dava açıldı.
buna karşın en sık ve en kesin kanser nedeni olan "sigarayla savaş" konusu sağlık bakanlığının "özel" ilgi alanlarından birisini oluşturdu ve yıl içinde pek çok kurumda buna yönelik "poliklinikler" açıldı, "kampanyalar" düzenlendi ve önemli başarılar elde edildiği dile getirildi.
iş kazaları ve meslek hastalıkları
inşaat, madencilik, gemi yapımı vb. "çok kazandıran" sektörlerin başı çektiği, sıklıkla denetimsizliğin neden olduğu "ölümlü iş kazaları" konusunda dünya ikinciliğini korumayı bu yıl da sürdürdük.
önce kot işçilerinde sonra da diş protezi teknisyenleri için "ölümcül bir tehlike olan silikozis" konusunda ise bilimsel literatüre ciddi katkılarda bulunacak kadar deneyim sahibi olduk. ama bu hastalığa yakalanmış ve "ölmeye yatan" hastaların yararlanacağı sağlık hizmetleri konusunda nasıl bir "sosyal güvence sistemi" getirileceği konusu yıl boyunca tartışıldı durdu.
iş yeri hekimliği konusunda da yeni düzenlemeler yapıldı. türk tabipleri birliği'nin eğitim ve iş yeri hekimliği sertifikası verme yetkisi sınırlandırıldı, "özel merkezler" dahil başka kurumlara da bunu yapma yetkisi verildi.
sağlıkçıların eylemlilikleri
dört bir yandan sıkıştırılan ve "sağlıkta dönüşümü uygulamaya" mecbur edilen hekimler ve sağlıkçılar yıl boyunca neredeyse çalıştıkları mekanlar kadar sokakta da kendilerini gösterdi. anketler ve bilimsel çalışmalar yapıldı ve sağlık çalışanlarının "tükenmişlik sendromu yaşadıkları" açıklandı.
yılın ilk ayından başlayıp en son 21 aralıktaki "genel g(ö)rev" eylemine kadar sık sık "protesto, yürüyüş ve miting"lerine tanık olduk. kimisi "neşeli şov"larla süslü bu protestoların bazılarında "eylemcilere" polisler "şiddetli" karşılık verdiler. onlar da bilimsel çalışmalar yaparak "göz yaşartıcı bomba"ların etkilerine dair hazırladıkları bilgileri kamuoyuyla paylaşarak buna yanıt verdiler.
yaptıkları eylemlerin bir bölümü yaygın medya tarafından görülmezken, bir bölümü de farklı şekillerde sunuldu ve sağlıkçılar sıklıkla bundan yakındılar.
tam gün konusu
muayenehanelerin kapatılmasıyla bağlantılı olan "tam gün çalışma" zorunluluğu ve "ikinci iş yasağı" yılın süren tartışmalarından birisiydi. danıştay'ın ve anayasa mahkemesi'nin de katıldığı bu tartışmalarda "tam gün" önce yalnız kamuda çalışan hekimlerle sınırlı uygulandı, sonra üniversitede çalışan hekimlere de uygulandı ve iptal edildi.
son kararı ise yine 663 sayılı kararname verdi ve tüm hekimlerin "tam gün çalışması" uygulamasına geçildi. hekimler çoğunlukla kamu hastanelerinde çalışmayı yeğledi.
tıp fakülteleri
kamu hastanelerindeki "performans sistemi" yıl içinde yavaş yavaş tıp fakültelerinde de uygulamaya konuldu. böylelikle burada da hekimler "çok" ve "az" kazananlar olarak ikiye ayrıldı.
ikinci müdahale tıp fakültelerinin kamu hastaneleriyle işbirliği yapması uygulamasıydı. bu konuda hükümet kesenin ağzını açtı ve tıp fakültelerine maddi destek oldu. (171 milyon tl). önce hoca ücretinin farkını bile ödediler.
böylelikle fakültelerin bazıları sisteme dahil oldu. ama sonra hocaların ücret farkı almaları uygulaması kaldırıldı. tüm bu uygulamalara itiraz edenler de tıp fakültelerinden ayrıldı. ayrılmayan ancak tam gün çalışmaya da itiraz edenlere ise eğitim amacıyla da olsa "hastaya dokunma yasağı" getirildi.
bunun sonucunda bir hizmet açığı oluştu ve "doktorsuz poliklinikler" medyada sergilendi. uzun aradan sonra, pek çok başka hekim gibi öğretim üyelerinin de sokağa indiğini gördük. yıl sonuna doğru itiraz edenlerin arasında daha önce hükümetin ve sağlık bakanlığı'nın uygulamalarını destekleyen kimi "sağ görüşlü" öğretim üyelerinin de olduğu duyuldu.
aslında öğrenmek için orada oldukları halde iş yükünün çoğunu üstlenen "asistanlar" kazan kaldırdı ve "eyleme geçti".
ilaç ve eczaneler
sağlık hizmeti "hastalık hizmeti"ne dönüşünce bunun en önemli unsuru olan "ilaç ve eczacılık" konusu da "esas aktörler" arasına katıldı. çünkü sgk'nın kesinti ve kısıtlamalarının doğrudan mağdurları arasında artık eczacılar da vardı. sgk "eczacılar haksız olarak 1,5 milyar istiyor" derken, eczacı örgütleri türkiye'de mevcut 24 bin eczanenin %5'inin kapandığını söylüyordu.
barkod uygulaması, merkezi ilaç takip ve sorgulama sistemi, bunun için gerekli internet ve ağ ve program sorunları, elinde reçetesiyle eczaneden içeri girenlerin sgk kapsamı içinde olma ve olmama hallerindeki tartışmaların muhatabı olmaları, kurum için yapılan başvuru ücretlerinin reçeteler üzerinden ve eczacılar aracılığıyla alınması vb. sorunlarla boğuşan eczacılar da yıl içinde sokağa çıktılar.
bu arada ilaçlarda reçeteli reçetesiz satış ayrımı ve beraberinde ilaç reklamı uygulaması getirilerek marketlerde de ilaç satılması mümkün kılındı.
yine tasarruf amacıyla kasım ayında uygulamaya konulan ilaç iskonto oranlarıyla ilgili düzenleme yüzünden özellikle kronik hastalar aradaki farkı ödemedikleri zaman sürekli kullandıkları ilaçlara ulaşamadılar ve tedaviden yoksun kaldılar. şikayetler üzerine bir ay dolmadan yeni düzenlemelerin yapılacağı belirtilerek geri adım atıldı.
çeşitli tıbbi uygulamalar
hekimlerin daha çok para kazanmalarına yol açtığı için yaptıkları iddia edilen "sezaryenle doğum"un sgk ücretinin normal doğum için belirlenen ücrete yakınlaştırılmasına karşın, yine de bu yöntemle yapılan doğumların çok yüksek oranda (% 50) olması, sağlık bakanlığı'nın konuya yoğun ilgisini ve dünya ölçeğine göre çok yüksek olan bu oranın azaltmak için önlemler almaya yönlendirdi.
sezaryen yaptırmayan doktor ve ebeye "iki kat ücret" ödeneceği duyuruldu.
bu arada başbakanın "üç çocuk" önerisi toplum tarafından kabul edilmiş olmalı ki "halkın doğum kontrolünü iyice bıraktığı" haberleri medyada yer alıyor, sağlıkla ilgili "magazin sayfaları"nda sık sık nasıl hamile kalınacağına dair haberler yer alıyordu.
organ nakli yapan merkezlerin sayısının arttığı dile getirilse de ülke ölçeğinde 60 bin hastanın böbrek, 2 bin 500 hastanın karaciğer beklediğinden yakınılıyor. bu hastaların kimisinin bu süreçte yaşamlarını yitirdikleri, yaşayanların ise sağlık açısından yüksek maliyetlere yol açtıkları ileri sürülüyordu.
çok ağır olmasa da bilimsel olarak ciddi hastalıklara yol açtığı bilimsel olarak doğrulanan bir başka gerçeklik "halkın yüzde 90'ının ağzında çürük dişi" olduğuydu.
tıbbi hataların artışı, sağlıkta şiddet
sağlık hizmetinin önemli bölümünü üstlenmek zorunda olan, sayıları her geçen gün artan özel hastanelerde ise "kâr ve kazanç" baskısı daha yılın ilk günlerinde patlak veren ve 8 vatandaşın gözlerini kaybetmeleri, bir hastanenin kapatılması ve bir hekimin cezalandırılmasıyla sonuçlanan operasyonlar, tıbbi kötü uygulama örnekleri yıl boyunca kamuoyunun gündeminde oldu. bu konuda basın aracılığıyla görünür kılınan çok sayıda tıbbi hatanın nedeni olarak da sağlık alanındaki ticarileşme gösterildi.
hasta hakları konusunu "müşteri memnuniyeti" temelinde ele alan sağlık bakanlığı hasta ve hasta yakınlarının hekim ve sağlıkçılarla çatışmasının temel sorumlusu olarak gösterildi.
hasta ve yakınları, hekimler ve sağlık çalışanları, özel güvenlik görevlileri arasında arbedeler yaşandı, yaralananlar oldu. sağlıkçıların %64'ünün şiddet gördüğü açıklandı. bu yüzden "sağlık çalışanları şiddet mağduru", "doktor dövene sıfır tolerans" diye manşetler atıldı. şiddet uygulamalarına büyük cezalar getirildi. hekimler kendilerine yönelik şiddete karşı durabilmek için eğitimler aldılar.
sık sık "hasta hakları uygulamalarının doktorları köşeye sıkıştırdı"ndan söz edildi ve sağlıkçıların "hasta haklarından rahatsız oldukları" yazıldı; 142 bin hastanın şikâyetçi olduğu istatiksel olarak ortaya konuldu.
güneydoğu'da sağlık ve van depremi
bir ara barış umudu çoğalsa da 35 yıldır süren "düşük yoğunluklu" savaş hali önemli bir "halk sağlığı sorunu" olma özelliğini sürdürdü. kürtlerin temel taleplerinden birisi olan "anadilde hizmet" konusu sağlık hizmeti için de dile getirilen talepler arasında yer aldı.
ekim ayında van ve erciş'te yaşanan depremin yarattığı sağlık sorunları ise olağanüstü durumlarda gereksinilen sağlık hizmet organizasyonundaki eksiklikleri ve yetersizlikleri ortaya çıkardı. ttb ve ses'in deprem bölgesinde yaptığı doğru değerlendirmelere kulak asan olmadı.
cezaevleri ve sağlık
yıl boyunca hemen her ay bir tane yaşanan, çoğu aslında "politik" olan, çeşitli adlar altındaki operasyonlardaki tutuklama ve gözaltılar nedeniyle cezaevleri "ağzına kadar" doldu. cezaevlerinde yaşanan sağlık sorunları sıklıkla dile getirildi, tedavi edilmeyen tutuklu ve hükümlülerle ilgili haberler özellikle "muhalif medya"da yer aldı.
tutuklu ve hükümlülerin sağlık kurumlarına başvurdukları sırada uygulanan ve "üçlü protokol" olarak adlandırılan düzenlemenin yarattığı sorunlar da sıklıkla yakınılan bir diğer konuydu be protokolden "utanç protokolü" olarak söz edildi. (ms/ba)