“Eli kalem tutanlarının hepsi yazar oluyordu”
Meşrutiyet ilanının ilk on gününde doğrudan doğruya içine karıştığım siyasi rollerim bittikten sonra her gün ibrete, incelenmeye ve hikâye olunmaya değer türlü türlü olaylarla oluşumların seyircisi oldum. Hele Babıâli Caddesi, gazetecilik ve yazarlık noktalarından çok tuhaf manzaralar gösteriyordu. O neydi? Sanki ülkenin eli kalem tutanlarının hepsi yazar oluyordu. Kimin beş on parası varsa, hemen bir gazete kurmaya kalkıyordu. Hazır parası olmayanlar, evlerindeki mallarını satıp matbaa ve gazete açıyorlardı. Yayına başlayan günlük gazetelerin sayısı elliyi geçmişti; dergilerin, risalelerin hesabı yoktu.
Temmuzun 22'sinde İstanbul'da günlük olarak İkdam, Sabah, Tercüman-ı Hakikaf'ten başkası yokken, Servet-i Fünun'un günlük çıkanı başta olarak, liste gittikçe uzuyordu. Kitapçı Karabet'in Resimli Gazete adıyla çıkarmakta olduğu sönük bir yayın Abdullah Zühtü tarafından Gazete adı altında günlük yapıldı. Sonra yanına bir "Yeni" ekleyerek Yeni Gazete oldu. Bu, Kâmil Paşa'nın gazetesiydi. Hüseyin Cahit Bey, Tevfik Fikret ile Hüseyin Kâzım Beyi yanına alarak Tanin'i kurdu; İttihat ve Terakki komitesinin amaçlarına hizmet ediyordu. Çok geçmeden Tevfik Fikret çekildi, Hüseyin Kâzım Bey Selanik valiliğine gönderilerek Tanin yalnız komite gazetesi oldu.
Bu iki gazete daha ilk haftalardan başlayarak birbirine zıt kurulmuştu. Çünkü kabinesini oluşturan Kâmil Paşa, Babıâli'nin sözde bağımsızlığını istiyor, Tanin ise İttihat ve Terakki'nin "nigehban"lığı (bekçiliği) adına savunmasını yapıyordu. Siyasi ve oldukça önemli kaynaklardan güç alan bu iki gazeteden sonra, İttihat ve Terakki'nin önceleri Paris'te çıkardığı Şûra-yı Ümmet yayımlandı. Böylece komitenin iki gazetesi açılıyordu.
“Gazetelerin kimi on gün, kimi iki hafta yaşıyor, ölüp gidiyordu”
Babıâli yokuşunu dolduran, gazete satanların çantalarından taşan ve boğazlarını yırtan, yoran daha başka, türlü türlü adlar vardı: Millet, İttifak, Metin, Hürriyet, Yeni Asır, Ra-sin, İstiklâl, Basiret, İbret... Ve daha birçokları.
Bunların kimi on gün, kimi iki hafta yaşıyor, ölüp gidiyordu. Türk gazetecilerinin Abdülaziz zamanından kalma en eskisi olup, Ali Suavi olayı sırasında Abdülhamid'in sürdürdüğü ünlü Ali Efendinin yeniden canlandırdığı Basiret bile kısa ömürlü çıktı. Dergi ve risalelere gelince, onlar da sayısızdı. Bunlardan şimdi ortada yalnız Karagöz vardır. Karagöz'ü Fuad Bey, Hayal gibi ünlü mizah gazetelerinde çalışanlardandı. Mizah gazeteleri Abdülaziz döneminden Abdülhamid dönemine geçtikten sonra, 1878'de Meclis-i Mebusan'ın kararıyla hep birden ortadan kaldırılmıştı; o dönemin mebusları mizah gazetesi çıkmasını istememişlerdi. Fuad Bey, basında karikatür sistemini ilk kuranlardandı ve İkinci Meşrutiyet'te hemen Karagöz'ü, çıkarmıştı. Halkın ruhunu ve psikolojisini çok iyi bildiği için Karagöz'ü iyi tutturdu. Meşrutiyetin ilk haftalarında çıkardı.
Bugün ortada, Abdülhamid dönemini görüp yaşamış, İttihat ve Terakki zamanını geçirmiş benim Servet-i Fünun -Uyanış ile İkdam'dan başka gazete kalmamıştır. Karagöz ise 1908'den beri bize arkadaşlık ediyor.
Sıralanıp çıkan günlük gazeteler içinde gücünü siyasi bir kaynaktan alanlardan başkası tutunamadı. Bizim günlük Servet-i Fünun hiçbir siyasi topluluğun yönetimine bağlı olmak istememişti; bağımsız kalmak istiyorduk. Bu mümkün olamadığı için, 1909 yılı Martında gazetemizin günlük nüshasını kaldırdık. 1891'den beri süren haftalık gazetemizle ve matbaamızla uğraşmaya karar verdim.
“Yeni kafa ve eski kafa"
Babıâli yokuşu 1908'de ve ondan sonra, gazeteci olmaya heves edenlerin çok servetini yemiştir. Elde olsa da bu uğurda dökülen paraların toplamı bulunsa, insanı şaşırtacak bir tutar karşısında kalırız.
1908 inkılâbından sonra siyasi kaynaklardan güç alamayan gazeteler sonbahar yaprakları gibi dökülüp giderken, bir de ortalığı velveleye vermek ve sözde halk tarafından görünüp her şeye karşı çıkmak isteyenlerin ve şuna buna çatanların gazeteleri sürüm buluyordu. Bunların başında zavallı hocam Murad Beyin Mizan'ı vardı. Murad Bey Mekteb-i Mülkiye'de benim kuşağıma hocalık ederek en büyük inkılâp ruhlarını telkin eylediği için Abdülhamid tarafından, o tarihte yeni kurulan Düyun-ı Umumiye Komiserliğine atanmış ve gazetesi bıraktırılmıştı.
Murad Bey ateşli ve kaynayan bir ruha (sahip), ancak terazisiz ve hırsa düşkün olduğundan, Düyun-ı Umumiye'nin bol aylıklı memurluğunda duramadan Meşrutiyet'ten epey önce Avrupa'ya kaçmış ve Mizan'ı Paris'te çıkarmıştı. Murad Bey Paris'teki Genç Türklerle, yani İttihat ve Terakki yâranıyla geçinememişti. Abdülhamid'in çağrısını kabul ederek İstanbul'a dönmüş ve Meşrutiyet'e kadar Anadoluhisarı'nda kapalı bir hayat sürmüştü. 1908 inkılâbında Anadoluhisarı'ndan İstanbul'a indi ve Mizan'ı üçüncü kez ortaya attı. Bütün anlamıyla her şeye ve her şekle itirazcıydı, ancak kendisinin rengi belli değildi. İlkesi neydi? Yeni kafa mı, eski kafa mı, anlaşılmıyordu.
1908 inkılâbının sonuçsuz kalan ve sarsıntılı geçen hayatı, şu yeni ve eski kafanın köktenci biçimde birbirinden ayrılamamasından ileri gelmiştir. Dört beş yüzyıldır eski kafada yaşıyor, eski kafalıların dediklerini dinliyorduk. İnkılâp yapmak kafayı değiştirmek, yani Asyalılıktan Avrupalılığa geçmek olmalıydı. Yazık ki bu kesin adımı bize attıracak kimse yoktu, hep bocalıyorduk. Meşrutiyetten ve özgürlükten dem vuruyorduk, sonra kadınları açmak sözünü ağıza alamıyorlardı. İttihat ve Terakki içinde belki köktenci inkılâp ruhunu taşıyanlar ve duyanlar vardı, ancak onların çoğu, hele söz geçirenleri, düşünceleri sınırlı kişilerdi.
Gittikçe tutucu ve cahil kara kalabalıklara dayanarak oradan güç almak istiyorlar ve sonra sözün, toplantının, basının özgürlüğü var diyorlardı. Cahil kara kalabalık ise, 'hürriyet" sözcüğünü istediğini yapmak, yasayı ve kimseyi dinlememek anlamına almıştı. Vergi vermek bile istemiyorlardı.
Gücünü gizli ve siyasi kaynaklardan alan birkaç gazete daha türemişti. Bunlar (Prens) Sabahaddin Beyin Osmanlı'sı, Türk ve Müslüman olmayanların Sada-yı Millet'i, Arapların yayın organı gazeteler ve son olarak Serbesti gazetesiydi. Bunların yazdıkları birbirlerine saldırı niteliğindeydi, onlarda ulus ve vatan ülküsü yoktu ve gittikçe güç aldıkları kaynaklar adına ortalığı karıştırmaya uğraşıyorlardı.
Artık basında nezahet kalmamıştı
Meclis-i Mebusan çoktan açılmıştı. İstanbul mebuslarının seçildiği gün, Derviş Vahdeti adlı bir serserinin çıkardığı Volkan adlı gazete ortalığı karıştırmıştı. Bu gazete, o zamana kadar saygı gösterilen Cemiyet'e aşırı biçimde saldırıyordu. Artık basında nezahet (temizlik, paklık) kalmamıştı. Külhanbeylik, serserilik, hafiyelik ve yabancı amaçlarına hizmet edenlerin düşmanlığı gazetecilik hayatına kaymıştı. O sırada Edeb Yâhû! diye bir gazete daha çıkmıştı, sanırım ki en anlamlı ad taşıyan meşrutiyet gazetesi buydu. Ne fayda ki, "Edeb yâhû! Namus yâhû!" sözlerini duyacak kulak kalmamıştı! Edepli olanlar başlarını yorganlarının altına çekmek zorunda kalmışlardı.
İş bu kadarla kalmıyordu; Cemiyet'in doğrudan doğruya Şûra-yı Ümmet gazetesini çıkarması, Şeref Sokağı'nda kurulan komite merkezinin her şeye ve her işe karışması devlet işlemlerini, basının terbiyesini bozmuş ve ülkeyi oluşturan çeşitli unsurların gizli amaçlarını ortaya atmalarına yol açmıştı.
İstanbul'daki Cemiyet gazetelerine yardımcı olarak Selanik ve Manastır'da çıkmaya başlayan Top, Süngü adlı gazetelerin siyasi sorunlarda atıp tutmaları dış dünyayı da fena halde kuşkulandırmıştı. Sonuç olarak Avusturya ve Macaristan 1878 Rus Savaşında geçici biçimde işgal etmiş olduğu Bosna ve Hersek'i resmen topraklarına kattı; Bulgaristan bağımsızlığını ilan etti; Abdülhamid'in Girit adasında son Osmanlı anısı olarak bir tepe üstünde bıraktığı sacdan yapılma sancağımızı Yunanlılar kaldırdılar. O dediğim gazeteler "Bosna ve Hersek'i alacağız, Bulgaristan'a terbiyesini vereceğiz. Ya Girit ya ölüm!" diye haykırıyorlardı. Araplar başka şeyler düşünüyor, Arnavutluk kaynıyor, Trablusgarp ve Bingazi'den tuhaf sesler geliyordu.
Tiflis başkonsolosluğuna gideceksiniz
İttihat ve Terakki Cemiyeti Avusturya'ya boykotaj ilan ettirmiş olduğu için İstanbul halkı başlarından fesleri atıp "Avusturya malı giymeyeceğiz" diye kadifeden külahlar giymiş ve bu kadife külahların üstüne "Ya Girit ya ölüm" sözünü yazmışlardı! Kısacası her şey karmakarışık olmuştu.
Bu karmakarışık hayat içinde mahzun mahzun düşündüğüm bir gün, Şeref Sokağı kodamanlarından Doktor Nâzım Bey beni ziyarete geldi. Cemiyet'in örgüt (kuralları) gereğince Nuruosmaniye Kulübü'ne yazılmış olduğum halde oraya gitmeyişimi iyi görmediğinden, gazetemin çok bağımsız bir yol izlediğinden söz ederek benden, çok ciddi bir tavırla, bir yeni fedakârlık istediğini söyledi. Ben yüzüne bakıyordum:
- Ne gibi?
- Tiflis Başkonsolosluğuna gideceksiniz!
Ben alık alık yüzüne bakıyordum, o anlatıyordu:
- Avrupa devletlerinin, özellikle Rusların bizde yaptıkları kışkırtmaları biz de onların ülkesinde yapacağız. Tiflis'te Müslümanları kışkırtacağız. Sizin Fransızcanız kuvvetlidir, tanınmış bir adamsınız, güzel yazar ve söylersiniz. Bu hizmete sizden daha uygununu bulamadım.
Ben bütün bütün alıklaşmıştım. Matbaamı ve gazetemi bırakıp Tiflis Konsolosu oluyorum, Panislamizm siyaseti yapmaya gidiyorum! Hem nerede? Rusya'da! Ve bunu bana bir komiteci söylüyor, Hariciye Nâzırıymış gibi "sizden uygununu bulamadım" diyor. O Rusya ki, meşrutiyetin ilanından sekiz yıl önce Abdülhamid'in bin önlemle Uzakdoğu'ya gönderdiği mükellef bir Osmanlı heyetini Port Arthur'de yakalayıp trene tıkarak bir solukta Odesa'ya dayamıştı!
Panislamizm siyasetinin bizim için ne tehlikesi olduğunu hiç duraksamadan doktora anlattım ve bir hafta önce bu konuda hem kendi gazetemde hem İkdam'da yayımladığım bir makaleyi önüne koydum. O, güldü ve ekledi:
- Evet gördüm, okudum. Sizin yanlış düşündüğünüzü yine size kanıtlatmak için Tiflis'e göndermek istiyoruz ya!
Daha fazla ısrar etmedim; matbaamı bırakacak kimsem olmadığını ileri sürerek nezaketle af diledim.(AİT/AK/NV/EÜ)
* Matbuat Hatıralarım-Ahmed İhsan Tokgöz, yayına hazırlayan: Ahmet Kabacalı, İletişim, 1993.