*Manşet: Peter Paul Rubens, Barış ve Savaş tablosu
Kürt meselesi aslında 2000’li yıllarla beraber hızlı bir dönüşüm yaşadı. Çok sayıda ateşkes, çözüm çabasına çok sayıda sonuçsuzluk sığdırdı. Her sonuçsuzluk; sorunun etkilediği, hitap ettiği bağlamı derinleştirerek genişletti. Sadece etkilediği alanı da değil, giderek uluslarararasılaşmış muhataplıkların ve aktörlerin rol oynamasına olanak sunar biçimde genişledi.
Şiddet, her sonuçsuzlukta çok daha büyüyerek döndü hayatlarımıza. ‘Mümkün değil’lerin, ‘olamaz’ların sınırları hep bir adım daha genişledi ve giderek toplumsal meşruiyet veya onay halkasını da büyüttü.
Bu konuda sadece 1999 sonrası gelişmeleri ve barış çabalarını anımsamak bize çok şey anlatacaktır.
Kürt meselesinde barış ve çözüm çağrıları, söylemleri 1990’larda da yoğun olmakla birlikte, stratejik olarak benimsendiği dönem 1999 sonrası süreç. Kendimin de dâhil olduğu bu süreç ve sonrasında yaşananlar hem hayıflanmalara yol açacak cinstendir hem de Kürt meselesi nasıl ‘çözülemez hale gelebilir’in tüm görünümlerine sahiptir. Üstelik nispeten kolay çözülebilecek evreden çözümün zorlaşmaya doğru götürüldüğü güzergâhlara işaret etmektedir. Buradan baktığımızda belli başlı, dikkate değer ve karşılıklılık ilişkisi taşıyan 3 önemli evreden bahsetmek mümkün.
1999'da
İlki, Öcalan’ın Türkiye’ye getirilişi ve ardından başlayan PKK militanlarının Türkiye sınırlarının dışına taşınmasıyla birlikte, ilk barış grubunun dağdan gelmesiyle yükselen 1999-2004 evresidir. Bu sürecin aslında çok büyük kısmı örgütün çabası, inisiyatifi ve önemli oranda tek yönlü etkinliği ile yürüdü.
Bir yandan İmralı’ya konan Öcalan, başlattığı “Kürt sorununda barışçıl ve demokratik çözüm stratejisini” hem PKK’ye hem devlete anlatmaya çabalarken, öte yandan “Demokratik Cumhuriyet Formunu” bir çözüm formu olarak gündeme getirdi.
Kürt sorununun siyaseten çözülecek bir sorun olduğunu ilan etti. Devleti ikna edebilmek, çözüm samimiyetini gösterebilmek için dağlardaki gerilla güçlerinin sınır dışına çıkmasını, sonrada bir grubun, ‘barış ve demokratik çözüm grubu’ olarak Türkiye’ye gelmesini istedi.
PKK bu çağrılara kısa zamanda olumlu yanıt verdi. Sınır dışına çekilen güçlerin ciddi kayıplar vermesine, barış grubu olarak gönderilenlerin tutuklanmasına rağmen süreç yürütülmeye çalışıldı. Kürt meselesinin Öcalan ve devlet arasında ya da en basit tanımla “Biz bize” çözülme olanağının en güçlü olduğu zaman dilimi de bu süreçti.
Ne var ki bu sürecin siyasal muhatabı neredeyse hiç olmadı. O döneme kadar sivil siyaset alanının inisiyatifli kılınmadığı sorunların başında gelen Kürt meselesinde tek inisiyatif asker ağırlıklı bir devlet bürokrasisindeydi. Aslında Öcalan 1993 yılında ilan ettiği koşulsuz tek taraflı ateşkes döneminden bu yana sivil-siyaset alanının konunun muhatabı olmasına dair çok çaba sergilemişti.
Özellikle Bask, İrlanda ve Güney Afrika deneyimleri ile tanışan dünyada oluşmuş olumlu rüzgârın Türkiye’ye uğrama olasılığını ıskalamak istemiyordu. Ancak o dönem çok sayıda provokasyon, devlet içi hakim yapıların sorunu ve çözümü reddeden tutumları aşılamadı, sivil siyaset konu dışı kalmayı sürdürdü. Askeri vesayet son hız devam etti. Kürt sorunu gibi sorunlarda benimsenen çatışma ve gerilim politikaları eliyle vesayet üretimi sürdürüldü.
2004’te
Velhasıl, 2004 yılına geldiğimizde siyaseten muhatabını bir türlü bulamayan süreç iyiden iyiye çıkmaza girdi. Başından itibaren bir kısmı anlamaya, sürece şans tanımaya çalışsa da devlet adına hareket eden hâkim bürokrasi “Lideri elimizde olan bir örgüt yenilmiştir, atılan adımlar bir yenilgi görüntüsüdür” benzeri bir algı ile hareket etti.
Kürt meselesini bir “terör” sorunu olarak algılamayı sürdürdü. Kürt meselesinden kaynaklı en çatışmasız ve en az ölümlerin olduğu dönem bu dönem ne var ki 2004 yazında bozuldu. Ancak bu sürecin sonunda pozitif sayılabilecek dört önemli şey elde vardı:
Dört önemli sonuç
| |
Diğer yandan kurulan Kürdistan Federe Yönetimi Türkiye’deki bölünme fobilerini güçlendiren bir algı ile karşılandı.
Bu içerde sertleşmelere, ortaya çıkan olası çözüm koşullarını reddetmeye, Kürtlerin taleplerini giderek bölgesel çaplı bir tehdit olarak daha güçlü sunmalarına da vesile yapıldı.
2004’de tek taraflı süreç bozulmakla beraber Güney'deki gelişme ve yerelde sivil Kürt siyasetinin egemen bir gelişim seyri göstereceğinin işaretleri Kürt meselesini ve taleplerini geçmişteki kadar yok saymayı da engelledi.
Oslo görüşmeleri
Arada kısa zamanlı, tek taraflı çatışmasızlık süreçleri yaşansa da Kürt sorununda çözüm için ikinci önemli aşamaya 2009'daki görüşmelerle geçildi.
2011 Eylül’ünde basına sızdırılan belgelerle haberdar olunan bu görüşmeler sürecine kamuoyunda “Oslo görüşmeleri” dendi.
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarının “Demokratik açılım”, “Kürt açılımı” gibi isimlendirmelerle politika geliştirmeye çalıştığı dönemde gelişen bu görüşmeler öncekilerden farklılıklar taşıyordu. İlk defa bir süreç bu denli açık bir karşılıklılık ilişkisi ile yürütülecekti!
MİT müsteşarı-PKK görüşmeleri
Gizli yürütülen görüşmelerin muhatapları dikkat çekiciydi; çünkü sızan belgelere göre; ilk defa devlet ve hükümeti temsilen MİT Müsteşarı, PKK üst yönetimi ile üçüncü bir ülkenin aracılığı ile yüz yüze görüşmeler yapmıştı.
Kürt meselesinde yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, "Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı"nın çözüme olası katkısı, anadilinde eğitim, silahların bırakılması, siyaset yapma koşullarının sağlanması gibi konuların gündeme geldiğini öğrendiğimiz görüşmeler ne var ki akamete uğradı.
Türkiye tarafının “üçüncü göz” veya “arabulucu” işlevine göre 3. ülkeyi bir süre sonra devre dışı bırakma isteği, operasyon ve çatışmaların sürmesi, hatta tam da bu görüşmeler olurken, basına yansıdığına göre örgütün merkezi yönetiminin hedef alındığına dair beyanları vs. gibi gerekçeler bu sürecin kesilmesine neden oldu.
"Türkiye bağırsaklarını temizliyor"
Bu tür süreçlerin devlet ve siyaset arasında güç/denge ilişkilerini değiştirdiğine dair tanıklığa da değinmek gerekecek. 1999-2004 yılları arasında, çatışmaların büyük oranda bitmesinin ardından devlet içi yapılar arasında bir mücadele yaşanmış, askeri vesayet tartışmaları alevlenmiş, o yıllarda yaşanana “Türkiye bağırsaklarını temizliyor” denmişti.
O dönem başlayan iç tartışmalar, sonrasında askeri vesayetin eski gücünü yitirmesine yol açacaktı. 2009 Oslo görüşmelerine geldiğimizde ise bir yandan Türkiye “Ergenekon”, “Derin devlet” yapılarını konuşuyordu, bir süre sonra da “Balyoz” davaları ile tanışacaktı. Askeri vesayet bu davalarla iyiden iyiye zayıflatılmaya, öte yandan sürecin sonunda sivil siyaset ve bürokrasiyi paylaşan “yeni sahipler” arasında da sorunlar yansımaya başlayacaktı.
“12 Eylül 2010 Anayasa değişikliği askeri vesayeti sonlandırmakla ilgili önemli bir adım olarak sunulurken, aslında devletin yeni “hâkimlerini” ve de sorunlarını da takdim ediyordu!
Gülen Cemaati ile AKP arasındaki çatışma veya paylaşım kavgası Oslo görüşmelerinin sızdırılması tartışması ile iyice ayyuka çıktı.
Oslo görüşmeleri nedeni ile MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın ifadeye çağrıldığı 2012 ise bir milat oldu. Yaşananlar, Kürt sorunu çözülmedikçe çözülenin pekâlâ devlet içi pek çok güç ilişkisi olduğunu da düşündürebilir.
Bazı gelişmeler
Bu süreçte önemli birkaç gelişmeden daha bahsetmek gerekecek.
Yerel yönetimlerde güçlenmeye başlayan Kürt siyaseti 2009 yılı seçimlerinin ardından bu defa 8 il ve 55 ilçenin belediye başkanlığını kazandı.
Hemen akabinde ise; 14 Nisan’da KCK adı altında legal siyaset içindeki Kürt politikacı ve aktivistlere dönük toplu tutuklama furyası başlatıldı.
Aslında bu uygulama legal siyaset alanının Kürt siyasetçilerine kapanması tehdidini içeriyordu. Öte yandan olası görüşmeleri sabote etme kapasitesi sergileniyordu. Bununla birlikte Kürt siyaseti yerellerde engellenemeyen bir yükseliş trendi sergiledi!
Oslo görüşmeleri sırasında devam eden çatışmalar, askeri, siyasi, hukuki operasyonlar, görüşmeler sonrası oldukça şiddetlendi. Son 10 yılın orta şiddetli en yüksek çatışmaları yaşanmaya başlandı.
Aslında her iki önemli çözüm sürecinde de “pata” durum aşılamadığı gibi, PKK’nin de eski gücünü koruduğu anlaşıldı. Bu duruma Dönemin Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ da 2010 yılında yaptığı bir konuşmada değinmişti.
İlgili konuşmada, 26 yılda güvenlik kuvvetlerinin PKK’yi beş defa bitirdiğini ama neden hala var olduğunu sormuş, askeri yöntem dışındaki tedbirlere atıfta bulunmuş ve Kürt siyasetinde aslında artık inisiyatifin sivil siyasette olduğunu ilan etmişti.
Yeni süreç | 2013
Yayılan çatışma ve operasyonların ardında 2012 yılında cezaevlerinde başlayan büyük açlık grevleri ardından 2013 yılı Ocak ayında yeni süreç ilan edilir.
2013-2015 yıllarını kapsayan bu süreçte muhataplar artık daha çok siyasi ve istihbarı kimlikleri ile öne çıkar. Hükümetten isimlerin, HDP’den isimlerin ve MİT’ten isimlerin İmralı-Ankara-Kandil üçgeninde yürüttükleri görüşmeler Kürt meselesinde ulaşılmış en güçlü çözüm olasılığını içinde barındırıyordu.
Örgütün silahsızlanmasından, Kürt sorununun özerklik çerçevesinde çözümüne kadar bir dizi idari, siyasi, kültürel talep tartışma konusuydu.
Belediyelere kayyım
Ancak yakın tarihimizin bu önemli girişimi de akamete uğradı.
Süreç akamete uğradığında Kürt siyaseti artık 11 il, 68 ilçe ve 23 beldenin belediye başkanlığını yapıyordu. Yerelde Kürt siyasetinin hâkimiyeti genişlerken, sürecin akamete uğraması ardından yapılan önemli icraatların başında da HDP’li belediyelere kayyum atamak geldi!
2009’da KCK operasyonları ile yerel seçimlerdeki başarı cezalandırılmıştı. Bu defa belediyelere, kayyım marifeti ile direkt el konmuş oldu. Bu uygulama sonraki yerel seçim sonrasında da tekrarlanarak bir nevi sistematik özellikler sergiledi. Oysa yerel yönetimler üzerinden gelişen durum Kürt sorununda önemli bir çözüm olanağını da içinde barındırıyordu.
Ekim 2014 Milli Güvenlik Kurulu (MGK) kararları ile karar alındığı söylenmekle beraber; 2015 Mart başında Erdoğan’ın “Dolmabahçe mutabakatını tanımadığını” duyurmasının ardından aslında ortada süreç falan kalmamıştı.
Süreç neden bozuldu?
1) Taraflar görüşmelerde aynı meramlara ve hedeflere sahip değildi. Başlangıçta bu çok normal iken ilerleyen zamanda aralarındaki hedef makası daralmadı! Hükümet için “terörün bitirilmesi” hedefti, PKK’ye göre Kürt sorununun çözümü.
2) Görüşme öncekilerden farklı olarak ağırlıklı sivil siyaset temsilcilerinin inisiyatifinde gelişti. Ancak süreç AKP, HDP dışındaki siyasi yapılara ve Meclis'e büyük oranda kapalı gelişti. Bu önemli bir zaaf yarattı. Muhalefetin dâhil edilmemesinde AKP’nin isteksizliği etkili iken, Muhalefet taraf olmaktan çok karşı duruşu benimseyerek konunun AKP’nin insafına kalmasına büyük bir fırsat sundu.
3) Kısmen açık olsa da süreç önemli oranda şeffaf yürütülmedi. Tarafların insaf ve inisiyatiflerine kaldı. Denetleme mekanizmalarından, arabuluculardan, ara mekanizmalardan yoksun, sivil toplumun dışında tutulduğu bir süreç olması akamete uğramasını kolaylaştırdı.
4) Süreç, kendisini koruyucu yasal teminatlara kavuşturulmadığı gibi, güven arttırıcı önlem ve düzenlemeler de ciddiyetle yapılmadı. Sürecin önemli bir bölümü güven krizlerine tanıklık etti.
5) Suriye savaşı içinde Rojava’da ortaya çıkan De Facto Özerk yönetim ve Kürtlerin uluslararası koalisyonla ortak hareket etmesi AKP iktidarı ve devlet mekanizmalarının hedefleri ile uyumsuzdu. Suriye’deki yeni durumla beraber Kürtler ikinci bir özerk alana sahip olmaya doğru ilerliyordu. Bu durum Güney'deki Bölgesel Yönetimle birlikte Kürtleri bölgede önemli bir jeopolitik aktör olma olasılığına yaklaştırdı. Ayrıca tüm bu gelişmeler ve Türkiye’deki kutuplaşmalar Kürtlerde “uluslaşma” eğilimlerini güçlendirdi.
6) AKP, Kürt meselesinde başlatılan çözüm süreci ile bölgesel ve yurt içinde hâkimiyetinin artacağını düşünüyordu. Ancak 7 Haziran seçimlerinde görüldü ki süreç AKP’nin oy kaybına karşılık, yasal siyasal alanı Kürtlere açmaya doğru katkılar sağlamıştı. Kürt meselesi siyaseten çözülecek ise bu bulunmaz bir fırsattı. HDP’nin 7 Haziran’da kazandığı başarı bunun göstergesiydi. Ancak Hükûmetin/devletin egemen yapıları bu durumu çözümde bir avantaj olarak değerlendirmek yerine hedeflerine/ajandalarına tehdit olarak okudu. PKK’de de iktidarda da ciddi güvensizlik refleksleri öne çıktı.
7) Bu güvensizliğin bir sonucu olarak çözüm geciktikçe çatışma ve hatta darbe dinamikleri öne çıkmaya başladı. Şiddet ve çatışmalı hal, kent merkezlerine taşındı. Bu süreç hala hakkıyla tartışılmadığı gibi, oldukça ağır sonuçları da içinde barındırmaktadır…
Çözümsüzlükten küresel alana
Aslına bakarsanız Türkiye’deki çözümsüzlük Kürt meselesini giderek bölgesel, küresel alana taşımaya da başladı. Kürt meselesinden etkilenen çevre ve kaynakları derinleştirip genişlettiği gibi, soruna müdahil olanların sayılarını da arttırmaya, çözümü güçleştirmeye dönük emareler oluştu. Çözüme erişimde 1999-2004 arasında sahip olunan sadelik yitirilmeye başlandı.
Kürt meselesinde en önemli kırılmalardan biri de 2015’den itibaren benimsenen katı güvenlikçi politika ve buna paralel olarak yükselen otoriterleşme, militerleşme ve milliyetçileşme süreci oldu.
Bu süreçte yaşananlar önceleri Kürtlerin Türkiye’den duygusal kopuşu olarak okunurken, zamanla gözden kaçırılan tarafın daha da mühim olduğunu düşündürdü.
Kürtler Türkiye’den kopmuyordu, Türkler veya egemen algının kuşattığı çeper Kürtlerden kopuyordu. 2015 sonrası artarak gelişen, “spontan ırkçılık” olarak da tariflenebilecek yönelimler böyle düşünmeyi mümkün kıldı.
Kürtlerin karşılaştığı hukuksuzluklar ve vatandaşlık haklarına dönük yönelimlerin olağan görülmesi, hatta toplumsal rıza olarak algılanabilecek tutumlar bunun tipik örneği. Bakınız kayyum atamalarına, Kürtlerin seçme seçilme hakkına dönük gasplara, siyasi temsilcilerinin yaşadığı hukuksuzluklara gösterilen reflekslere…
Siyaset yapma hakkının “terörle” özdeşleşmeye başlarken, hak ve özgürlük alanlarının kullanımı noktasındaki imtina edilişlere ve oto sansüre yol açan uygulamaları da bu kapsamda saymak mümkün.
Rojava’ya veya Federe bölgeye gerçekleşen operasyonlara dönük egemen siyaset ve kamuoyunun ortak onayını bu kopuşun başka bir örneği olarak görmek mümkün. Son İstanbul patlaması (13 Kasım Taksim patlaması) ve ardından Suriye’nin kuzeyine yapılan saldırıların Kürtler ve Türkler'deki etkisini de bu vesile ile tekrar düşünmek gerek.
90’larda Türkiye’nin batısı, genel olarak bölgede neler olduğunu, nasıl bir savaş yürütüldüğünü bilmiyordu. O yıllarda her ne kadar Demirel “Devlet rutin dışına çıkmıştır” dese de, çoğunluk uzun yıllar sonra 17 bin faili meçhulü, köy yakma ve boşaltma pratiklerini, devlet adına işlenen suçları duydu.
2015 yılı ve sonrasında yaşananları ise anı anına bilme olanaklarına sahip oldu. Ancak bu “bilme” hali ne yazık ki devlet mekanizmalarını toplumsal barışa zorlamak yerine toplumsal ayrışmayı derinleştirecek sonuçlara vesile oldu. Yani aslında Kürt meselesinde, 1990’ların “bilmeden onaylama, dışlama” aşaması, 2015’lerde bilerek dışlamaya ve onaya dönüştürülmüştü!. “Ötekinin nefreti” üzerinden ayrışmış bir toplumsal profil, politik olarak da sürekli beslendi. Yeni olası çözümde en önemli risklerden birinin bu ayrışma ve milliyetçileşme hali olduğunu söylemeye gerek bile yok.
Önemle aşılması gereken bir diğer konu; devlet mekanizması içinde Kürt meselesini çözebilecek güçlü bir muhataplık ihtiyacını karşılayabilecek adres yoksunluğu. Garip bir ironi ile yıllarca devlet Kürt muhataplar arasında bir tür “makbul muhataplık” nizamı kurmaya heves ederken, bugün muhatapsızlığın bir adresi olarak belirme riski taşıyor.
Elbette 2015 ve sonrası beslenen güvenlikçi politika sadece Kürt sorununda çözümsüzlük getirmedi, sadece Kürt meselesinde çehre değişimine ve içerik dönüşümüne yol açmadı; Türkiye’de sistem yapıları da bozuma uğradı. Çözümsüzlük, kaos ve kriz halini çoğullaştırıp büyüttü. Güvenlikçi gerilim siyaseti içeride ve dışarda bir tür hegemonya tesisi için kullanıldı. Yani Kürt sorunu iktidar kurma, yayma ve sürdürmede bir araç haline geldi. Ve emin olun 2010’lara kadar etkinliğini sürdüren askeri vesayetçilik dönemindekinden daha tahripkâr bir araç olarak işlevlendi.
Bugün Türkiye’nin demokrasi indeksindeki sırası 167 ülke içinde 147. sıra! Ekonomik olarak hızla yoksullaşan ülkeler statüsünde ve para kaynakları konusunda şaibe tartışması altında. Tüm bunların Kürt sorununda benimsenen siyasetle ve çözümsüzlükle ilişkisini kim inkâr edebilir!
Bu tablo sürdürülebilir olmadığına göre, Kürt meselesinde hala “birlikte yaşam” çözümü mümkün iken, çözümü konuşmak elzemdir.. Çözümü konuşmak geciktikçe tahribatın arttığı, fırsatların yıprandığı düşünülürse ne kadar hızlı diyalog o denli hızlı ‘iyileşme’ demek olacaktır. (YG/APK/RT)
* Yüksel Genç'in Demokrasi İçin Birlik'in (DİB) 18 Aralık 2022'de düzenlediği Savaşa Karşı Hayat konferansında "Kürt Sorunununda Fay Hatları" başlıklı sunumudur.