2 gün önce;
Muhteşem bir tarif hazırladım. Yeni bir tarif yaratmadım aslında. Var olanı kendimce yorumladım. Tiramisunun dünya üzerinde binlerce yorumu vardır. O binlerce yoruma ben de bir yenisini dahil etmiş oldum. Neşet Ertaş’ın ilk defa 1982 yılında yayınladığı, kalplere taht kuran “Ah Yalan Dünya” şarkısını hatırla. O zamandan bugüne, o şarkıyı yeniden yorumlayan, icra eden binlerce müzisyen geldi geçti. Ben en çok Jülide Özçelik yorumunu sevdim, kendime yakın buldum. Değişen enstrümanlar, daha telaşsız bir ruh, başka bir devir, yarası aynı – şiddeti farklı. Yaratılan eserin kendi olmadan, onun farklı yorumları ve bugüne ulaşması mümkün olabilir mi? Bach, bestelerini yorumlayan icracılar olmaksızın yüzlerce yıl sonra hâlâ varlığını sürdürüyor olabilir miydi? Ado Campeol tiramisu tarifini yaratmamış olsaydı, bugün bu tarif üzerine kafa yormayacak, kendi damak tadımla buradan yeni bir yorum çıkaramayacaktım. İyi eserler yorumlananlardır. Bir gün aslı yalnızca bir arşivde de kalsa, sürekli dönüşerek varlığını sürdürendir. Sanılanın aksine kimi zaman bir yorum, aslında orijinalinin üzerine çıkabilir, ancak bu yine de ilk yaratılan eserin kendisinden güç alır. Tam bir yumurta tavuk ilişkisi.
Tadına baktıktan sonra kendimi uzunca takdir ettiğim kendi tiramisu yorumuma isim vermeyi de ihmal etmedim. İsmi; yaşadığım şehrin adı St. Julians. “St. Julians Tiramusu”. Tarifin ana vatanı İtalya, yapıldığı yer Malta, geldiğim yer Türkiye. Mascarpone peyniri, ladyfinger (kedi dili bisküvi) gibi temel malzemeler İtalya’dan. Malta’dan almond butter (badem ezmesi) ve Türkiye’den Antep fıstığını mascarpone’lu kremaya iyice yedirdim. Ladyfinger bisküvileri genelde kahveye eklediğim viskiyle yumuşatırım. İçki dolabından viski almak üzereyken o an Cointreau (Fransız portakal likörü) şişesine gözüm takıldı. Portakal Malta tatlılarında baskın malzeme ya da zest olarak kullanıyor ve de muhteşem bir ferahlık veriyor. Cointreau Fransız üretimi de olsa, özündeki portakaldan güç alıp, tarifin lezzetini bir ton daha Malta’ya yaklaştırmak istedim. Normalde kullandığım viski ölçüsünün iki katını Cointreau olarak kahveye ekledim. Her bir aşamayı ince ince hesapladım. Denge, kıvam, tatların doğru bir şekilde iç içe geçişi… Her şey tamam dedim. Muhteşem sunumlar ve görseller yakalama konusunda pek iddialı değilim. Kaldı ki, çok kusursuz, dergiden fırlamış gibi görününce bazen o yemekle kurduğum ilişki zayıflıyor. Özetle, 2 gün önce kendi yorumumla yaptığım en şahane tarifi ortaya çıkardım. Tadı öylesine büyüledi ki beni, hiç abartmıyorum, gözlerimin yaşardığını hissettim. Bu kadar hoşuma giden bir tarifi önce sevdiklerime tattırmalı, sonra da olabildiğince fazla insanla paylaşmalıyım dedim.
Bugün;
Sahi; kaç hikâye yazdın, kaç resim yaptın, kaç tarife çalıştın, kaç yeni proje ürettin… Kaç başarısızlık, kaç yenilgi, kaç mutluluk, kaç heyecan, kaç yerle bir oluş ve yeniden ayaklanış… Bilmiyorum. Hayli fazla olmalı kendime sakladığım mağlubiyetler ve galibiyetler. Güzel bir şey başardığında bir anda omuzlarına basıp seni aşağı çeken bir güç hissedersin. Ya da kelimenin tam anlamıyla bir şeyleri berbat etmişsindir ve yeni bir yol ararsın ama o yolda yarana parmaklarını geçirmek için koşturan kalabalıkların çıldırtıcı uğultusunu duyarsın. Ayakta kalabilmek için kulaklarını tıkarsın ve bir köşeye çekilip nefes alışverişlerini düzenlemeye çalışırsın. O sırada savurduğu bayraklarıyla kasırga yaratanlar görevlerini ustalıkla sürdürmeye devam ediyorlar. “Dünya hep mi böyleydi acaba?” diye soruyorsun kendi kendine. Kendi kısa ama hayli uzun kişisel tarihine bir bakış atıyorsun. “90’larda çocuk olmak ne güzeldi” diye iç geçirenler geliyor aklına. Senin için hayatının en karanlık yılları olduğunu hatırlıyorsun. Dünyanın herkese aynı hızda ve şefkatte dönmediği gerçeği ile beraber… Çocukluğunda seni fazlaca hassas ve adil yetiştirdiği için kızgın olduğun babanın sözleri artık Fikret Kızılok şarkısı gibi;
Sendeki sen sana soru sorunca
Bir masalda kurt kuzuyu kapınca
Uçan balon ellerinden kaçınca
Yaşlı gözlerle bana gelip sakın üzülme yavrum
Böyle büyür insanlar; ağlamak çare değil
Zaman değirmenini durdurmak kolay değil
Yaşadığın, gördüklerin dışında
Mutluluğu kuytularda bulunca
Oysa herkes başka başka olunca
Yaşlı gözlerle bana gelip sakın üzülme yavrum
Böyle büyür çocuklar; ağlamak çare değil
Zaman değirmenini durdurmak kolay değil *
2 gün sonra;
Kendi yorumunla tiramisu tarifini yaptığın gün, bir sonraki sefere daha iyisini yapmak için telefonuna aldığın notları gözden geçireceksin; “Cointreau yerine tarife lokal üretim portakal likörü ekle, kakao öncesi krema tabakası üzerine zest olarak portakal dene…” Eksik malzemeleri alıp, daha iyisini yapmak üzere mutfağa gireceksin. Tadı nasıl olur bilmem ama daha iyisini yapmak için adım atmış olmak seni mutlu edecek.
Asıl mesele, bu mutluluğun nereye kadar süreceği.
Savurduğu bayraklarıyla kasırga yaratanlar görevlerini ustalıkla sürdürmeye devam edecekler. Herkes en haklı, herkes en öfkeli, herkes en duyarlı, herkes en kırılgan, herkes en iyi bilen olmaya devam edecek. Sadece iyi hissettiğin için bir anda omuzlarına basıp seni aşağı çeken gücün, o koca koca “en”lerin toplamı olduğunu fark edeceksin.
Peki ya kendi içindeki “en”ler?
Sahi, herkes kendi içindeki “en”lerini süpürse, dünya tertemiz bir yer olurdu belki de.
Yeni bir 2 günü daha zehretmeden, en iyisi mutfağa girip hakkını vererek yeni bir tarif denemek.
* “Ama Babacığım” – Fikret Kızılok - Çekirdek Hatırası- 1985
(KA/AS)