Bu çalışma, spesifik bir tarihten yola çıkarak bu tarihi kırılma noktasının günümüze olan yansımasının bir kısmını ele almaktadır. Aslında çok da yakın olmayan bu tarih, hala hafızalardaki canlılığını korumaktadır. Bu bağlamda, 1939 yılında yaşanan ilhak bir kırılma noktası olarak karşımıza çıkıyor. Eskiden aynı topraklarda, aynı sınırlar içinde yaşayan halk, referandumla iki ayrı ülkede yaşamaya zorlanmıştır. Türkiye topraklarında bulunan Antakyalı Arap Alevilerinin bu durumu nasıl yaşadıkları ve 84 yıl sonra bile bu durumun nasıl anıldığı çok önemlidir.
2014-2015 yıllarında, Boğaziçi Üniversitesi'ndeki yüksek lisans tezimi yazarken Antakya ve Antakya'da yaşayan kimlikler üzerine daha da derin düşünmeye başladım, çünkü tez konum Antakya'da 2011-2019 yılları arasındaki mekân, kimlik ve siyaset ilişkisi üzerineydi. Bu bağlamda Armutlu Mahallesi'nde bir saha çalışması yürüttüm. Yüksek lisans tezimde 2012-2015 yılları arasında, Antakya'da ağırlıklı olarak Arap Alevilerinin yaşadığı Armutlu Mahallesi'ndeki gençlik siyasetini analiz etmeye çalıştım. Gençlik hareketinin iki ayağı vardı. İlki 2012 yılında Suriye Savaşı'na karşı protestolar, ikincisi 2013 yılında yaşanan Gezi Parkı protestolarıydı.
2012 yılında benim de tesadüfen Antakya'da olduğum ve katıldığım savaş karşıtı eylemler aslında Armutlu halkı için bir kırılma noktası oldu ve akabinde İstanbul'da başlayan ve bütün Türkiye'ye yayılan Gezi Parkı hareketiyle birleşti. Armutlu gençliği, bu hükümet karşıtı protestoların baş aktörü oldu ve gençliğin bu siyasi seferberliği kendi Arap Alevi kimliklerinde olduğu kadar, mahalle kimliklerinde de büyük bir revizyona yol açtı. Bu tez, Antakya'nın çoğul gerçekliğinden biri olan Arap Alevilerinin hafızalarında, gündelik hayatı deneyimlemelerinde, mekânı üretme ve dönüştürmelerinde tarihin ne kadar önemli ve hatta bazı tarihsel kırılmaların hafızalarda hala ne kadar diri olduğunu yaptığım görüşmelerle desteklemektedir.
1939 hafızalarda hala canlı
Bu bağlamda 1939 yılı, Arap Alevi kimliği için önemli bir kırılma noktasıdır. Bu yılda gerçekleştirilen referandum aslında hala "Nereye aitiz, nereye aittik?" sorularını gündemde tutuyor. Evet, Arap Alevi kimliğini bu insanlar sahipleniyorlar, ancak daha önce aynı topraklarda yaşadıkları, kan bağlarının olduğu insanlarla ayrı topraklarda, iki ayrı ülkede yaşamaya devam ediyorlar. Dolayısıyla bu "Nereye aitiz, nereye aittik?" soruları güncelliğini koruyor. Hatta bu kimlik politikalarıyla ilgili anlatılan hikâye, İskenderun Sancağı'ndan günümüze kadar uzanan bir tarihsel gerçeklikte oluşuyor.
Türkiye Cumhuriyeti'nin Sancak üzerindeki iddiasını jeopolitik gerekçelere dayandırarak değil, Sancak nüfusunun Türk olduğu iddiasıyla kimlik siyaseti üzerinden ortaya attığı belirtiliyor. Dolayısıyla da kimliğin tekrar ve tekrar nasıl üretildiğini anlamak için bu tarihsel arka planı iyi okumak gerekiyor. Yaptığım saha görüşmelerinde insanlar, 1939'u iki farklı şekilde tanımlıyorlardı. Kimisi için 1939 ya bir kurtuluş ya da özgürleşme hikâyesi, kimisi için ise bir asimilasyon, yok sayılma hikâyesi.
1939'un hafızalarda hala ne kadar canlı olduğunu 19 yaşındaki bir görüşmecimle yaptığım görüşmeden alıntı yaparak anlatmaya çalışacağım:
"Bu insanlar toprak sahibi iken topraklarından alınıyorlar. Buralara hep Türk ağalar yerleştirilmiş. Arap Alevilere 'Fellah' deniliyor. Hatta bu kelime aşağılama olarak kullanılır. Biz zorla tacizlerle, tecavüzlerle göç ettiriliyoruz. O dönemde kim var? Mustafa Kemal var. Atalarımız, Türk ağaların yanında çiftçi olarak çalışmaya başladılar. Atatürk bizi kimliklerini kaybetmiş "Eti Türkleri" olarak nitelendirmiş. Bir kitapta görmüştüm. Hatta asimile olmamız için Türkçeyi zorunlu kılmış. Anneannemin annesi anlatırdı, zorla Türkçe öğrensinler diye kurslar açılmış o dönemde. Bu kadar baskıdan sonra, insan bunu kabulleniyor galiba."
Bu konuyu dile getiren görüşmeci 19 yaşında. Burada anlatılan yerinden edilme hikâyesi 1939 öncesi dönemle ilgili ve 19 yaşındaki bir genç tarafından anlatılıyor. Dolayısıyla 1939'dan günümüze kadar olan süreci anlatıyor olsak da bu iki dönemi yani günümüzdeki asimilasyon hikâyesini aslında 1939 yılı ile ayrı ayrı ele almak mümkün değildir. Çünkü birbirinden bağımsız süreçler değildir. 19 yaşındaki bir genç de 1939'a atıfta bulunarak şimdiki zamanı değerlendirebiliyor. O yüzden çok canlı bir anıdan bahsediyoruz.
"Antakya nereye aittir" meselesi
1923 yılındaki kuruluşundan sonra Türkiye'ye ilhak edilen tek il olarak Hatay, siyasi olarak da diğer bölgelerden ayrılıyor. Hatay meselesini, Mustafa Kemal de şahsi meselesi olarak adlandırıyordu. Milli Mücadele'den sonra bir kır gezisi düzenleyen Mustafa Kemal, 15 Mart 1923'te Adana'yı ziyaret ediyor. O dönemde Antakya'dan Adana'ya göç edenler kentte ticarethaneler kurmuşlar. Mustafa Kemal'in Adana'ya geleceğini öğrenen Antakya halkı, onun için bir karşılama töreni düzenliyor. Bu karşılama töreninde Mustafa Kemal ile Hatay'ın durumunu paylaşıyorlar. Bu durum karşısında Mustafa Kemal, Hatay'ın "milli" bir mesele olduğunu vurguluyor ve "Kırk asırlık Türk yurdu düşman elinde esir kalamaz" ifadesini kullanıyor.
Ancak Antakya halkının "kurtuluş" günü bazı siyasi sebeplerden dolayı 15 yıl sonra gerçekleşiyor. Bu ihtilaflı "Antakya nereye aittir?" meselesi, 29 Haziran 1939'a kadar Türkiye Cumhuriyeti için siyasi bir mesele olmaya devam etti. "40 asırlık vatan Hatay (Antakya)" sloganı elbette tesadüfi değildi, çünkü bu tarihten sonra Antakya'nın Türkiye'ye ilhakı başka sorunlu konuları da beraberinde getirdi. Sadece slogan değil, aslında bölgeye verilen isim de tesadüfi değildi. Türk milliyetçileri bu bölgeyi, içinde Antakya ve İskenderun kentlerinin yer aldığı İskenderun Sancağı'nı "Hatay" diye adlandırıyordu. Yani, Hititlerin ülkesi; Hititler o sırada ilk Türkler olarak kabul ediliyordu.
1939 ile anlattığımız hikâye çoğunlukla asimile etme, yok sayma hikâyesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu durum elbette sadece Arap Alevilerinin değil, Antakya'nın çoğul gerçekliğinin büyük bir problemi olarak günümüze kadar süregeldi. Bu asimile etme mevzusu, aslında 2000'lerin başında AKP ile başlayan bir süreç değil. 1939 İlhakı ile Kemalistlerin radikal asimilasyonculuğu başlıyor aslında.
Joost Jongerden, modern Türkiye'de ulus tasarımı için çok önemli olan iki duruma odaklanıyor: "İki durum tartışılacak, birincisi, özellikle köylerin ve kırsal yerleşim örüntülerinin tasarımı olmak üzere fiziksel mekânın yeniden inşasına yönelik planlara odaklanılması; ikincisi ise, özellikle adlandırma pratikleri aracılığıyla mekâna verilen anlam ve değerler, yani kentsel ortamlardaki yerleşim yerlerinin ve kamusal alanların isimlendirilmesi ve yeniden adlandırılması."
Bu nedenle, iskân politikalarının ve Türkleştirmenin 1939'dan beri Antakya'daki kültürel mirası ve kimliği nasıl etkilediğini anlamak, çok önemlidir.
Yeniden inşa ve insansızlaştırma
6 Şubat'ta yaşadığımız korkunç deprem hepimizde büyük yaralar açtı. Şehrimizi, ailelerimizi, dostlarımızı, evlerimizi, anılarımızı kaybettik. Burada, dikkat çekmek istediğim mevzu Antakya'nın yeniden inşasında Antakya'nın insansızlaştırılmak istenmesi, burada yaşayan insanların mülksüzleştirilmesinin önüne geçilmesi gerektiğidir.
1939 yılı Türkiye'ye geçiş süreci ve Türkiye'ye ilhakı sonrası uygulanan mülksüzleştirme ve asimilasyon politikaları ve deprem sonrası yeniden imar süreci arasındaki paralelliği görmek, bu bağlamda çok önemli. Çünkü ulus devlet inşası sürecinde de görülen, yukarıda da Joost Jongerden'den yaptığım alıntıyla da desteklediğim, iskân politikalarının kültürel mirası ve kimliği nasıl etkilediği mevzusu hep karşımıza çıkan bir mevzudur. Bunu Kürdistan'da da gördük.
Bu yüzden depremden hemen sonra 24 Şubat'ta yayımlanan 126 no'lu Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi'nin iyi okunması, Antakya'nın kültürel mirasının ve şehrin dokusunun korunması açısından önemlidir. Bu kararname ile mülkiyet konusunda bütün yetki ilgili bakanlığa ait olacaktır. Depremzedelerin bütün mülkiyet ve imar hakları ilgili bakanlık tarafından belirlenen başka alanlara aktarılabilecektir. Bu yüzden kültürel mirasın, şehrin dokusunun korunması derken, söylediğim şey statükocu "dinlerin kardeşliği, hoşgörünün merkezi Antakya" söyleminin de çok daha ötesindedir.
*Bu metnin orijinal hali 23. Evvel Temmuz Festivali'nde "Tarihsel Arka Planı ile Çoğul Hatay Gerçekliği" panelinde sunulmuş olup, bianet için yeniden düzenlenmiştir.
(SB/VC)