Doğan Emrah Zıraman'ın kapitalist ekonomide yaşanan krizin sebep ve sonuçlarını incelediği Yaşamın Krizi başlıklı yazı dizisinin dördüncü kısmını yayınlıyoruz.
Krizin ilk büyük sonuçlarını verdiği günlerde Başbakan Erdoğan’ın “kriz Türkiye’yi teğet geçecek” söylemi birçok çevre tarafından, olabilecek en kötü şekilde, hükümetin krizi görmediği biçiminde yorumlandı. Hatta başbakanın “danışmanları veya bakanları tarafından yanıltılmış olabileceği” gibi ihtimaller üzerinde dahi duruldu.
Hükümetin kriz karşısındaki bu yaklaşımını beceriksizlik sınırları içinde ele almak yapılabilecek en büyük hata. Hükümet yaklaşan seçimleri göz önüne alarak tabanına ve oy kitlesine bir güven söylemi aşılamak istemiş ancak en başta krizi yaşayan emperyalistler tarafından popülist söylem kullanımı konusunda hizaya çekilmiştir.
Halka yönelik kriz yok söyleminin kısa bir süre sonra tersine dönmesinin tek bir anlamı vardır: Ülkenin tekelleri ve emperyalist ülkeler hükümete kimi kurtarmaya öncelikli vermesi gerektiğini hatırlatmıştır. Krizin varlığını önce reddedip sonra ilan etmek, kurtarılması gerekenin oy verenler değil sisteme sahip olanlar olduğunun itirafıdır.
Çünkü şu kesin biçimde bilinmelidir ki hükümet tarafından ilan edilen kriz halkın yaşadığı kriz değil, tam tersine kapitalistlerin yaşadığı krizdir. Böylece krizin varlığı ilan edildiği anda, krizden çıkmak için gösterilecek tüm çabanın kime hizmet edeceği de ilan edilmiş olur.
Öyle ki, Erdoğan pişkince “IMF’ye ümüğümüzü sıktırmam” diyerek halkına el salladıktan hemen sonra, G-20 zirvesinde “IMF ile anlaşmaya yakınız” dediği anda kimin için G-20’ye gittiğini kanıtlamıştır.
Çünkü Türkiye’deki tekeller için IMF ile yapılacak bir anlaşma ilk anda kendileri için kurtarıcısı tek reçetedir. Aksi düşünülemez bile. ABD’nin yürürlüğe koyduğu kurtarma planını ABD’de muhaliflerin “Wall Strett’i kurtarma” olarak eleştirmesinin temel nedeni de budur zaten.
Şu an yaşanılanlar kapitalizm açısından halkın krizden kurtarılmasının, öncelik sırasında en geriye itilmesini zorunlu kılmaktadır. Bu nedenle Erdoğan hükümetinin ekonomiden anlamadığını iddia etmek olası en saçma iddia olacaktır. Kapitalizmin çıkarlarını koruma becerisine sahip olmayan bir iktidara hayat şansı veren bir sistem olduğunu kim söyleyebilir ki?
Fazla değil Kasım ayının 2.haftasında Sabancı’nın 2008’in ilk 9 ayında 1 milyar YTL kâr ettiğini açıklamasına rağmen, TÜSİAD’ın “kriz var” viyaklaması bu bağlamda yorumlamak daha doğru olur. Ayrıca Akbank’ın Sabancı’nın şirketlerinin toplam kârını açıkladığı günlerde 1500 çalışanını işten çıkarmasının anlamını bize net biçimde verir.
Yeni Arayışlar
Seçimlerinde yaklaşması bağlamında Erdoğan hükümetinin krizi halk bazında çözme dışında yeni atılımları deneyeceği belli olmaya başlamıştır. Bunun ilk sinyali “Alevi Açılımı” olarak gündeme düşmüştür. Aleviliği devlet katına lafta değil cidden sokma girişimi önemli bir manevra sağlayacaktır hükümete. Bu noktada yakın zamanda hükümetten hiç beklenmedik yeni açılımları görmek olasıdır.
Ama tam da böyle bir durumda, faşizmin bukalemun niteliğinin asla akıldan çıkarılmaması gerekir. Hükümetin Kürt politikasında denediği sınırlı girişimin geri tepmesi sonucunda, en başta Erdoğan’ın “Ya Sev Ya Terk Et” söylemine nasıl sarıldığı akla gelmelidir.
Bu açılımlar aracılığı ile hükümetin yerel seçimler sürecinde ya da özellikle sonrasında bir adım daha ileri giderek bir erken genel seçim seçeneğini ele alması hiç de olasılık dışı değildir.
Ancak tarihsel olarak gerilimleri çözme girişiminde başarısız olan ve açık faşizmini asla terk etmeyen devletin, sıkıştığı anda açık faşizmini daha sık kullanmaya başlayacağını söylemek şaşkınlık yaratmamalıdır.
Adalet Bakanı’nın “devletime katil dedirmem” diyerek 301’den açılan bir davaya izin vermesini faşizmin açık terör potansiyelinin varlığını göstermesi açısından okumak gerekmektedir.
Ekonomik Yıkım
2008 krizinin ilk dalgaları henüz Tükiye’ye yeni yeni vurduğu bu günlerde yaşananlar ürkütücüdür. Borsanın ve doların birkaç defa ters yönde pik yapması, bu sert iniş ve çıkışlarında ortaya çıkan dehşet havası önemlidir. Çünkü en başta ABD’yi vuran deprem dalgası henüz Türkiye’ye ulaşmamıştır. ABD de soğuk alsa Türkiye hastalanır düşüncesi şu an daha vahim haldedir: ABD de hastalanırsa Türkiye komaya girer.
Türk tekellerin Erdoğan’ın söylemlerin hizaya sokma çabasının bu kadar hızlı olmasının nedeni krizin hızla yaklaşması ve kaybedecekleri kârlardan kaçan uykularında aranmalıdır.
İlk dalganın Türkiye’ye ulaşmasının hafifliğinde bile, son 2-3 hafta içinde işten çıkarılan insan sayısı on binlerle ölçülür olmuş, Firmalar tekelleri de kapsayacak biçimde batmaya başlamıştır. Tekrar hatırlatalım, kriz konusunda Türkiye’de daha kırmızı düğmeye basılmamıştır.
2001 krizine göre bankacılık sisteminin daha güçlü olduğu ise tam bir hayaldir. Çünkü Türkiye’deki bankaların sgüçlü olduğu doğrudur. Ancak kâğıt üstünde. Eğer bir bankanın varlık sebebi olan sermaye elinde yoksa ya da yeterli değilse, ortada güçlü kanunlarınız olsa bile fiili anlam banka da olmayacaktır.
Bu nedenledir ki, yine Erdoğan’ın bankaları azarlamasına ve BBDK’yı göreve çağırmasına rağmen, bankalar sermayelerini korumak adına kredi başvurularını geri çevirmekle kalmayıp, verdikleri kredileri de geri istemektedir.
Türkiye’deki bankaların büyük çoğunluğunun ortaklarının hatta sahiplerinin yurt dışı kaynaklı olması, bankaların gerekirse gözden çıkarılması içinde yeterli bir sebeptir. İzlanda ve Macaristan’a bakarak Türkiye’nin yakın gelecekteki olası bir konumu hakkında bir fikir edinilebilir.
ABD’nin Büyük Ortadoğu Planı (BOP) ve olası Irak işgali nedeniyle de, IMF aracılığı vasıtasıyla 2001 yılında Türkiye’ye 20 milyar dolara yakın kredi verirken, konjüktürel olarak işine yaramayan Arjantin’e 8 milyar doları vermeyip Arjantin’i nasıl bir kaosa sürüklediği hatırlanmalıdır. (DEZ/EÜ)
* Yarın: Solun Yeni Rolü