2. Kommagene Bienali’ndeki eserleri görmek için sabah 06.00 uçağı ile İzmir’den Gaziantep Havalimanı’na hareket ettik. Bizi Antep’ten Adıyaman’a götürecek arkadaş havalimanının kapısında bekliyordu. 6 Şubat depreminde enkazlarda çalışmıştı. O anlattıkça bizim boğazımız düğümleniyordu. Gecenin bir yarısı gelişen bir durum nedeniyle depremden kurtulmuş ya da hayatını kaybetmiş insanların hikâyelerini dinleyerek Adıyaman’a girdik.
Adıyaman henüz depremin izlerinden kurtulamamıştı. Üzerine enkaz devrilmiş araçlar kaldırım kenarlarında duruyor, yıkılmış binaların boşluğunda molozlar gürültüyle bekliyordu. Bir yanı ölmüş, bir yanı yaşama tutunmuş bir şehirden geçiyorduk. Depremi yaşamış ve bir biçimde hayatta kalmış Adıyamanlılar bu izlerin arasında, sürekli hatırlayarak yaşamaya çalışıyorlardı. Eserleri de bu hislerle görecek ve yorumlayacaklardı.
Gece 04.30’ta Nemrut’un zirvesine tırmanmaya başladık. Güneş doğarken Moğolistanlı sanatçılar tarafından gerçekleştirilen Şaman ritüeli ile güneşi, toprağı, havayı, suyu, yani dört elementi kutsadık; sanırım beşinci elementin adı bu anda “sanat”tı.
Gündoğumu Şiir Okumaları ile devam eden bienal, bu okumalardan sonra adeta bir “sanat safarisi”ne dönüşecekti. Altı noktaya yayılmış, geçmiş yılların da eserlerinin görülebildiği bu bir günlük tur için sanırım bu ifade kullanılabilirdi. Serengeti düzlüklerinde aslan fotoğrafı çekmeye değil, Adıyaman’ın kırsalında başka ulusların sanatçılarının yanında Adıyamanlı sanatçıların da eserlerini görmek için bir günlük bir tura çıkmıştık. Yerel sanatçılar depremi yaşamışlardı ve bunu eserlerine yansıtmaktan başka şansları da yok gibiydi.
İyileşme
Benim bu yazıda hem ekipten, yani içeriden biri olarak hem de geri kafalı, klasikçi, Sovyetik, toplumsal sanata inanan bir sanatçı olarak yapmayı amaçladığım şey 2. Kommagene Bienali “özelinde” değil, bienal “üzerinden” kavramsal sanatı tartışmaya açmak olacak. Bu yüzden 2. Kommagene Bienali’nin, “iyileşme” teması ile çağrı yapmış olması bile başlı başına değerliydi. (Üç yıl gibi kısa bir sürede Adıyaman’a kazandırılmış güncel sanat eserleri, önümüzdeki günlerde bir Müze Adası’na taşınacak.)
Öncelikle kavramsal, güncel sanatta bildiğimiz üzere eski işçilikler önemsenmez. Eser bir metin üzerinden temel bir okumaya tabi tutulur. Semboller, metaforlar sanatçı tarafından keskin çizgilerle belirlenmiştir. “Kavramsal sanatın ironisi” diyerek kavramsallaştırmaya çalıştığım bu durum güncel sanatın “uçsuz bucaksız anlam ya da anlamsızlık dünyası”nda bir tür tezat oluşturuyor. Kullanılan semboller, yorumlar sanatçı tarafından, önceden “sınırlanıyor.”
Tam da bu yüzden, künyeleri okumamaya çalışarak değerlendirdiğimde, benim için en çarpıcı işlerden biri, medeniyetin başlangıç sınırı olan kadim Fırat suyunun kenarına yerleştirilmiş, Talha Demiral’a ait, üç adet “toprak” sütundu. Dikilitaşların, sütunların tarihteki önemiyle birlikte, brutal bir gösterişle duran bu sütunlar tamamıyla çevredeki malzemeden karılmış bir harçla yapılmıştı. Sanki geçtiğimiz hafta yapılmamışlardı da tarih boyunca oradaydılar.
Dünya üzerinde, medeniyetimizin başladığı üç merkezden biri olan Mezopotamya’nın kuzeybatı sınırında, tarihin tüm yıkımlarına rağmen ayağa kalmanın kutsal değil ama kutsayıcı anıtları. Üç sayısının mitsel anlamları da aklımı kurcalıyordu. Bu eserin hemen birkaç metre üzerinde bulunan, yine çevredeki taşlarla örülmüş başka bir eserle kurduğu ilişki ise kadın, erkek ve çocuklar tarafından insan emeğiyle kurulmuş ilkel bir şehri anımsatıyordu. Yaşamadığımız bir tarihi hatırlıyorduk.
Gri bölge
Yine bir başka emek-yoğun iş olarak değerlendirdiğim eser “Kabuk” (Oya Yurt, Yaprak Deniz Yurt) oldu. Topografya tekniğiyle oluşturulmuş, farklı boyuttaki “yumurtalar” çok hassas bir dengeyi simgeliyordu: Yumurta kabuğunun inceliğinin oluşturduğu risk ile içindeki yaşam ve bu olası yaşamın potansiyelleri “iyileşme”den anladığımızı, ironik, dengesiz, riskli bir alana taşıyordu.
“İyileşme” izleği ile bienaldeki eserler arasında kurduğum iletişim beni ister istemez pandemiye de savuruyordu. Pandemi sırasında Agamben’in dillendirdiği ve oldukça ağır tepkilerle karşılanan, yıkımların yeni bir potansiyele yol açacağı; ancak Antroposen Çağı olarak adlandırdığımız bu çağda, artık yeni olanaklara yer kalmadığını, çünkü insan soyu tarafından her şeyin önleminin alındığını anlatmaya çalıştığı o gri bölgedeydim.
14. yüzyılda dünyayı kasıp kavurmuş Kara Veba pandemisinin Avrupa’nın kurucu öğelerinden olduğu artık genel olarak kabul gören bir yargıdır. İnsanın, yaşamı ve ölümü, ağacı ve baltayı, mikrobu ve aşıyı iki elinde tutması, ağaçtan balta, mikroptan aşı yapması gibi, insan dışı dünyada da yaşam ve ölüm her zaman iç içedir ve “iyileşmek” ancak bu ikisi arasında ve doğanın kendi rutin işleyişiyle gerçekleşebilir.
Zaman bizi iyileştirecek mi ya da biz zamanın bizi iyileştirmesi için ona müdahale edecek miyiz; dünyanın iyileşmesi insanın sonuna, insanın yeniden ayağa kalması, sağalması dünyanın sonuna mı bağlı, henüz bilmiyoruz.
“Sanatın iyileştirici gücü”ne eleştirel bir mesafede dursam da bu soruların cevaplarının aranacağını düşündüğüm bir alan, sanatın sezgisel gücü. Bu sezgisel işaretlerin izini sürmek için bir “sanat safarisi”ne katılmak isterseniz 2. Kommagene Bienali bunun için isabetli bir başlangıç noktası olabilir. (İA/TY)