Bütün veriler Avrupa Birliği (AB) ile müzakere sürecinin başlamasından sonra(2005), hükümetin hukuki reformları gündeminden çıkardığını gösteriyordu. Terörle Mücadele Kanunu (2006) ve Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu (2007) değişiklikleriyle haklar ve özgürlükler alanında sınırlamalara gidildi. Polise daha fazla yetki tanındı. Savunma hakkı sınırlandı. Çocukların "terörist" olarak özel yetkili mahkemelerde yargılanmaları yolu açıldı.
Bu geriye doğru gidişe insan hakları ve özgürlüklerini devlet için tehdit olarak gören yargı, pratiği ile eşlik etti. 2005'ten itibaren uygulanmaya başlanan Ceza Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu gerekçelerinin tam aksi yönde sonuçlar doğurdu. İnsanlar daha özgür olsun ve kolayca tutuklanmasınlar, mahkum edilmesinler diye yürürlüğe konan bu yasaların uygulanması özgürlükler aleyhine oldu. Ancak sıkıyönetim uygulamalarını aratır tarzda bir uygulama sürecini yaşadı Türkiye. Yargı olanca ağırlığıyla özgürlükler aleyhine tutum aldı. Sonuçlar çarpıcı. 2005'te 55 bin olan tutuklu ve hükümlü sayısı Aralık 2009 itibarıyla neredeyse 120 bine dayandı. Cezaevlerinin toplam kapasitesinin 91 bin olduğunu da hatırlatalım.
Yargı devletin kocakulağına kararlarıyla yol verdi.
Son 10 yılda, AB süreci denilen dönemde 76 yasada yüzlerce madde değiştirilmiş, 9 uyum paketi çıkarılmıştı. Bütünüyle yeni olan 63 yasa yürürlüğe girmişti.
Hükümet, müzakere sürecindeki üç yıllık uykusundan 2008 Aralık'ının son günü uyandı denilebilir. 31 Aralık 2008 günü Resmi Gazete'de "3. Ulusal Program" yayımlandı. 1 Ocak 2009 günü de TRT 6 yayına başladı. Devletin televizyonunda 24 saat Kürtçe yayın yapılacaktı. Yapıldı da...
Ama Kürtçe'nin ve Türkçe dışındaki dillerin korunması, geliştirilmesi ve hayatın çeşitli alanlarında kullanılmasına dair anayasal ve yasal engeller duruyor yerli yerinde. TRT yayınının da kanun gücünde bir dayanağı yaratılamadı. 2009'un son aylarında RTÜK bir Yönetmelik hazırladı ve bu Yönetmelik 13 Kasım 2009 tarihli Resmi Gazete'de yayımlandı. Bu yolla özel televizyonlardaki Kürtçe yayınların da önü açıldı.
Öte yandan Kürtçe konuştuğu için siyasetçileri cezalandırmaya devam etti mahkemeler.
Gerekçe, Siyasi Partiler Kanunu ve Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun'daki dil yasaklarıydı.
Hükümet 1 Mayıs'ı, adıyla sanıyla bayram ilan etti; bahar bayramı falan değil. Resmi tatil de oldu 1 Mayıs. Ama aynı hükümet Taksim Meydanı'nı çalışanlara bayram için vermemekte diretti. Polisin copları ve gazları çalışanlara yöneldi.
Nazım Hikmet'i ta 60 yıl önce vatandaşlıktan çıkartan karardan döndü hükümet. Çok da iyi yaptı. Ama düşünenlerin, yazanların fikrini söyleyenlerin yargılanmalarına neden olan yasalar konusunda olumlu adım atmadı. Hâlâ Ceza Kanunu, Terörle Mücadele Kanunu,Siyasi Partiler Kanunu gibi kanunlarda düşünceyi yasaklayan hükümler var. Sayıları 35'i bulan gazeteciler 2009 yılı Türkiye'sinde hapisteler.
Medyanın "taş atan çocuklar" dediği Terörle Mücadele Yasası mağduru çocuklar, 2009 da tutuklandı, yargılandı. Onları bu tür yargılamalardan ve muamelelerden koruyacak yasal tedbirler alınamadı.
İşkenceler de sürdü. Cezasızlık politikalarında da değişiklik gözlenmedi.
2009 yılında önemli ve olumlu yasa değişikliklerinden biri de sivillere karşı suç işleyen askeri şahısların sivil yargıda yargılanmalarının önündeki engellerin kaldırılmasıydı. Ancak bu yasa değişikliğiyle Türkiye'deki ikili hukuk sistemine son verilmiş değil. Bu durum aynı zamanda ikili iktidar sistemine işaret ediyor. Türkiye hala militer-otoriter özelliğinden kurtulabilmiş bir ülke değil. Yine de askeriye için söylenebilecek yapısal cezasızlık, yargılanamazlık durumunda kısmi değişiklikler oldu.
Son günlerde ortaya çıkan Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç'a suikast soruşturmasına dikkat edelim. Nasıl bir hukuk düzeninde yaşadığımız çok açık olarak görülüyor. Militarizm o kadar dokunulmaz ki, suikastçı iddiasıyla yakalananları polis-savcı normal polis merkezi nezarethanesine alamıyor. Bağlı olduğu idari organda -Merkez Komutanlığı'nda- tutuluyorlar. Arama,el koyma işlemlerinin ne büyük zorluklarla ve karışık prosedürlerle gerçekleştirildiği gözleniyor. Milli Savunma Bakanı Sarıkamış'ta etkinliklerde. Bakan'ın ve Bakanlığın idari yaptırım uygulama gücü ve iradesi yok. Soruşturulanların adil bir soruşturmaya uğradığını, soruşturanların da maddi gerçekliğe engelsiz ulaşabildiklerini nasıl söyleyebileceğiz? Şu son soruşturmada adı geçen kurumun bir şubesinde (Ankara) sınırlı bir arama, delil toplama faaliyetinde bulunulabildiği için, hukuk devleti ve demokrasi ilkeleri adına şükrediyoruz.
Sorgulamamız gereken konu, tam da budur; Türkiye'nin hukuki rejimidir. Nasıl bir demokrasiye sahip olduğumuzdur. Başka bir ifadeyle, demokrasi ve hukukdışılığın egemenliği sorgulanması gereken konudur.
2009'da Ergenekon soruşturma ve davası ağırlıklı olarak gündemdeydi. Son aylarda ise "demokratik açılım, Kürt açılımı" söylemlerinin yoğunluğuyla geçti. Açılım tartışması bile heyecan yarattı. Alevi Açılımı bağlamında Muharrem ayında cem törenleri TRT'den canlı olarak ekrana getirildi. Kürt açılımına cevap Anayasa Mahkemesi'nden geldi. DTP kapatıldı. Bir başka cevap OHAL Bölgesinin merkezinden KCK operasyonu ile geldi. Bir bakıma yer üstünde ne kadar Kürt Politikacısı, Belediye Başkanı, demokratik örgüt, insan hakları yöneticisi varsa gözaltına alındı, tutuklandı. Her olumlulukla birlikte olumsuzluklar da yaşanıyor Türkiye'de.
Ama son üç yıla göre, toplamda Türkiye, hızı ve niteliği bizi tatmin etmese de, hem toplumu ile hem de rejimi ile demokrasiye doğru evriliyor yine de... (HÖ/TK)
* Hüsnü Öndül, eski İnsan Hakları Derneği Başkanı.